ATATÜRK İnkılapları
Siyasal Alanda
Yapılanlar
Saltanatın
Kaldırılması
23 Nisan 1920'de, TBMM’nin açılmasıyla Anadolu’da yeni bir Türk Devleti
kurulmuştur. TBMM’nin üstünde hiçbir gücün kabul edilmeyeceğinin açıklanması
ile de Osmanlı Devleti’nin varlığı fiilen ortadan kalkmıştır. Ayrıca yasama ve
yürütme yetkisinin de TBMM’ye ait olması padişahın Türk ulusu üzerinde resmî ve
filli hiçbir yetkisinin kalamadığını göstermekteydi. Ancak savaş yılları olduğu
için rejim konusu gündeme gelmemiştir. Yunan ordusunun Türk topraklarından
atılmasından sonra sıra rejim konusunun çözümlenmesine gelmiştir. Bu amaçla
devletin rejimi ve temel niteliklerini belirleyen üç temel siyasal inkılap
(Saltanatın Kaldırılması, Cumhuriyet'in İlanı, Halifeliğin Kaldırılması)
gerçekleştirilmiştir.
Yeni Türk Devleti'nin siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım,
saltanatın kaldırılması olmuştur. Ancak bu adımın atılması kolay olmamıştır.
Türk milleti, binlerce yıllık tarihinde, egemenliği kullanan belli aileler
tarafından yönetilmiştir. Eski Türk devlet anlayışına göre, egemenlik kutsal
bir kavramdı. Ulusu yönetmeyi tanrı tek bir aileye vermişti. Ailenin
üyelerinden başkası ulusu yönetemezdi. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten
sonra, bu kutsal egemenlik kavramı, yeni dinsel kurallarla da desteklenmiştir.
Yüzyıllarca süren bu yönetim biçimi öylesine kökleşmişti ki
"padişahsız" bir Türk Devleti'nin olabileceğini, yalnız halk değil
birçok aydın bile düşünemiyordu. Bunun için Mustafa Kemal Paşa, egemenliği
gerçek sahibi olan millete verirken çok dikkatli davranmıştır. Kurtuluş Savaşı
sırasında ve TBMM'nin açıldığı dönemde, yurdun düşman işgalinden kurtarılması
öncelikli olduğu için, saltanat makamına karşı açıkça bir tavır
alınmamış ve güçlerin bölünmemesine gayret edilmiştir. Yunan ordusunun
Anadolu'dan atılmasından hemen sonra, barış görüşmelerine davet nedeniyle
saltanat konusu gündeme gelmiş ve bu kez Mustafa Kemal Paşa, bu kurumla ilgili
gerçek düşüncesini hayata geçirmiştir.
Mudanya Mütarekesi imzalandıktan sonra barış görüşmeleri hazırlıklarına
başlanmış ve İtilaf devletleri Lozan'daki görüşmelere Ankara Hükûmeti ile
İstanbul Hükûmetini de davet etmiştir. İtilâf devletleri tarafından İstanbul
Hükûmetinin, Lozan'daki barış görüşmelerine çağrılmasındaki amaç Türk tarafında
ikilik yaratarak isteklerini Yeni Türk Devleti'ne kabul ettirmekti. Söz konusu
davet üzerine İstanbul Hükûmeti gerekli hazırlıklara başlayarak, TBMM'ye
gönderdiği yazılarla işbirliği içine girmelerini bildirmiştir. Bu durum TBMM'de
büyük yankılara neden olmuştur. Tevfik Paşa Hükûmetinin bu tavrını ve buna
karşı TBMM'de oluşan tepkileri iyi değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, bu sorunun
kökten çözümlenmesi için saltanatın kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu
maksatla bazı milletvekilleri saltanatın kaldırılması için önerge vermişlerdir.
TBMM'deki ortak komisyonda yapılan görüşmelerden sonra iki maddelik bir yasa
taslağı Meclis Genel Kuruluna gönderilmiştir.
1 Kasım 1922 günü
TBMM'ye sunulan yasa taslağı görüşmelerden sonra kabul edilerek yasalaşmıştır.
Böylece TBMM egemenlik ve hükümranlık haklarının Türk milletine ait olduğunu,
saltanat ile hilafetin ayrıldığını, İstanbul'un işgal tarihinden (16 Mart 1920)
itibaren saltanatın kaldırıldığını açıklamıştır.
Cumhuriyet'in
İlanı
Cumhuriyet kavramı, dilimize Arapçadan girmiş olan cumhur kelimesinden
doğmuş bir rejimin adıdır. Ansiklopedik anlamına göre, bir ülkenin rejiminin
Cumhuriyet olabilmesi için, o ülkenin devlet başkanının seçimle işbaşına
gelmesi yeterlidir. Modern anlamı ile demokrasinin en gelişmiş şekli olan
Cumhuriyet, bir tarihi gelişmenin sonucudur.
Yunan ordusunun Anadolu'dan temizlenmesiyle, Kurtuluş Savaşı'nın silahlı
mücadele kısmı sona ermiştir. Bundan sonraki mücadele Türk milletini, her
alanda, gelişmiş milletlerin seviyesine ulaştırmaktı. Bu amaçla saltanatın
kaldırılmasından sonra, sıra Cumhuriyet'in ilan edilmesine gelmişti. Mustafa
Kemal, "Türk ulusunun yaratılışına ve karakterine en uygun olan yönetim,
cumhuriyet yönetimidir."diyerek, Cumhuriyet'in ilanının Türk milleti için
taşıdığı önemi belirlemiş oluyordu.
23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasıyla yeni bir Türk Devleti kurulmuştur.
Millet egemenliğine dayanması ve demokratik bir yapıya sahip olması nedeniyle
bu devletin isminin "Cumhuriyet" olması gerekiyordu.
Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasının ardından, birinci TBMM, 1 Nisan
1923'te seçimlerin yenilenmesine karar vererek dağılmıştır. Bu arada, Mustafa
Kemal yeni Meclis açılışına yetiştirilmek üzere yeni bir anayasa tasarısı
hazırlatmıştır. Bu tasarı hazırlanırken Mustafa Kemal zaman zaman toplantılara
başkanlık etmiş ve yeni Türk Devleti'nin rejiminin belli olmamasının devlet
idaresinde zaaf olduğu hissini vereceğini ve ilk fırsatta yeni rejimi ilan edip
bu düşüncenin ortadan kaldırılması gerektiğini belirtmiştir.
İkinci dönem TBMM'nin oluşturulmasını takiben artık, mevcut rejimin de
bütün açıklığı ile adının konulması ve yeni devletin başkanının seçilmesi
gerekiyordu. O güne kadar bu görev TBMM Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa
tarafından yürütülmüştür.
14 Ağustos 1923'te İcra Vekilleri Heyeti seçimleri yapılmış ve Fethi
(Okyar) başkanlığında yeni kabine oluşturulmuştur. İkinci Meclis'in önemli bir
kararı da yeni devletin başkentini belirlemek olmuştur. Ankara'nın TBMM'nin
kurulduğu yer ve Millî Mücadele'nin merkezi olması nedeniyle, İsmet Paşa'nın
Meclis'e sunduğu önerge, oy birliği ile kabul edilmiş ve 13 Ekim 1923'te Ankara
yeni Türk Devleti'nin başkenti ve hükûmet merkezi olmuştur. Lozan
Antlaşması'nın imzalanması ve Ankara'nın başkent olmasıyla çok önemli bir
siyasal gelişmelerin olacağı mesajı verilmiştir.
İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Ali Fethi Bey ve diğer vekillerin Çankaya'da
Mustafa Kemal Paşa başkanlığında yaptıkları toplantı sonucu 27 Ekim 1923'te
istifa etmeleri üzerine başlayan hükûmet bunalımı, Meclisin çalışmalarını
oldukça zorlaştırmıştır. Güçler birliği ilkesinin en katı şekli olan Meclis
Hükûmeti Sitemine göre yapılan seçimlerde bakanlar kurulunun oluşturulamaması,
bu sitemin artık iyi işlemediğini göstermiş ve kabine sistemine geçilmesini
zorunlu kılmıştır. Kabine sistemine geçiş için ise Cumhuriyet'in ilanı ve bu
ilanla birlikte Cumhurbaşkanı'nın seçilmesi gerekli görülmüştür. Mustafa Kemal
Paşa, bütün bu gelişmeler üzerine Cumhuriyet'in ilan edilmesine karar vererek,
28 Ekim akşamı, İsmet (İnönü) Paşa, Fethi (Okyar) Bey, Kâzım (Özalp) Paşa,
Kemalettin Sami Paşa, Halit Paşa, Rize Milletvekili Fuat (Bulca) Bey ile
Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey'i Çankaya'ya davet
etmiştir. Toplantıda "Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz." diyerek görüşlerini
açıklayan Mustafa Kemal Paşa'nın bu düşüncesi, orada bulunanlarca da olumlu
karşılanmış ve hemen izlenecek yolun saptanmasına girişilmiştir. Konuklar
ayrıldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa bu amaçla Anayasa'da
yapılması gereken değişikliğe ilişkin bir yasa tasarısı hazırlamışlardır. 29
Ekim günü önce Halk Fırkası Meclis Grubunda, ardından da TBMM'de kabul edilen
tasarıya göre yürürlükte olan 1921 Anayasası'nın birinci maddesinin sonuna
"Türkiye Devleti'nin hükûmet şekli cumhuriyettir." ifadesi eklenmiştir.
Akşam saat 20:30'da ilan edilen Cumhuriyet'in ardından yapılan Cumhurbaşkanlığı
seçiminde, Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olarak
seçilmiştir.
Cumhuriyet'in ilanı, Millî Mücadele'nin askerî ve siyasi alanlardaki zaferi
ve demokratik ilkelere göre kurulan yeni devletin bu yöne doğru gelişmesi ve
dünyada egemen olmaya başlayan yeni bir anlayışın (demokratik yönetim)
yerleşmesinin kaçınılmaz sonucuydu.
Ayrıca, XX. yüzyılda bir milletin kaderinin kişilere ya da hanedanlara
bağlı olması anlayışı, çağdaş devlet ve demokrasi prensibi açısından anlamını
yitirmişti. Diğer dünya devletleri de tek bir kişinin veya zümrenin
yönetiminden kurtulma mücadelesi vermeye başlamışlardı. Mutlak ve genellikle
ilahî kaynaklı oldukları için sorgulanamaz ve eleştirilemez diye nitelenen
yönetimlerin, halk hareketleriyle yıkılması ve güçlerinin kaynağını onları
iktidar yapan halk desteğinden alan demokratik rejimlere yerlerini bırakmaları
kaçınılmaz bir süreçti. Bu çerçevede, kurulan yeni Türk Devleti de 23 Nisan
1920'de TBMM'nin açılmasıyla bu yolu seçmişti.
Sonuçta Cumhuriyet'in
kurulmasıyla halk idaresi gerçekleşmiş, millet bir kişiye "tebaa"
olmaktan kurtulmuş ve kendini idare edecekleri seçen vatandaş statüsüne
kavuşmuştur.
Halifeliğin
Kaldırılması
Hz. Muhammed'in vefatından sonra, ortaya çıkan ilk sorun devleti kimin
yöneteceği olmuş ve halifelik gündeme gelmiştir. Hz.Muhammed'in yerine geçen
devlet başkanları, halife sıfatını taşımaya başlamışlardır. İlk dört halifeden
sonra çeşitli nedenlerle bu siyasi kurum seçimle değil verasetle babadan oğula
geçen bir sisteme dönüşmüştür. Zamanla, aynı dönemde ayrı bölgelerde halife
sıfatını taşıyan kişilerce yönetilen devletler ortaya çıkmış ve hüküm sürmeye
başlamıştır. (Abbasiler, Fatimiler, Endülüs Emevileri). Halifeler devlet
yönetimlerinde otoritelerini devam ettirebilmek için kendilerine giderek dinsel
sıfatlar da yakıştırmışlardır.
Yavuz Sultan Selim 1517'de Mısır'ı alınca, orada halife sıfatını kullanan
Mütevekkil'i, kutsal emanetlerle birlikte İstanbul'a getirmiştir. Kutsal
emanetler Topkapı Sarayı'na konulmuştur. Osmanlı padişahları, uzun süre halife
sıfatını kullanmamışlardır. Çünkü padişahlar halifelik için aranan,
"Kureyş kabilesine mensup olma" şartına sahip değildi. Ancak Osmanlı
padişahları, Osmanlı Devleti gücünü yitirmeye başlayınca, batıya karşı İslam
dünyasını temsil ettiklerini göstermek üzere, XVIII. yüzyıldan itibaren
"halife" sıfatını kullanmaya başlamışladır. Fakat,
Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Padişahı, halife unvanını kullanarak cihat
ilan etmesine rağmen, Osmanlı yönetiminde olan Arapların önemli bir kısmı
İngilizlerin yanında Osmanlı'ya karşı savaşarak halifeliği tanımadıklarını göstermişlerdir.
İngiliz, Fransız yönetiminde yaşayan Müslümanların ise Osmanlı Devleti'ne karşı
oluşturulan ordularda yer aldıkları görülmüştür. Böylece Osmanlı halifeliği
fiilî olarak etkinliği olmayan bir makama dönüşmüştür. Saltanat kaldırılırken,
hiçbir siyasi yetkisi olmayan hilafet makamına dokunulmamış; son Osmanlı
padişahı olan Vahdettin'in ülkeyi terk etmesi üzerine TBMM tarafından 18 Kasım
1922'de Abdülmecit Efendi halifeliğe seçilmiştir.
Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet'in ilanı, siyasal ve dinsel açıdan
hiçbir yetkisi bulunmayan halifelik kurumunun da kaldırılmasını gerekli
kılıyordu. Ayrıca Halife Abdülmecit'in, çeşitli törenler düzenleyerek iddialı
demeçler vermesi, kılıç takmak gibi eski iktidar sembollerini kullanmak
istemesi, sarayda bazı milletvekili ve komutanları kabul etmesi ve yabancı
elçiliklere görevliler yollaması iktidara ortak bir görüntü vermesine neden
olmuştur. Halifenin siyasi yetkilerini genişletme çabası ve kendisini Hükûmetin
üzerinde görmesi, bu kurumun kaldırılması ile ilgili kanaatlerin iyice
şekillenmesine neden olmuştur.
2 Mart 1924'te Halk Fırkası grubunda karara bağlanan hilafetin kaldırılması
sorununun, bir kanun teklif ile Meclise sunulması uygun görülmüştür. Bunun
üzerine Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve arkadaşlarının çalışmalarıyla
Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanoğulları Soyundan Olanların Türkiye Dışına
Çıkarılması hakkında bir kanun hazırlanmıştır. TBMM'nin 3 Mart 1924 günkü
oturumunda söz konusu kanun teklifinin görüşülmesi kabul edilmiştir. İlk olarak
Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ve 57 arkadaşının imzasını taşıyan
"Şer'iye ve Evkâf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin
Kaldırılmasına İlişkin Öneriler" ele alınmış ve bazı küçük değişikliklerle
kabul edilmiştir. Bundan sonra, öğretimin birleştirilmesi Tevhid-i Tedrisat
Kanunu'na ilişkin öneriler görüşülmüş ve yasalaştırılmıştır. Daha sonra 431
Sayılı Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanoğulları Soyundan Olanların Türkiye
Dışına Çıkarılması Hakkında Kanun kabul edilmiştir.
Halifeliği kaldıran kanunla Osmanlı ailesinin tüm üyeleri yurt dışına
çıkartılmıştır. Artık yüzyıllardır sürdürülen siyasal ve dinsel güçlerin tek
elde toplanması ilkesinin yerini, siyasal gücün TBMM'ye yani ulusa geçmesi
ilkesi almıştır.
Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet'in ilanı ve halifeliğin
kaldırılmasından oluşan üç ana siyasi inkılâp, laik hukuk inkılabının
gerçekleştirilmesinin ön şartını ve zorunlu adımlarını oluşturmuştur.
Eğitim ve Kültür
Alanında Yapılanlar
Tevhid-i Tedrisat
Kanunu
Eğitim, toplumsal bir ihtiyacı karşıladığından bir devlet hizmetidir.
Çağımızda devletler başarılarını ve güçlerini millî eğitimle sağlarlar.
Vatandaşlarını çağın gereklerine göre eğiten devletler uygarlık yarışına
katılmaya hak kazanırlar. Türkiye Cumhuriyeti'nde de eğitim hizmetleri Millî
Eğitim Bakanlığınca yerine getirilir.
Osmanlı eğitim sistemi, hukuk sistemi gibi çok başlılık içinde idi.
Geleneksel eğitim veren medreseler, XVIII. yy. sonlarından itibaren Avrupa
etkisiyle kurulan ve modern anlamda eğitim veren okullar, tamamen zıt
felsefelerle, birbirlerinden farklı, dünya görüşleri arasında büyük uçurumlar
olan insanlar yetiştiriyorlardı.
Üstelik, eğitim
"millî" nitelik taşımadığından millî kültürün, millî benliğin
gelişmesini ve çağın gereklerine uygun insanların yetişmesini sağlayamıyordu.
Azınlık okulları ve yabancı okullar da Osmanlı eğitim sistemi içinde yer
alıyorlar ve kendi siyasî ve ekonomik çıkarları doğrultusunda eğitim
veriyorlardı.
Osmanlı Devleti'nin son yıllarında arka arkaya girdiği savaşlar hem eğitime
bütçeden daha az pay ayrılmasına hem de öğrencilerin askere alınması nedeniyle
eğitimin aksamasına yol açmıştı. Bu nedenlerle Cumhuriyet'in devraldığı eğitim
sisteminin en baştan ele alınması gerekiyordu.
23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasından kısa bir süre sonra Mayıs 1920'de
TBMM'ye bağlı Maarif Vekâleti kurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa, daha Kurtuluş
Savaşı sırasında Sakarya Savaşı'nın hemen öncesindeki en buhranlı günlerde
Maarif Kongresi'ni toplayarak tüm memleket evlatlarının bir bütün halinde bilim
ve tekniğe dayalı milli bir eğitim sistemi içerisinde yetiştirilmesinin önemi
üzerinde durmuştur. 1922 yılında Meclis'teki yaptığı açılış konuşmasında,
"Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize en önce ve her şeyden
evvel Türkiye'nin bağımsızlığına, millî geleneklerine düşman olan tüm
unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir" demiştir. Mustafa Kemal
Paşa'nın, "Eğer cumhurbaşkanı olmasam, Millî Eğitim Bakanlığını almak
isterim." Sözleri, onun kültür ve eğitime verdiği önemi, "... En
mühim, en esaslı nokta eğitim meselesidir. Eğitimdir ki, bir milleti ya hür,
müstakil, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve
sefalete terk eder" sözleriyle de konuya verdiği önemin nedenlerini çok
iyi açıklamıştır. Zafer'den sonra, 3 Mart 1924'te kabul edilen Tevhid-i
Tedrisat Kanunu ile ikili eğitim yerine, çağdaş bir toplumun bireylerini
yetiştirecek tek bir eğitim sistemini kurmak üzere öğretim birleştirilmiştir.
Mustafa Kemal, 1924'te Samsun'da, "Dünyada her şey için, medeniyet için,
hayat için, başarı için en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir. İlim
ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalet (doğru yoldan
çıkmak)tir" diyerek, eğitimin temelinin sadece bilim olacağını
belirtmiştir. Yine 1924'te Muallimler Birliği Kongresi'nde, "Cumhuriyet
sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister." Sözleriyle
eğitimde özgür bireyler yetiştirmenin önemini vurgulamıştır.
1926 yılında Maarif Teşkilâtı hakkında kanun kabul edilmiştir. Bu kanunla
devletten izinsiz hiçbir okul açılamayacağı belirlenmiş, ilk ve orta öğretim
esasları saptanmıştır. Çağdaş olmayan, kişiyi gelecekteki yaşantısına
hazırlamayan dersler programdan çıkartılarak akıl ve bilime yönelik modern ders
programları hazırlanmıştır.
ATATÜRK döneminde
eğitimin millî olmasına çok büyük önem verilmiş; Türklerin tarih boyunca
uygarlığa yaptığı hizmetler ortaya çıkarılarak millî duygunun güçlenmesi
sağlanmıştır. Eğitimde kız çocukların dışlanmamasına büyük özen gösterilmiş,
kız-erkek tüm çocuklar bir arada, çağdaş eğitim görmeye başlamıştır. Her
yaştaki vatandaşımıza okuma-yazma öğretilmesi amaçlanmıştır. Okullardaki, ders
saatleri yeniden düzenlenmiş, çok sayıda okul açılırken, bu okulların ihtiyacı
olan öğretim elemanlarını yetiştirmek için tedbirler alınmıştır. ATATÜRK'ün
"en büyük eserim" olarak adlandırdığı Cumhuriyet'i emanet ettiği
gençlerin okuyacağı ders kitapları yeniden yazdırılmıştır. Mesleki ve teknik
öğretim yapacak kurumlar açılırken, yüksek öğretim
yapacak kurumlar büyük bir titizlikle düzenlenmiştir. Azınlık okulları ve
yabancı okullar tam bir denetim altına alınmışlar, bazı derslerin Türk
öğretmenler tarafından, Türkçe olarak verilmesi sağlanarak dil, kültür gibi
millî birliği sağlayacak değerlerin kaybolmaması sağlanmıştır.
Yeni Türk
Harflerinin Kabulü
Türkler bulundukları kültür çevrelerine göre tarih boyunca çeşitli
alfabeler kullanmışlardır. Bunların en belirginleri, Orta Asya'da kullanmış
oldukları Göktürk ve Uygur alfabeleri ile İslamiyet'i kabul ettikten sonra
kullanmaya başladıkları Arap alfabesi olmuştur. Arapçada Türkçede mevcut sesli
harflerin bulunmaması, Türkçe kelimelerin Arap alfabesiyle yazılmasında bazı
seslerin gösterilememesine yol açmaktaydı. Bazı sessiz harflerin kullanılmasında
da Arapça sessiz harflerin hangilerinin kullanılacağı sorunu ortaya çıkmıştı.
Bu nedenlerle Türkçeyi Arap harfleriyle yazma ve okumada büyük zorluklar
olmuştu. Bu durum okuma yazmanın öğrenilmesini zorlaştırmış, pek az kişi
okuma-yazma öğrenebilmişti. Okuma yazma bilmek Osmanlı toplumunda önemli bir
ayrıcalık haline gelmişti.
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde okuma-yazma bilenlerin azlığı bir
sorun olarak ortaya çıkmış ve II.Meşrutiyet döneminde
mevcut alfabenin ıslahı yönünde çalışmalar yapılmıştır. Ancak yeni bir
alfabeden çok, Arap alfabesinin Türkçeye uygun hale getirilmesine
çalışılmıştır. Fakat bu çalışmalar Birinci Dünya Savaşı nedeniyle kesintiye
uğramıştır. Mustafa Kemal Paşa için de alfabe modernleşen Türk toplumu için
çözümlenmesi gereken bir sorun olmuştur. Daha Kurtuluş Savaşı başlarında 8
Ağustos 1919'da geleceğe yönelik girişimlerini açıklarken Mazhar Müfit (Kansu)
Bey'e, Latin alfabesinin uygun olabileceğini not ettirmişti. Yurdun düşman
işgalinden kurtarılmasından sonra İzmir'de toplanan Türkiye İktisat
Kongresi'nde kabul edilen Misak-ı İktisadi'de bir okuma bayramından
bahsedilmesi, okuma-yazma konusunda bazı düzenlemelerin yapılacağının habercisi
olmuştur. Mustafa Kemal Paşa'nın talimatıyla Türk Alfabesi'nin hazırlanması
için bir komisyon kurulmuştur. Yapılan çalışmalar neticesinde Latin alfabesinin
Türk dilinin yazılması ve okunması için tüm harfleri taşıdığı tespit
edilmiştir. ATATÜRK 9 Ağustos 1928'de Sarayburnu'nda Harf İnkılâbını
müjdeleyerek "Arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk
harflerini kabul ediyoruz..."demiştir. 1 Kasım 1928'de TBMM'de yeni Türk
harfleri hakkındaki 1353 sayılı kanun oy birliği ile kabul edilmiştir.
1 Ocak 1929'dan itibaren
tüm devlet yazışmaları Türk harfleriyle yapılmıştır. Ayrıca "Millet Mektepleri"
adlı okullar açılarak Türk milletine yeni harfler öğretilmeye başlanmıştır.
Türk Tarih ve Türk
Dil Kurumlarının Kurulması
Osmanlı Devleti, çok uluslu bir imparatorluk olduğu için millî bir tarih
anlayışı oluşmamıştı. İslam tarihine ve hanedana dayanan bir tarih anlayışı
vardı. Bu tarih anlayışında, Türklerin İslamiyet öncesindeki varlıkları ve
uygarlığa katkıları yok sayılmıştı. İslamiyet öncesinde Orta Asya'da gelişmiş
bir Türk kültür ve uygarlığı vardı. İlk olarak Osmanlı son döneminde millî bir
tarih anlayışı gündeme gelmişse de, bu çabalar yeterince etkili olamamış, millî
tarih anlayışı ancak Cumhuriyet döneminde hayata geçmiştir. Bu tarih
anlayışının gelişmesinde yeni kurulan millî devletin varlığı çok etkili
olmuştur. Türk milletinin oluşumunda tarihin büyük önem taşıdığına inanan
ATATÜRK, bilimsel tarih araştırmaları için bilim adamlarını özendirmiş, millî
tarihimizin derinlemesine incelenmesi gerektiğine inanmıştır. ATATÜRK,
"... Tarih, bir milletin nelere yetenekli olduğunu ve neler başarmaya gücü
yettiğini gösteren en doğru kılavuzdur...", "Millî tarih İstiklal
Savaşı'mızın manevi cephesini teşkil edecektir. Çünkü topraklarımız gibi, Türk
milletinin mazisi, medeni hüviyeti ve insanlık değerleri de istilaya maruz
kalmıştı" diyerek, tarihimizin Türk bilim adamlarınca incelenerek
gerçeklerin bilimsel esaslar çerçevesinde tarafsızca araştırılmasını
istemiştir. Ayrıca yabancı tarihçilerin bir kısmının ön yargılı bir şekilde
Türk milletini küçük düşüren haksız iddialarına bilimsel araştırmalarla cevap
verilmesi amacıyla 12 Nisan 1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin kurulmasına
ön ayak olmuştur. Türk tarihindeki araştırmalara resmî bir nitelik veren bu
cemiyet, 1935'te Türk Tarih Kurumu adını almıştır. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti
(Türk Tarih Kurumu) aracılığıyla dünyanın en eski milletlerinden biri olan Türk
milletinin tarihini tüm detaylarıyla öğrenmek, Orta Asya'dan itibaren kurdukları
devletleri ve uygarlığını incelemek, Türk kültürünü dünyaya tanıtmak fırsatı
yaratılmıştır.
Millî kültürün
gelişmesinde tarih kadar dil de çok önemlidir. Bir milletin geçmişten geleceğe
kuşaklar arasındaki iletişimi ve devamlılığı sağlayan en önemli etkendir.
Cumhuriyet ile birlikte tarih alanında olduğu gibi dilde de önemli çalışmalar
başlatılmıştır. Yeni alfabenin kabul edilmesi, dildeki yeniliğe de ortam
hazırlamıştır. Türk dilinin kaynaklarını, ana özelliklerini, geçirdiği evreleri
araştırmak, kurallarını belirlemek ve yabancı dillerin etkisinden kurtarmak
amacıyla ATATÜRK tarafından başlatılan çalışmalar 12 Temmuz 1932'de Türk Dili
Tetkik Cemiyetinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. 26 Eylül 1932'de Dolmabahçe
Sarayı'nda Birinci Dil Kurultayı toplanmış ve bu tarihten sonra çalışmalar
hızlandırılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda Türk Dili Tetkik Cemiyeti, 31
Ağustos 1936'da Türk Dil Kurumu adını almıştır. Türk Dil Kurumunun
çalışmalarıyla Türkçe bir kültür ve sanat dili haline getirilmiştir.
Güzel Sanatlar
Alanındaki Yenilikler
Türk tarihi ve dili üzerine yapılan çalışmalar, ulusal kültürümüzün
doğmasına büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Güzel sanatlar alanında yapılan
çalışmalar ile bu konudaki eksiklerin tamamlanması düşünülmüştür. Mustafa Kemal
(ATATÜRK), 1933'te yüksek bir insan topluluğu olan Türk milletinin tarihî bir
vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir.” sözleriyle bu konudaki
çabaları desteklemiştir. Çünkü sanat ve daha somut biçimiyle güzel sanatlar,
uygar olmanın işareti olup, düşünce hayatının can damarı ve kültürlü insan
yetiştirmede en önemli eğitim araçlarından biridir. Bu nedenle, güzel sanatlar
alanında yapılacak atılımların kültürel kalkınmanın ve çağdaşlaşmanın bir
parçası olacağını düşünen ATATÜRK, güzel sanatlardaki başarıyı inkılapların
başarısıyla eş tuttuğundan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi kurulmuştur. Bu
Akademide “Türk Sanat Tarihi Enstitüsü” açılmıştır. Resim, heykel ve diğer
sanat dallarında sanatçılar yetiştirilmeye başlanmıştır. 1937 yılında ise
İstanbul’da Resim ve Heykel Müzesi açılmıştır.
ATATÜRK’ün sanat dallarının içinde en çok üzerinde durduğu müzikti. Bu
konuda ATATÜRK düşüncesini şu şekilde dile getirmiştir: “Hayatta musiki lazım
mıdır? Hayatta musiki lazım değildir; çünkü hayat musikidir. Musiki ile ilgisi
olmayan varlıklar insan değildirler. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı
ise musiki mutlaka vardır. Musikisiz hayat, zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın
neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir." ATATÜRK’ün müzikle iç içeliği savaş
meydanlarında bile sürmüştür. Çanakkale Cephesi’ni gezen gazeteci Ali Canip
(Yöntem) Bey ATATÜRK’ün bu özelliğini şu sözlerle anlatmaktadır:
“...Arıburnu’na geldik. Orayı gezerken birden bire İngilizlerin bir yaylım
ateşi, yeni bombardımanı ve aynı zamanda kulağımıza bir de müzik sesi geldi.
Esat Paşa'ya sordum: Paşam bu ne? Mızıka bando. İngilizlerin de yaylım ateşi.
Dikkat edin, bütün mermiler şu üst tarafımızdaki Cesaret Tepesi'ne yönelmiştir.
Her gün öğle zamanı oldu mu oranın Fırka Kumandanı Mustafa Kemal askerlerine
bando ile yemek yedirir ve İngilizleri kıyıda dar bir yerde mıhladığı için,
mızıka sesini duyan gemileri, Mustafa Kemal’e ateşle cevap verirler.” Böylelikle
Mustafa Kemal cephede bir taraftan askerinin moralini düzeltirken diğer
taraftan askerine müzik eşliğinde zevkli bir yemek yedirmektedir.
ATATÜRK için müzik
hayattı ama müziğin çeşidi de onun için önemliydi. ATATÜRK’ün istediği müzik;
dinleyince insana neşe, mutluluk, yaşama sevinci verecek tarzda olmalıdır.
İnsanı karamsarlığa götüren müzikten hoşlanmadığını belirterek batı müziğinde
olduğu gibi Türk müziğinin de çok sesli olmasını istemiştir. Ona göre bir
ulusun yeni değişikliğine ölçü; musikide değişikliği alabilmesi,
kavrayabilmesiydi. Ulusun ince duygularını, düşüncelerini anlatan, yüksek
deyişlerini, söyleyişlerini toplamak, onları genel müziğin kurallarına göre
işlemek gerektiğini vurgulamıştır. Ancak Türk ulusal musikisinin bu sayede
yükselerek evrensel musikide yerini alabileceğini söyleyen ATATÜRK, memleketin
millî kültür hazinesi olan halk müziğinin ve folklorunun araştırılarak, ilmî
esaslar ve metotlarla kültür canlılıklarıyla ortaya konulmasını vurgulamıştır.
Ankara’da 1936’da açılan Devlet Konservatuvarı, müzik, opera, tiyatro
alanlarında, batının en ünlü sanatçılarından yararlanarak eğitim vermeye
başladı. Bugün dünya çapında tanınan sanatçılarımız bu okullardan yetişmiştir.
Bir lider ve devlet
adamı olarak ATATÜRK, bağımsız bir Türk devleti kurmak, kanunları yenilemek
gibi en üstün hizmetleri vermekle yetinmemiş; Türk ulusunun tarihini, dilini,
kültür ve sanatını üstün ve saygın bir konuma getirmek için her alanda büyük
bir çaba göstermiştir.
Hukuk Alanında
Yapılanlar
1921 ve 1924 Anayasaları
Yeni Türk Devleti, milli egemenlik ilkesine dayalı bir sistem üzerine
kurulmuştur. Bu ilkenin gerçekleştirilebileceği tek devlet sistemi, laik
hukukun geçerli olduğu demokratik Cumhuriyet modeliydi. Bu nedenle, 23 Nisan
1920'de TBMM'nin açılışı, ilerde hukuk alanında köklü bir inkılap yapılacağının
da göstergesi ve ilk basamağıdır.
TBMM'nin hazırladığı Anayasa, 20 Ocak 1921'de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
adıyla yürürlüğe girmiştir.
23 madde ve bir de ek maddeden oluşan Anayasa'nın kısalığı o dönemin özelliğinden
ileri gelmekteydi. Sadece olağanüstü şartları ve acil ihtiyaçları karşılamakla
yetinilmenin gerekli olduğu kanaati, kısa ve özet bir anayasa hazırlanışına
sebep olmuştur.
Cumhuriyet'in ilanı ve hilafetin kaldırılmasında sonra yeni Türkiye'nin yeni
bir Anayasaya ihtiyacı ortaya çıkmıştır. TBMM'de yapılan çalışmalar ve
müzakereler sonunda, 20 Nisan 1924'te Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilerek
yürürlüğe konulmuştur. Bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi
prensiplerine değer verdiğini gösteren, tarihi gelişmelerin sonucu olarak
hazırlanan ve gerçek hayatın ihtiyaçlarına cevap veren bir Anayasa'dır.
1924 Anayasası'nın ruhunda ve mantığında Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi
teşkilatı, demokrasi esasına dayanır. Memlekette hakimiyetin,
gerçek ve tek sahibi, Türk milletidir. Milletin dilekleri, fikir ve arzuları,
tek bir organda, Türkiye Büyük Millet Meclisinde toplanır ve bu mecliste de,
millet iradesi seçim yolu ile gerçekleşmektedir.
Sonuç olarak 1924
Anayasası genel nitelikleriyle millî ruh ve ihtiyacın ifadesi, tarihi ve sosyal
akışların bir sonucu olmuştur.
Türk Medeni Kanunu
Hukuk alanında yapılan inkılapların ana amacı, laik, demokratik, çoğulcu,
özgürlükçü, akla, bilimsel esaslara ve en önemlisi eşitliğe dayanan bir devlet
sistemi ve yaşam biçimi oluşturabilmekti.
Hukuk inkılabı da, siyasal inkılaplar gibi, arka arkaya atılan çeşitli
adımlardan oluşmaktaydı.
Hukuk inkılabının ön şartlarını oluşturan siyasi inkılapların tamamlanması
üzerine, mevcut hukuk sistemini yenilemek ve modernleştirmek üzere 1923 yılında
Adliye Vekâleti tarafından medeni hukuk, ceza hukuku, usul hukuku gibi
alanlarda çeşitli komisyonlar kurulmuştur. Bu komisyonlar yürürlükte bulunan
kanunları gözden geçirecek ve tadil edecek, hukuk deyimlerini
belirleyeceklerdi.
1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu bazı değişikliklerle Türk Medeni Kanunu
olarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun seçiminde; basit dili, açık, hâkime
geniş takdir yetkisi veren esnek karakteri, Avrupa'da kabul edilen en yeni,
liberal, kadın-erkek eşitliğine dayanan bir aile düzenini içeren ve demokratik
bir devletin ihtiyaçlarını karşılayabilir özellikleri etkili olmuştur. Bu
kanunun kabulünden kısa bir süre önce, 1925 yılında, Türkiye'de yaşayan
Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar birer ay arayla verdikleri dilekçelerle,
"artık medeni hukuk bakımından, ayrı bir muameleye tabi olmak ihtiyacını
duymadıklarını, gayrimüslim cemaatler için ayrı hükümler konmasına gerek olmadığını,
yeni medeni kanunun kendilerine de uygulanmasını istediklerini" Adliye
Vekâletine bildirmişlerdir. Böylece yüzyıllar sonra ülkemizdeki vatandaşlar
arasında hukuk birliği sağlanmıştır.
Yeni Türk Medenî Kanunu;
Diğer Kanunlar
Hukuk alanında başlatılan inkılaplar, yalnızca Medeni Kanun ile sınırlı
kalmamış, belirli aralıklar ile yapılan düzenlemeler sonucunda bu alanda ortaya
çıkan boşlukların doldurulmasına çalışılmıştır. Türk Medeni Kanunu'ndan sonra,
1926'da Ceza Kanunu ve Ticaret Kanunu, 1927'de Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu,
1929'da Ceza Muhakemeleri Usulü ve Deniz Ticareti Kanunları, 1932'de İcra-İflâs
kanunları yine batı ülkelerin kanunlarından yararlanılarak hazırlanmış ve
yürürlüğe girmişlerdir. Bu kanunlarda gelişen ihtiyaçlara uygun olarak
değişiklikler yapılmıştır.
Medeni hukuk alanında tüm haklarına kavuşan Türk kadınına ilk olarak 3
Nisan 1930'da çıkarılan Belediyeler Yasası gereğince belediye seçimlerine
katılma hakkı ve 26 Ekim 1933'te Köy Kanunu'nun değiştirilmesi ile de muhtar ve
ihtiyar heyetlerine seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Türk kadını 5 Aralık
1934'te milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir.
Hukuk inkılabı ile Türk
hukuku sistemi laik bir temele oturtulmuştur. İnsanlar arasında ayırımın
yapılmadığı, herkesin kanun önünde eşit muameleye tâbi tutulduğu bir hukuk
sisteminin alt yapısı kurulmuştur. Yeni sistemde kanunların tekliği ve
genelliği ilkesi geçerli kabul edilmiştir.
Toplumsal Alanda
Yapılanlar
Kadın Hakları
Toplumsal alanda yapılan en önemli yeniliklerden birisi de kadının toplumda
hak ettiği yeri almasıdır.
Eski toplumsal yapıda kadına verilen değerin yanlış olduğunu ve Türk
kadınının toplumda yer almasının gereğini ATATÜRK şu sözleriyle anlatmıştır:
"Bir toplum, bir millet; erkek ve kadın denilen iki cins insandan
oluşur. Mümkün müdür ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim diğerini
görmezlikten gelelim de kitlenin tümü ilerlemeye imkân bulabilsin? Mümkün müdür
ki bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı
göklere yükselebilsin? Şüphe yok, ilerleme adımları, dediğim gibi iki cins
tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenileşme sahasına
birlikte kesin aşamalar yaptırmak lazımdır. Böyle olursa inkılap başarılı
olur."
17 Şubat 1926'da Medeni Kanun'un kabul edilmesi kadın hakları alanındaki en
büyük inkılâplardan biridir. Bu kanunla;
Cumhuriyet ile birlikte her türlü eğitim ve öğretim, hatta iş hayatının
kapıları kadınlara ardına kadar açılmıştır.
Yeni Türk Devleti'nde kadınlara sosyal, kültürel hakların yanında, siyasî
haklar da birçok uygar ülkeden önce tanınmıştır. Örneğin Fransa ve İtalya'da
kadınlara 1946'da seçme ve seçilme hakkı tanınırken Türk kadını bu hakları,
ATATÜRK devrimleri sayesinde çok daha önceden 1934'te elde etmiştir. 1935
yılında yapılan genel seçimlerde TBMM'ye 18 kadın milletvekili girmiştir.
Böylece Türk kadını asırlarca ihmal edilen haklarına kavuşmuştur.
Türk kadını, günümüzde
siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatın her alanında aktif görev
alabilmekte, bütün meslek dallarında (askerî okullar ve ordu dahil)
görev yapabilmektedir. Kadınlarımızın çeşitli iş ve mesleklerden, parlâmento
kürsüsüne, üniversite profesörlüğü, dekanlığı ve rektörlüğüne, yargıtay,
danıştay üyeliğine kadar her türlü yurt hizmetinde çalışmaları, ATATÜRK'ün
gerçekleştirdiği devrimler sayesindedir. Dünyada yargıtay üyeliğine seçilen ilk
kadın da bir Türk kadınıdır. Hatta kadınlarımız ATATÜRK'ün açtığı bu yol
sayesinde başbakanlığa kadar yükselmişlerdir.
Şapka ve Kıyafet
İnkılabı
Yeni Türk Devleti'nin sosyal yapısını oluşturmaya yönelik devrimlerden
birisi de kıyafet inkılabıdır.
Padişah II. Mahmut tarafından kabul ettirilen fes, zamanla bir İslam
giysisi hâline gelmiş, Osmanlılığın sembolü olmuştu. "Bir insanın veya
kavmin kılığı hangi kavime benzerse o kavimden olacağı" gibi düşünceler
dolayısıyla, Osmanlı topraklarındaki her millet veya topluluk farklı bir
giysiyle dolaşıyordu.
Çağdaş toplumlarının vardığı gelişme düzeyini hedefleyen yeni Türk
Devleti'nin modernleşmesi için, geride bırakılması gereken bir toplum düzeninin
ve kafa yapısının tüm simgelerinin toplum yaşamından silinmesi gerekiyordu.
İnsanın giysisinin, kültürel birikiminin göstergesi olduğunu bilen Türkiye
Cumhuriyeti'nin kurucuları, bilim ve sanatta çağdaş uygarlık seviyesine eski
anlayışla ulaşılamayacağını anlamışlardı.
Halkın kıyafetini modern dünya ile uyumlu hale getirmek için 25 Kasım
1925'te "Şapka İktisası Hakkındaki Kanun" kabul edilmiştir.
1934'te çıkarılan bir kanunla da din görevlilerinin ibadet yerleri dışında
dini kıyafetlerle gezmeleri yasaklanmıştır. Kılık-kıyafet inkılabıyla Türkler
ile öteki çağdaş uluslar arasında bir simge
niteliğinde sayılan Osmanlı toplum yaşamını ve gelenekselliğini simgeleyen tüm
eski başlıklar ve kıyafetler değiştirilmiştir. Şehirli, köylü, devlet adamı,
din görevlisi ve Müslüman, Müslüman olmayan halk arasındaki kıyafet karmaşası
giderilerek toplumsal anlamda birlik ve beraberlik güçlendirilmiştir.
Çağdaş uygarlığın içinde yer almaya kararlı Türk toplumu, uluslararası
kıyafeti benimseyerek kıyafet inkılabını medeni bir toplum olmanın gereği
olarak kabul etmiştir.
ATATÜRK geri bir
memlekette medeniyet meselesi halledilmedikçe hiçbir meselenin
halledilemeyeceğini düşünüyordu. Şapka inkılabı, hem şeklen ve hem de düşünsel
olarak değişimin, çağdaş bir toplum olmanın bir sembolü olarak
değerlendirilmiştir.
Tekke ve
Zaviyelerin Kapatılması
Tekkeler, tarikat mensuplarının oturup kalkmalarına, ibadet yapmalarına
mahsus yerler olup, bunların küçüklerine zaviye deniliyordu. Selçuklular ve
Osmanlılar zamanında Anadolu'nun Türkleşmesinde ve Anadolu'nun Türk kimliği
içinde yoğrulmasında büyük hizmetleri geçen tarikatlar ve bunların kurumlaşmış
şekli olan tekkeler daha sonraki yüzyıllar içerisinde asıl fonksiyonlarını
yitirmişlerdir. Toplumsal anlamda birlik ve beraberliğe zarar verecek bir
niteliğe gelmişlerdir.
Düşünsel olarak insanların her hangi bir üretim içinde olmadığı, insan
zamanının büyük oranda harcandığı tekke ve zaviyeler adeta çalışmadan yaşayan
insanların toplandığı yerler haline dönüşmüşlerdir.
Bir takım tarikat mensuplarının halkın inançlarını istismar etmesi, maddi
olarak haksız kazançlar sağlamaları, ilmi ve dini temele dayanmayan hurafeler
üzerinden insanlar üzerinde baskı kurmaları tarikatları çöküntüye uğratmıştır.
Çağdaş bir devlet ve toplum düzeni kurmak isteyen ülke yönetimi, olumlu
fonksiyonları kalmamış olan bu kurumlardan en kısa zamanda kurtulması
gerektiğine inanıyordu. ATATÜRK de tarikatların, Türk milletini istismar
etmelerini engellemek için toplumsal dayanışma, birlik ve beraberlik duygusunu
zedeleyen bu yapıların kaldırılmaları gereğini belirtmiştir.
ATATÜRK bu konudaki görüşlerini şu sözleriyle ifade etmişti:
"Efendiler ve ey millet biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler,
dervişler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet
tarikatıdır."
TBMM 30 Kasım 1925 tarihinde kabul ettiği bir kanunla tekke, zaviye ve
türbelerin kapanmasını, türbedarlıklarla bir takım unvanların yasaklanmasını
kararlaştırmıştır.
Bu Kanun, Allah ile kul
arasına giren istismarcıların işine son verdiği ve vicdanlara yapılan dinsel
baskıyı ortadan kaldırdığı gibi Türk toplumunun birlik ve beraberliği ile
toplumsal dayanışmasının önündeki engeli de ortadan kaldırmıştır.
Soyadı Kanunu
Herkesin ailece anılmasına yarayan öz adından sonraki ada, aile adına
soyadı denir. Bütün uygar toplumlarda ailenin köklülüğünü belirten soyadları
bulunmaktadır. Osmanlı devleti'nin son yıllarında; nüfus artışı, askerlik,
tapu, nüfus, miras, adalet, eğitim gibi devlet işlerindeki yoğunluğu
beraberinde getirmiş ve soyadının bulunmaması nedeniyle bu alanlarda sık sık
karışıklıklar çıkmaya başlamıştır. Toplum ve devlet hayatında ortaya çıkan bu
karışıklıklar 21 Haziran 1934'te çıkarılan "Soyadı Kanunu" ile
giderilmiştir. "Soyadı Kanunu" ile her vatandaşın kendi öz adından
başka, mensup olduğu aileye ait bir soyadı taşıması kabul edilmiş, Türk
inkılabının önderi Mustafa Kemal'e de TBMM tarafından 24 Kasım 1934'te
çıkarılan bir kanunla "ATATÜRK" soyadı verilmiştir. Yine çıkarılan
başka bir yasa ile ATATÜRK soyadının başkaları tarafından kullanılması
yasaklanmıştır.
Ayrıca 1934'te çıkarılan
bir kanunla lâkap ve unvanlar, sivil rütbe, nişan ve madalyalar kaldırılmış,
ancak vatan savunması yolunda alınan nişanları taşımak serbest bırakılmıştır.
Askerî bir rütbeyi belirten "paşa" kelimesi "general"
olarak değiştirilmiştir. Böylece Osmanlı toplumunun sosyal tabakaları ortadan
kaldırılmış ve insanların toplumda ve kanun önünde lakap ve unvanlarına göre
sınıflara ayrılması engellenmiştir.
Uluslararası Saat,
Takvim, Rakam Ve Ölçü Birimlerinin Kabul Edilmesi
Türkiye Cumhuriyeti'ni,
parçası olmaya karar verdiği çağdaş dünyadan ayıran unsurlar arasında takvim ve
ölçüler de bulunmaktaydı. Türkiye'de Hicret'i başlangıç olarak kabul eden ve
ayları ayın hareketlerine göre ölçen Hicri takvimle, mali işler için bu
sistemin düzeltilmiş bir türü olan Rumi takvim kullanılmaktaydı.
Bu durum gerek ülke içinde, gerekse Avrupa'yla artan ilişkiler çerçevesinde
önemli güçlükler çıkarmaktaydı. Bu nedenle 26 Aralık 1925'da kabul edilen
kanunlarla Hicrî ve Rumî takvimler bırakılarak bütün dünyanın kullandığı Miladî
takvim kabul edilmiş, 1 Ocak 1926'dan itibaren Türkiye'de miladî takvim
kullanılmaya başlanmıştır.
Alaturka saatin yerini uluslararası saat almıştır. Yine Mayıs 1928'de, uluslararası
rakamlar kabul edilmiş, 1931 yılında çıkarılan bir kanunla da eski ağırlık ve
uzunluk ölçüleri değiştirilmiştir. Arşın, endaze, okka, çeki gibi eski ve
bölgelere göre değişen birimler kaldırılarak onlu sisteme uygun metre ve kilo
gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir.
Ölçülerdeki bu değişikliklerle hem ülkedeki ağırlık ve uzunluk ölçüleri
standart hale getirilmiş, hem de Türkiye'nin uluslararası ticari ilişkilerinde
kolaylıklar sağlanmıştır.
Ekonomi Alanında
Yapılanlar
Türkiye İktisat
Kongresi
Kongre 17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihleri arasında toplanmıştır. Yapılan bu
kongre Lozan görüşmelerine ara verildiği sırada gerçekleşmiştir. Bu kongrede
iktisadî gelişme ve yükselme için köklü bir program yapılacağı, ancak bu
programın düzenlenmesinde önce iktisatla ilgili olanların bir araya
toplanacağı, bunların alacağı kararların programı oluşturacağı ifade edilerek
çiftçi, tüccar, amele (işçi), sanayici, banka, şirket temsilcilerinin
toplanacağı açıklanmıştır.
1923 Türkiye İktisat Kongresi'nde ATATÜRK ne devletçi ne de özel sermayeye
dayalı herhangi bir hazır reçete öneriyordu. Çözüme varmak için bir arayış
içine girilmiş, dışarıdaki çeşitli deneyimler incelenip içerideki tartışma ve
gelişmeleri değerlendirerek sonuca gidilmek istenmiştir. 17 Şubat 1923'te
toplanan Türkiye İktisat Kongresi'nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal,
ekonomik bağımsızlığın önemine dikkat çekmiştir.
Kongrede alınan kararlar özetle şöyledir: Hammaddesi yurt içinde yetişen
sanayi dalları kurulmalı; küçük imalattan hızla fabrika üretimine geçilmeli;
özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalı; devlet iktisadi
alandaki yerini almalı ve özel sektörün gerçekleştiremediği yatırımlar devlet
eliyle yapılmalı; ulaşımın önemi gözetilerek demiryolu inşaatı programa
bağlanmalıdır.
Türkiye İktisat
Kongresi'nde çiftçi grubunun ekonomik problemlerine büyük önem verilmiş ve bu
konuda bazı esaslar tespit edilmiştir. Çiftçinin eğitilmesine büyük önem
verilmiştir. 1924 Silah Altına Alma Yasası ile ordunun askere alınan köylülere,
askerlik hizmetleri sırasında tarım makinaları ve yeni yöntemleri öğretmeleri
öngörülmüştür.
Tarımın Teşvik
Edilmesi
Osmanlı İmparatorluğu'nda üretim esas olarak tarıma dayalı idi. XVII.
yüzyıldan itibaren gerileyen imparatorluğun toprak sisteminde de önemli
problemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Osmanlı yönetim yapısında meydana gelen
değişim tarım alanındaki mülkiyet yapısını da etkilemiştir. Son dönemlerde
tarımsal üretimin iyice düşmesi, toplumun temel ihtiyacı olan ürünlerin
karşılanamaması sonucu ithalat yapma mecburiyeti doğmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti bu alanda önemli kararları uygulamaya geçirmiştir.
1923-1929 yılları tarımsal üretim bakımından "altın yıllar" olarak
değerlendirebilir. Savaş koşullarında % 50 dolaylarında üretim düşmeleri
gözlenen başlıca ürünlerde savaş öncesi üretim hacmine 1923'ü izleyen bir iki
yıl içinde ulaşılmıştır. Bu olumlu gelişmede tarıma dönük olumlu politikaların,
fiyat ve vergi değişkenleri yoluyla çiftçiler lehine kaynak yaratan uygulamalar
belirleyici olmuştur. Çiftçinin durumunun düzeltilmesi için devlet gelirlerinde
düşme görüleceğinin bilinmesine rağmen 17 Şubat 1925'te Aşar vergisi
kaldırılmış, yerine binde 6'lık bir vergi konmuştur. Tarım 1923-1929 yıllarında
ana sürükleyici sektör olmuş ve savaş yıllarından sonra ekonominin yeniden
inşası esas olarak tarım sektörünün dinamizmi sayesinde gerçekleşmiştir.
Bir sonraki dönem olan 1929-1939 arası ise bilindiği gibi dünya ekonomik
bunalımı ile çakışmaktadır. Fakat dünyada ve ülkede yaşanan bu olumsuz ekonomik
koşullara rağmen, tarım sektörü, (sanayinin gerisinde kalmakla birlikte)
pozitif bir gelişme kaydetmiştir.
ATATÜRK, Türkiye İş Bankası'nın İstanbul Şubesi'nden Ayrılırken
Genel Müdür Celal Bayar Tarafından Uğurlanıyor (16 Haziran 1928)
Sanayileşme alanında atılan en önemli adım 1927'deki "Teşvik-i Sanayi
Kanunu"nun 28 Mayıs 1927'de 15 yıllığına yürürlüğe konulmasıdır. Özel
sermayeyi sanayileşme alanına çekebilmek için yürürlüğe giren bu kanun,
sanayicinin yatırım yapabilmesi için özendirici tedbirler içermekteydi.
Sanayinin teşvik gördüğü bu devrede, dünya ekonomik bunalımı (1929-1932)
yılları sanayileşme hareketini yavaşlatmıştı. Bir tarım ülkesi olan Türkiye,
bunalımdan daha az zarar görmüş olmakla beraber dışa sattığı hammadde
fiyatlarındaki düşme, üreticinin korunmasını gerekli kılmış ve devlet sanayide
olduğu kadar tarım alanında da koruyucu tedbirler almak zorunda kalmıştır. İşte
1929-1939 arasındaki dönem, "Türk mucizesi"nin gerçekleştiği dönem
olmuştur. Bu yıllarda dünya ekonomisi büyük bir buhran içine sürüklenirken
Türkiye ekonomisi dışa kapanmış devlet eliyle bir millî sanayileşmeyi
başarmıştır.
22 Aralık 1925'te Temeli Atılan ve 26 Kasım 1926'da İşletmeye açılan
Alpullu Şeker Fabrikası
Temeli 20 Mayıs 1934'te Başbakan İnönü Tarafından
Atılan ve 16 Eylül 1935'te İşletmeye Açılan Kayseri Bez Fabrikası
Dış Ticaret Ve
Para Politikası
Türkiye, Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra yabancı sermayesine karşı
olmadığını açıkça ifade etmiştir. Ancak Hükümet Avrupa'nın sanayileşmiş
devletlerinin yapacağı yardımın tek yanlı ve pek kuşkulu nitelikte bir yardım
olacağından endişe ediyordu. Bu endişenin nedeni o güne kadar yabancı
sermayenin Türkiye'deki faaliyetlerinin yanlışlığıydı. Bunun yanı sıra Osmanlı
borçları konusunda alacaklıların davranışları da önemliydi. Nihayet borçlar
meselesi 23 Haziran 1928'de halledilmiş ve ödenmesine başlanmıştı.
Alacaklıların başında Fransa, İngiltere ve Hollanda geliyordu. Bu dönemde
makineleşme konusunda Sovyetlerden, demiryolu yapımı konusunda ise Almanya'dan
faydalanılmıştır.
Mali politikada denk
bütçe ve düzgün ödeme ilkelerini benimsemiş olan hükümet para politikasına da
sağlam para politikasını benimsemiştir. ATATÜRK'ün; "Maliyemiz milli
paranın istikrarını muhafaza prensiplerini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle
takip ve tatbik etmektedir" yolundaki sözleri bunun açık ifadesidir.
Kaynaklar