İndir

Büyük Taarruz-3

***

Saat Dört

Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.

On ikinci Piyade Fırkası.

Gözler karanlıkta, uzakta.

Eller yakında, makanizmalar üzerinde.

Herkes yerli yerinde.

Tabur imamı

mevzideki biricik silâhsız adam :

ölülerin adamı,

kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,

durdu boyun büküp

el kavuşturup

sabah namazına.

İçi rahattır.

Cennet, ebedî bir istirahattır.

Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,

meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir

Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

Saat Dört Kırbeş

Sandıklı civarı.

Köyler.

Sarkık, siyah bıyıklı süvari,

Çukurova beygiri

kuyruğunu karanlığa vuruyordu :

dizkapaklarında kan,

kantarmasında köpük...

İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,

atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.

Geride, köylerde bir horoz öttü.

Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari

ellerinin tersiyle yüzünü örttü.

Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan

bir başka horoz vardır :

baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.

Düşmanlar herhal onu çoktan kesip

çorbasını yapmışlardır...

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak

sökecek.

Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,

On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti

ve onların genci, uzunu,

Darülmuallimin mezunu

Nurettin Eşfak,

mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak

konuşuyor :

-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,

bilmem ki, nasıl anlatsam,

Âkif, inanmış adam,

fakat onun, ben,

inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Meselâ, bakın :

«Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»

Hayır,

gelecek günler için

gökten âyet inmedi bize.

Onu biz, kendimiz

vaadettik kendimize.

Bir şarkı istiyorum

zaferden sonrasına dair.

«Kim bilir belki yarın...»

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.

Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

Gün ağardı ağaracak.

Kokusu tütmeğe başladı :

Anadolu toprağı uyanıyor.

Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp

ve pırıltılar görüp

ve çok uzak

çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak

bir müthiş ve mukaddes mâcereda,

ön safta, en ön sırada,

şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın

yaşı yirmi birdi.

Kumral başını gökyüzüne çevirdi,

kalktı ayağa.

Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.

Şimdi bir hamlede o kadar büyük,

öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki

bütün ömrünü ve hâtırasını

ve yedi buçukluk bataryasını

ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu :

- Saat kaç?

- Beş.

- Yarım saat sonra demek...

98956 tüfek

ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden

yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,

bütün âletleriyle

ve vatan uğrunda,

yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle

Birinci ve İkinci ordular

baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,

beygirinin yanında duran

sarkık, siyah bıyıklı süvari

kısa çizmeleriyle atladı atına.

Nurettin Eşfak

baktı saatına :

- Beş otuz...

Ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte büyük taarruz...

Sonra.

Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

Bunlar :

Karahisar güneyinde 50

ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.

Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik

Aslıhanlar civarında

30 Ağustosa kadar.

Sonra.

Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.

Esirler arasında General Trikopis :

Alaturka sopa yemiş bir temiz

ve sırmaları kopuk frenk uşağı...

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.

Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»

Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,

buraya gönderenler öldürdü seni...»

Sonra.

Sonra, 31 Ağustos günü

serseri bir kurşunla vurulan

Deli Erzurumluydu.

Kürek kemikleri altında toprağı duydu.

Baktı yukarı,

baktı karşıya.

Gözler hayretle yandılar :

önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları

her seferkinden kocamandılar.

üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından

seyredip güneşli gökyüzünü

ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra...

Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden

ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden

yüzlerini toprağa döndüler...

Kan içindeydi yüzü gözü.

Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.

Kaçanı kovalamıyordu yalnız

ulaşmak da istiyordu bir yerlere

ve sadece kahretmiyor

yaratıyordu da.

Ve kılıçların,

nalların,

ellerin

ve gözlerin pırıltısı

ardarda çakan aydınlık bir bütündü.

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü

ve şu türküyü duydu :

«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan

Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benziyen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu dâvet bizim...

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim...»>

Sonra.

Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik

ve Kayserili bir nefer

yanan şehrin kızıltısı içinden gelip

öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,

Güneyden Kuzeye,

Doğudan Batıya,

Türk halkıyla beraber

seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;

korkak,

cesur,

câhil,

hakîm

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...

939 İstanbul Tevkifanesi,

940 Çankırı Hapisanesi,

941 Bursa Hapisanesi.

***

Şiirler Sayfası          Ana Sayfa

web
counter