This document was generated by ABC Amber LIT Converter program



 SABAHATTİN ALİ


 


 Bütün Öyküleri-İ


 


 DEĞİRMEN, KAĞNI, SES


 


 :::::::::::::::::


 


 İÇİNDEKİLER


 


 DEĞİRMEN


 


 Yazarın Önsözü


 


 Birinci Baskıya Konulan Not


 


 Birinci Kısım


 


 Değirmen


 


 Kurtarılamayan Şaheser


 


 Kırlangıçlar


 


 Viyolonsel


 


 Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi


 


 İkinci Kısım


 


 Bir Delikanlının Hikayesi


 


 Bir Gemici Hikayesi


 


 Bir Orman Hikayesi


 


 Kazlar


 


 Bir Firar


 


 Kanal


 


 Candarma Bekir


 


 Sarhoş


 


 Üçüncü Kısım


 


 Bir Cinayetin Sebebi


                       


 Bir Siyah Fanila İçin


 


 Komik-i Şehir


 


 KAĞNI


 


 Kağnı


 


 Kamyon


 


 Kafakağıdı


 


 Gramofon Avrat


 


 Arap Hayri


 


 Bir Şaka


 


 Duvar


 


 Pazarcı


 


 Apartman


 


 Arabalar Beş Kuruşa


 


 Fikir Arkadaşı


 


 Düşman


 


 Bir Skandal


 


 SES


 


 Ses


 


 Köpek


 


 Sıcak Su


 


 Mehtaplı Bir Gece


 


 Köstence Güzellik Kraliçesi


 


 :::::::::::::::::


 


 DEĞİRMEN


 


 Yazarın Önsözü


 


 Şiir ve hikayelerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar


kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların bir kısmının çocuk denecek bir


yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit bir


yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz


bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem.


Bunların, benim san'at hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından,


sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları


başkalarına okutmak için bir sebep olamaz.


 


 Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkaramadım. Çünkü, bir


kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye


hakkım olmadığı kanaatindeyim; ama böylece belki de eski bir


hatayı devam ettirmekten başka bir şey yapmıyorum.


 


 İyiyi kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bıraktığım için özür


dilerim.


 


 S.A.


 


 Sabahattin Ali'nin Değirmen'in 1935'teki baskısının sonuna


koyduğu not:


 


 -İkinci ve üçüncü kısımdaki Bir Orman, Kazlar, Bir Firar, Candarma Bekir,


Bir Siyah Fanila İçin, Komik-i Şehir adlı hikayelerin Osmanlı İmparatorluğu


zamanındaki Anadolu'yu anlattığı okunduğu zaman anlaşılmakta ise de, bunu


burda ayrıca tavzihe lüzum gördüm.-


 


 S.A.


 


 :::::::::::::::::


 


 Birinci Kısım


 


 Değirmen


 


 Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?..


 


 Görülecek şeydir o... Yamulmuş duvarlar, tavana yakın


ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı...


Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya


dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış


buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz


torbalara doldurulmuş unlar...


 


 Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler


uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan


doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır...


 


 Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda


çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde


dolan seslere?.. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak


ağaçlarında esen kış rüzgarı gibi uğuldar, taşların kah yükselen,


kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına


karışır... Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar,


gıcırdar.


 


 Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım,


ama bir daha görmek istemem.


 


 Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?


 


 Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu...


Ve onu herhalde çok kucakladın... Geceleri buluşur


ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam


genç olursa..


 


 Yahut sevgilin seni sevmiyordu... O zaman ne yaptın? Geceleri


ağladın mı?.. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği


yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın


değil mi?..


 


 Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar


güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur


ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat


kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta


sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi


mazeretler tedarik etmiştir.


 


 Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve bu böyle


gidiyor.


 


 Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek,


onu istemek sevmek midir?..


 


 Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?


 


 Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak


ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?


 


 Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir


minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle


bağırabilir misin?


 


 Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim...


 


 Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala,


ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma


be adaşım, kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu


aptalca bir laftır. Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana


veya falana veriyorsun... Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır


ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun...


 


 Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde


yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz,


birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz.


 


 Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest


dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene'ler.


 


 Dinle adaşım, sana bir Çingene'nin aşkını anlatayım...


 


 ..


 


 Bir gün -karların erimeye başladığı mevsimdeydi- bütün


çergi, -otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa


o kadar da eşek- Edremit tarafına doğru göçüyorduk.


 


 Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş


ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir


oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka


bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar,


bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.


 


 Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar


parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.


 


 Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında


kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.


 


 İkindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen


açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. Burası küçük bir değirmendi.


Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından


geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört


tane tahta oluğa taksim oluyordu.


 


 İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli


çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı.


 


 Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından


fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından


geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu.


 


 Burada çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık


sık gelip giden köylülerden, değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu.


Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.


 


 Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak, kanatlarının


biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmaya başladı.


 


 İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı.


Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak


lakayt gözlerle bakıyordu.


 


 Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı


söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler.


 


 Aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca'ya


verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek de yoğurt ilave etti.


 


 Biz bu güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin 


ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk.


 


 ..


 


 İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri


yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız


yarım gün uzaktaki köylerden bile düğüne çağırılıyorlardı.


 


 Atmaca tabii en baştaydı...


 


 Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır.


 


 Bir kere heybetli delikanlıydı: Yağız derisi, yüzüne delice


dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri...


 


 Sonra burnu... Uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu...


 


 Bunun için biz ona Atmaca derdik...


 


 Başı, geniş omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik


dururdu ve bir arapatı ondan daha çevik değildi...


 


 Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı


söylenirdi.


 


 Başka Çingene'ler gibi çalmazdı o, adaşım: Bir kere nota bilirdi.


Şehir mektebini okumuş, bitirmişti; sonra içliydi... Sanırdın


ki, klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden değil, doğrudan


doğruya yüreğinden veriyor.


 


 Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların


önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik.


 


 Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki


al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun


bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...


 


 Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerde -oradaki kıvılcımları


söndürmek ister gibi- bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında


-bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan- birkaç ufak


damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.


 


 Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize


bir şey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu


dünyaya bağlayan şey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini


sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu


kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?..


 


 Ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı,


şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi.


 


 Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi, fakat


o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle


beraber çalgı çalardı.


 


 ..


 


 Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp


ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey anaforlamadığımız


için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber büyük çınarın


altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu.


 


 Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi.


 


 Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan


ince örgülü saçları vardı.


 


 Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi


yokmuş gibi, dümdüz bir bakışı ve dudaklarının kenarından


dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı.


 


 Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin


çarklarından birine kaptırmıştı.


 


 Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen


sallanıyordu.


 


 Ve bu onu insanlardan ayırıyordu.


 


 Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne


demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara


karışamıyordu. Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye


mecburdu.


 


 Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla


da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının


arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi...


 


 Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle


geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle


alt alta, üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla


su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak


istek dolu gözlerle bakmıştı.


 


 Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların


yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını


biliyor ve hiçbir şey istemiyordu.


 


 Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup


meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan


yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı


ağlamaklı ederdi.


 


 Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp


oturarak bize bakardı...


 


 ..


 


 Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız Atmacamız,


değirmencinin bu sakat kızına vuruldu.


 


 Tavuslara, sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani


kuş, kanadı kırık bir çulluğun, şikarı (avı) oldu.


 


 Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım


zaman alev saçağı sarmıştı... Yoksa çoktan çergiyi toplar,


başka yere göçerdim...


 


 Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor,


zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın


altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi...


 


 Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere


atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik...


 


 Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların,


yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve


inleyişi vardı.


 


 Atmaca'nın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu.


Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş


sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını, parçalamak


ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce, bu


işin böyle gitmeyeceğini anladım...


 


 Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak


fidanlarının arasına oturduk.


 


 Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen


bir kurbağa sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.


 


 Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi


sormuyordu.


 


 Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı:


 


 -Seviyorsun!..- dedim.


 


 -Öyle...- dedi.


 


 -Ne yapacaksın?..-


 


 Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı


göğe çevirdi; uzun uzun baktı, birdenbire:


 


 -Sen bizim çeribaşımızsın- dedi, -gezdiğin yerler benden


çok, tecrübelerin fazla, aklın, dirayetin bütün Çingene'lerden


üstündür. Sana açılmalıyım...-


 


 Gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi,


söylemeye başladı:


 


 -Onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen


benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin... Ben ki, arkamdan


uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmedim;


yedi köye hükmeden eşraf bana gelip: 'Kızım senin için


yataklara düştü, Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme


basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..' diye yalvardılar


da, gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir


kolu olmayan kızı seviyorum.


 


 Onu alamam, onu kaçıramam... Halbuki o da beni seviyor.


Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. 'Gel; dedim, 'beraber


kaçalım.' Acı acı güldü, 'Ağam,' dedi, 'ben senden noksanım,


bana sadaka mı veriyorsun?..' Onu nasıl sevdiğimi anlattım:


'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp


bir koldan daha mı az değerlidir?'


 


 -Tekrar gözyaşları boşandı: 'Olmaz' dedi, 'düşün ki, her


karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni


böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek


ihtiyar babamın yanında kalayım, sen de bir daha buralara


uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün,


seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak


şeylere beni inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan


hemen buralardan git!..-


 


 Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yere indirdi:


 


 -Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap


olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını


hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana


içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: 'Ne diye


gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?' demek


isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan alınır;


kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam


boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep


böyle sürüp gider...


 


 Ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma,


bende artık kuvvet yok, akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var.


Mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşk... Senin Atmacan


artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..-


 


 Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü


ki, fazla bir şey sormaya, hatta teselli etmeye kalkışmadım;


ona bu halde ne söz söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı.


 


 Koluna girip çadıra kadar götürdüm.


 


 İşler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım, Atmaca'nın hali beni


korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. Şimdilik işi


oluruna bırakmaya karar vererek yattım. Bütün gece, büyük çınarın


altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca'yı ve


dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında


görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını


gördüm. Fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli


belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark


gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.


 


 ..


 


 Günler, kuvvetli bir rüzgarın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri


gibi birbiri arkasına geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların


sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. Herkes


müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir


durgunluk kaplamıştı.


 


 İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri afsunları


okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca'nın imdadına


çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı


belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını


yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen


dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.


 


 Kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek


bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgar kafalarımızdan her düşünceyi


silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.


 


 ..


 


 Bir gün Atmaca yanıma sokuldu.


 


 -Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..- dedi.


 


 Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı


gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.


 


 -Değirmenin içinde çalacağım!- dedi.


 


 -Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?-


 


 Tuhaf tuhaf güldü:


 


 -Korkma!- dedi, -Klarneti o gürültüde de size duyururum.


Nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi.-


 


 Yağmur akşama doğru sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut


ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar


zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.


 


 ..


 


 Hepimiz değirmenin içine dolduk. Tavlada sallanan iki tane


gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar,


taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı.


 


 Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak


tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök


gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.


 


 Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı.


Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.


 


 Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi:


Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya


başlamıştı.


 


 Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile


unutamam.


 


 Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını


kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan


taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.


 


 İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın


gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların


dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların hepsini bastıran deli


bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan


sonra tekrar yükseliyordu.


 


 Alacakaranlıkta Atmaca'nın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan


genç kıza bakıyorlardı, genç kızın acınacak bir perişanlıkla


çırpınan büyümüş gözlerine...


 


 Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim


kullandığımız kelimelerin takati yoktur...


 


 Bazan okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... Fakat derhal


yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum


tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza


işleyen bir bıçak haline geliyordu.


 


 ..


 


 Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmaca'nın ayağa kalktığını


gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı.


 


 Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı.


O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı.


Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan


sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...


 


 O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına


arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler


uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan gibi homurduyor ve


dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha


büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın üzerindeydi.


Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak


hallere sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin


kenarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen


dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir şey söylemek


ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya


çekiliyordu.


 


 Bu bakış ancak bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça


düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. Fakat hemen


kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı. Sanki bir imdat


bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici; bu parçalayıcı ağrılardan


kurtaracak bir imdat... Nihayet kafasına bir şey vurulmuş


gibi inledi. Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına,


çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye


doğru atıldı.


 


 Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık,


sonra delice bağırarak arkasından koştuk...


 


 Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve -iş


işten geçti- demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.


 


 Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu.


Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı.


 


 ..


 


 İşte adaşım, sana seven bir Çingene'nin hikayesi.


 


 Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler


kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında


oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir...


 


 Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin


kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak,


bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda-


gene hoş şeydir.


 


 Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde


taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte


adaşım, yalnız bu sevmektir.


 


 1929


 


 ...


 


 Kurtarılamayan Şaheser


 


 Genç şair siyah meşin ciltli ufak kitabı havaya kaldırarak


bağırdı:


 


 -Bundan daha yükseğinin bulunduğunu söyleyemez, sevgilim


benim eserimden daha güzelini okuduğunu iddia edemez ya.-


 


 Gözlerinde, erimiş bir madenin oynak parlaklığı ve yanık


yüzünde bir ekmek kabuğunun kırmızımtırak donukluğu vardı.


 


 Yer ayaklarının altından itiyormuş, yahut gökyüzü kendisini


çekiyormuş gibi yukarıya uzanıyor; vücudunu insanlıktan


ayıran bir buğu, hareketlerine gökyüzündekilere mahsus sarhoşluğu


veriyordu. Çimenler üzerinde uçuşan beyaz kağıtlar,


ki bunlar elindeki şaheserin müsveddeleriydi, yüzüne sisten


yaratılmış küçük kuşlar gibi dokunup geçiyorlar ve sonra bahçedeki


beyaz güllerin, kan rengi karanfillerin, bıçak gibi keskin


kokulu sardunyaların, yaşmaklı bir kadına benzeyen zambakların,


ince sapları üzerinde alevli bir meşaleyi hatırlatan lalelerin


ve renkli maskeleriyle eski Yunan aktörlerini andıran hercaimenekşelerin


üstüne konuyorlardı.


 


 Ve genç şair gülüyordu; yüzünün hiçbir çizgisini değiştirmeyen


fakat bir nehir coşkunluğuyla dökülen bir gülüş esmer


yanaklarına yayılıyordu.


 


 Çünkü o bugün şaheserini bitirmişti.


 


 Siyah meşin ciltli kitabın sahifelerine bakarak haykırdı:


 


 -Artık hiç kimse benden yüksek değildir; Homeros veya


başkası! Ben bunlara da tepeden bakıyorum. Ve sevgilim benden


daha iyi yazanları gösteremeyecek. Ancak herkesten yüksek


şeyler yaratırsam beni seveceğini söylemişti. İşte, benden


evvel gelenlerin ve benden sonra gelecek olanların yetişemeyecekleri


yüksekliğe çıktım. Ve yalnız kendisi için yazdığım bu


kitabı ona verdiğim zaman o da benim için sakladığı kalbini


verecek...-


 


 Kitabın sahifelerinden gözlerini ayırmayarak yürüdü. Islak


çimenleri çiğneyerek ve ayağının altında ezilen menekşelere


dikkat etmeyerek, iki tarafı mermer direkli bir kapıdan evine


girdi.


 


 Ve şaheserini sevgilisine yolladı.


 


 Tam sekiz sene evveldi ve o zaman genç şairin şakaklarında


şimdiki gibi beyaz teller, gözlerinin kenarlarında yorgunluk


çizgileri yoktu. Yüzünün derisi beyaz bir güle, dudakları kırmızı


bir güle benzerdi. Ve memleketin kadınları onun şiirlerini


sonsuz bir baygınlık ve şehvetle okurlardı. Bu esnada gözlerinin


önüne mısraları gibi tatlı ve ince endamıyla genç şair gelirdi.


 


 Fakat güzelliğinin derecesi insan güzelliği hudutlarını aşan


bir genç kız vardı ki bunlara istihfafla (alay) dudaklarını bükmek


acayipliğinde bulunuyordu.


 


 Ve genç şair, yazıları karşısında kendinden geçmeyen bu


fevkalade kızı seviyordu...


 


 -Sevgilim- dedi, -mısralarım ki Hind'in ipeklileri kadar ince


dokunmuş ve İran'ın kıymetli halıları gibi hünerli renklerle


süslenmiştir, niçin senin kalbini heyecana getiremiyorlar? Geceyi


terennüm eden şarkılarım sana kendi gözlerini; gün doğuşunu


anlatan şarkılarım sana dudaklarının rengini hatırlatmıyor


mu? Dalgalara ait şiirlerimde dağınık saçlarının tellerine rast


gelmiyor musun?-


 


 -Belki böyle olabilir...- diye genç kız cevap verirdi, -Belki


böyle olabilir, genç şair, fakat benim seni sevmem için daha


başka şeyler yazabilmen lazımdır. Bana tanımadığım şeylerden,


saklı güzellikler ve hakikatlerden bahsedebilir misin? Ve bunları


herkesten daha güzel olarak yazacak kudreti kendinde buluyor musun?


 


 Güzel yazıyorsun ey şair, derin ve azametlisin, fakat Fuzuli


daha derin, Goethe daha azametli değil miydi?


 


 Söyle, ihtiras ve çılgınlıkta Shakespeare'i, istihza (üzüntü,


umutsuzluk) ve ıstırapta Dante'yi geçebilir misin?-


 


 Ve genç şair anlıyordu ki, bu büsbütün başka bir mahluktur.


Kadınları hayran eden, çeken şeylerin buna tesiri yok. Çünkü


bu kızın gözleri baktığı şeyleri görüyordu ve sinirlerinde


hissetmek, kafasında düşünmek kabiliyeti vardı...


 


 Ve genç şair cevap verirdi:


 


 -İçimdeki ateş, herkesin ısınmak için bana sokulmasına kafiydi.


Ben de onu üfleyip çoğaltmak, orada bir yangın yapmak


ihtiyacını duymuyordum... Lakin, ey sevgilim, görüyorum ki


bu, kıvılcımlarını senin kalbine sıçratamayacak kadar fersizmiş.


Fakat bunu yanardağ yapacak kudret bile bende var. Sana söylediklerini


aratmayacak eserleri getireceğim, sevgilim ve o zaman


kalbini bana vereceksin...-


 


 -Ve o zaman kalbimi sen alacaksın!..-


 


 Ve genç şair bir ay şehrin etrafındaki ormanları dolaştı, ki


orada yerlere kadar uzanan dalların pembe dudaklı çapkın gelinciklerden,


sarışın ve hayalci papatyalardan aldığı gürültüsüz


öpücüklere, yalnız sinsi sinsi yürüyen yabankedileriyle, daima


koşan ürkek karacalar mani oluyorlardı.


 


 Ve bir ay geniş nehirlerin üzerinde kayıkla dolaştı ki, orada,


boyalı teknelerinde ağlarını temizleyen ihtiyarlar, tatlı sesli


su perilerinin toy balıkçıları bataklık sazlarının içine nasıl


çektiklerine dair acıklı türküler söylüyorlar; ve geceleri küçük


balıklar, ayın nehre avuç avuç serptiği gümüş kırıntılarını toplamak


için, suyun üstünde sıçrıyorlardı.


 


 Ve bir ay, geceleri şehrin içinde gezerek, birbirinin göğsünde


uyuyan çiftleri, sokaklarda bir tek gölge halinde dolaşan


sevdalıları gördü. Korulardaki sık ağaçların altını ve alçak duvarlı


bahçelerde ay ışığının giremediği karanlık köşeleri gözetleyerek


sonsuz veda monologlarını veya kıskanç aşıkların yeis


dolu şikayetlerini dinledi.


 


 Ve üç ay sonra, gümüş bir kalemle gümüş ciltli bir deftere


geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.


 


 Fakat bu defter, zehirli dikenlerle yazılmış gibi acı satırları


taşıyan bir cevapla geri geldi. Genç kız:


 


 -Heyhat, zavallı şairim- diyordu, -şiirlerin ihtiyar ve zengin


çiftlik sahibinin kızını ağlatacak ve valinin mağrur yeğenine


önünde diz çöktürecek kadar güzeldir. Sokaktan geçtiğin zaman


kadınlar pencerelerden eskisinden daha çok sarkacaklar,


ihtimal minimini ipek mendillerini de -tabii dalgınlıkla- ayaklarının


dibine düşüreceklerdir. Fakat bütün bunlar beni sana


yaklaştırmaya kafi değil..


 


 Gerçi gördüğün ve yazdığın şeyler fevkaladedir. Lakin ben


de seninle beraber olsaydım onları aynı şekilde görecek değil


miydim? Hangi şey bana bilmediklerimden bahsetti? Belki şiirlerin


bizzat hayat kadar tesirli ve tatlı yazılmıştı, saf ve iyilikle


doluydular; fakat söyle, Horatius senden kat kat tesirli ve tatlı


değil miydi? Vergilius, ilahi Vergilius kadar temiz ve hayır isteyici


olmak elinden geliyor mu?-


 


 Genç şair tükenmez hıçkırıklarla minderlerin üstüne atıldı.


Yüzükoyun kapanarak ağlıyor, ağlıyordu. Hayatlarında hiç


sevmemiş olanların tahayyül edemeyecekleri bir acı onu boğuyor;


sanki gür alevli bir meşale göğsünün içerisinde dolaşarak


kaburgalarını yalıyormuş gibi kıvranıyordu.


 


 Kendisini tutmak isteyerek, beyaz dişlerini mor kadife yastıklara


geçirdi... Göğsünü saran bir sesle kesik kesik: -Yazacağım


sevgilim- dedi, -sana istediklerini yazacağım!..-


 


 Ve genç şair altı ay memleketin bütün büyük filozoflarını,


şairlerini dolaştı. Şehrin birinde, uzun siyah sakallı, tepeleri


çıplak filozoflar, eskimiş cübbelerinin geniş kollarını sallayarak


ona Aristoteles'ten, Epikür'den veya İbni Rüşt'ten bahsettiler.


 


 Ve gözlerinde, başka bir aleme bakmaktan doğan, hürmete


layık bir mahmurlukla -ki genç şair bunu evvela açlıktan zannetmişti-


ruhun ölmezliğinden ve değişmelerinden; fani olan


eşyanın ebedi olan hayata ve fani olan hayatın ebedi olan eşyaya


karşı vaziyetlerinden ve -kendilerinin buldukları- ebedi hakikate


varmak felsefesinden; ezeli ve felsefi hayatın lezzet ve


feragatiyle dünya hayatının ve zevklerinin süfliliğinden -ta belediye


reisinin verdiği mükellef ziyafete geç kalmamak için bu


asil konuşmayı kesinceye kadar- coşkunca bahsettiler.


 


 Ve diğer bir şehirde, gür beyaz kaşlı, damarlı elli meşhur


biyoloji alimleri genç şaire karıncaların öğleden sonraki yaşayışları


hakkında yeni nazariye ve tahminleri ihtiva eden yirmi


muazzam ciltlik kitaplarını hediye ettiler.


 


 Ve çalımsız bir evde, şatafatsız bir masanın başında toplanan


beyaz ve nazik elli, ince yüzlü, parlak ve uzun saçlı, sihirli


sözlü şairler, -muhayyilenin genişlemesine pek ziyade yardım


eden- bir kağıt oyunuyla meşgul olurlarken şiirden, sanattan


ve bilhassa estetikten bahsettiler. Ve ona daha fazla alaka göstermek


isteyerek önlerindeki küçük para kümesini bitiriveren


bu kamil ölmezlerden bazıları, eve hülyalı bir loşluk veren sönük


kandilin ışığında, derin ve binbir renkli şiirlerini okudular.


 


 Ve keskin kokulu portakal bahçelerinde, erguvan renkli


güller arasında, ay ışığının renklerini aksettiren firuze yüzükler,


opal taşından küpelerle dolaşan va küçük bir kuşa benzeyen


başlarını şairin ipek harmanisinin arasına saklayan sevgilileri


veya büyük bir gece şenliğine Lahur şalından sarıkları, zebercet


saplı asalarıyla, gümüş bilezikli zenci köleler arasında


gelen ve Firdevsi'yi imrendirecek ilahi cenk kasidelerini gülümseyerek


dinleyen uzun bıyıklı, heybetli sultanları onun taze


muhayyilesinde yaşattılar.


 


 Ve genç şair altı ay memleketin velut (Doğurgan, çok eser veren)


ve bakir sanatkarları arasında seyahat etti. Köyün birinde, geniş


yapraklı çınarların altında, rutubet kokan hasırlara oturarak,


tepelerindeki saçları kazınmış buruşuk yüzlü ihtiyar saz şairlerini


dinledi. Ve onlar buna öyle kahramanları terennüm ettiler ki, zürafalar


gibi koşan beyaz atlarıyla bir akbaba sürüsü halinde şehre iniyorlar ve


korkudan ovalara kaçan ahali arasından ince vücutlu, pembe


topuklu kızları beygirlerinin üstüne alarak kaçırıyorlardı.


 


 Ve öyle babayiğitlerden bahsettiler ki, ormanlarda bir kaplan


gibi hüküm sürüyorlar ve kendilerine uykuda baskın veren


yirmi tane düşmana, hiçbir silahın işlemediği dev gibi vücutlarıyla


saldırarak onları sansarın önündeki civcivler gibi dağıtıyorlardı.


 


 Ve başka bir köyde, deniz kenarındaki isli bir kayıkçı kahvesinde


küçük boylu, seyrek bıyıklı bir aşık, elindeki minimini


kemençeyle binbir türlü korkunç ve hayret verici deniz maceralarını


haykırıyordu.


 


 Ve genç şairin gözünün önünde, tek yelkenli bir taka ile


muazzam kalyonlara hücum eden, sahildeki kasabaları dehşet


içinde bırakan iri palalı, çıplak kollu kabadayılar; veya alçak


küpeşteli alamanalar (büyük kayık), aykırıseren cırnıklarla açık denizlere


uzanarak mücevher ve esir yüklü tüccar gemilerini soyan gözü


yılmaz korsanlar geçit resmi yapıyorlardı.


 


 Ve o, bu basit çalgıların belki cırıltıdan fark edilemeyecek


olan nağmelerinde herhalde derin bir şeyler bulunması lazım


geldiğini hissediyordu.


 


 Ve genç şair altı ay memleketin bütün şehirlerini dolaştı ve


orada ağlayanları ve gülenleri gördü.


 


 Büyük bir konağın geniş salonunda raks ve kahkahadan


yorulup terleyenler serin şerbetlere, buzlu yemişlere koşarlarken,


kristal pencerelerden dışarı süzülen ışıkta, soğuktan donan


ayaklarını avuç avuç karla ovmaya çalışan ihtiyarları gördü.


 


 Kucağında taşıdığı aç çocuğu yaşatmak için sarhoşların arkasından


koşan kadınları; ve karnında taşıdığı günahsız çocuğu


öldürmek için hekimlerin cebine beyaz alevli inci salkımları


koyan kadınları gördü.


 


 Kardan ve rüzgardan koruyan bir dükkan kepengi altında


başını bir köpeğin sırtına dayayarak uyuyanları ve güzel ısınmış


odalarda, Çin ipeği örtülü yataklarda, nakris (Nikris olmalı. Halk


arasında damla hastalığı denir. Parmaklarda, topuklarda, eklem


yerlerinde olur. Tıpta gut adıyla geçer.) ağrılarıyla kıvranarak


uyuyamayanları gördü.


 


  Aptalların tahakkümüne, günahsızların cezalanmasına; faziletin


susmasına ve ihtirasların gürültüsüne, hikmet ehlinin


tahrik edildiğine ve nadanların alkışlandığına şahit oldu.


 


 Ve tam bir buçuk sene sonra, altın bir kalemle altın ciltli bir


deftere geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.


 


 ..


 


 Fakat bu defter, bir Arap hançeriyle yazılmış gibi keskin


satırları taşıyan bir cevapla geri geldi.


 


 -Hayret, ey genç şair!- diyordu, -Öyle güzel şeyler yazıyorsun


ki, yüzyıllardan beri sahipsiz duran sanatkarlık tacı senin


başını süslemek için herhalde acele edecektir. Ve hükümdarlar,


sana bitip tükenmez şereflerin erguvan renkli maşlahını


giydirmek için saraylarının geniş bahçelerinde muhteşem ziyafetler


hazırlayacaklardır.


 


 Halbuki ben gene senden uzak kalacağım...


 


 Felsefelerini, ey şair, en ele avuca sığmaz kafaları bağlayacak


kadar kuvvetli ve güzel laflarla dolu olan felsefelerini senden


evvel Eflatun ve daha birçokları kandırıcı bir belagatle ve


fazlasıyla tekrar etmediler mi?


 


 Kabadayılık ve savaş destanların o kadar tesirlidir ki,


Çin'in hiç durmadan uyuyan afyonkeşleriyle, Hind'in yıllardan


beri kımıldamayan fakirlerini, Priyamus'un kahraman milleti


veya Rüstem'in korkusuz arkadaşları gibi azgın dövüşlere, şanlı


yiğitliklere sürükleyebilir.


 


 Fakat bu yolda Homeros'un senden daha coşkun, Firdevsi'nin


daha usta olduğunu inkar edebilir misin?


 


 Gezdiğin yabancı yerlerin büyüleyici kokusunu ruhlarımıza


benzersiz bir ustalıkla üflüyorsun, fakat şüphesiz Byron da


seyahatlerini anlatırken güzellik ve ustalıkta senden daha aşağı


değildi.-


 


 Ve genç şair ipek minderlere ateş gibi gözyaşları dökerek


düştü. O kadar çok seviyordu ve şimdiki ıstırabı o kadar büyüktü


ki artık hiçbir şey onu yatıştıramaz sanılırdı. Evvela iki


yumruğunu dişleriyle ısırarak ve ayaklarının ucuyla kadife sediri


parçalayarak hıçkırıyordu. Fakat biraz sonra birdenbire fırladı;


susmuştu. Gözlerinde yaş yerine alelacayip bir parıltı vardı.


Yavaş yavaş loş bir karanlığa dalan odaya alnından, gerilen


ve birdenbire daha genişlemiş görünen alnından, beyazımtırak


bir ışık yayılıyordu. Odanın aynı koyu lacivert tülle örtülmeye


başlayan renkli eşyası ortasında fildişinden bir Buda heykeline


benzeyen vücudu gittikçe büyüyor ve uzuyor gibiydi.


 


 Geriye atılmış başından lülelerle saçlar çıplak omuzlarına


dökülüyor, bir şeyi kucaklamak ister gibi yumuşak bir hareketle


ileri ve biraz yukarı uzanan kolları bir mayıs gecesindeki hilali


andırıyordu. Gökyüzünün en uzak yerindeki birer yıldız gibi


kırpışan gözlerinin önünde kapkaranlık bir saha uzanıyordu:


Siyah, gözleri kamaştıracak kadar siyah bir boşluk... Ve bunun


ortasında ince bir yol vardı, kendi gözlerinden çıkan ve uzak,


görünmez yerleri dolaştıktan sonra yine oraya dönen ince, adeta


bir bıçakla çizilmiş gibi keskin ve beyaz bir yol, bir çizgi...


 


 Ve anladı ki, ihtişam ve büyüklüğe, gizli hakikatlere ve ölmez


güzelliğe giden yol bu...


 


 Oraya koşmak ister gibi atılırken, üzerlerindeki gözyaşı hala


kurumayan yastıklara düştü.


 


 ..


 


 Ve genç şair tam iki sene hiçbir insanın giremediği hudutsuz


kum çöllerinde dolaştı.


 


 Ayrı, her şeyden, herkesten ayrı ve uzak kalmak, yalnız


kendisini dinlemek, yalnız kendi düşünebileceği gibi düşünmek


istiyordu. Sakız gibi çiğnenmiş güzelliklerden, bir dua kadar


çok tekrar edilmiş yeni fikirlerden eser bulunmayan bu


çölde hiçlik ve... güzellik hüküm sürüyordu: Ne canlı kumları


güneşin ve ayın bakışlarından saklayan münasebetsiz bir ağaç,


ne durmadan sızan bir yara gibi etrafını kirleten bir su, ne de


üzerinde şairlerin zevzeklik edebilecekleri bir çiçek görülüyordu.


 


 Ve işte burası güzeldi.


 


 Çünkü burada yalnız güneş, ay ve kum vardı... Bir de rüzgar.


 


 Ve bunlar büyük, güzel ve sarihtiler (açık, belli, belirgin).


 


 Evet, büyüklüklerine rağmen sarih... Ne bir nebattaki karmakarışık,


anlaşılmaz değişmeler, ne bir hayvandaki içinden çıkılmaz


ve dehşetli yaşayış hareketleri, ne bir dimağdaki kökü


bilinmez hisler ve düşünceler... Burada insan ruhunun en çok


susadığı ve muhtaç olduğu bir vuzuh (açıklık) vardı ve bunu şairin


vücudundan başka hiçbir şey bozamıyordu.


 


 Bu vuzuh, korkunç bir karışıklığın görmek kudretinden


mahrum olan gözlerimizdeki tecellisi de olabilirdi, buna rağmen


herhangi çelimsiz bir mahlukun mütecessis (meraklı) kafalarımızda


sıraladığı mızmız sorguları tekrar etmiyorlardı.


 


 Ve o, zihni hiçbir sorgu çengeline takılmadan düşünebiliyordu.


İşte böylece bu mutlak güzelliğin içinde yıkandı, yıkandı...


Geceleri ayın ışığı altında insana kımıldıyormuş gibi gelen


kumlara yüzükoyun yatarak başını bu minimini zerrelere gömüyor


ve onlar, her nefes alışında ağzına, burnuna dolmak isterlerken,


o gözlerini içine çevirerek kendine bakıyordu. Anlıyordu


ki yazılacak şeyler, güzel ve hakiki şeyler yalnız orada


var...


 


 Fakat o burada maddi elemlerin en acılarını tattı. Çünkü


gündüzün çöl bir maden eritme ocağına dönerdi. Birer kıvılcım


olam kumlar, derisini yırtarlar, güneşten su halinde akan alevler


sırtını yalar ve ensesini delerek beynine kadar dökülürlerdi.


 


 Ara sıra bir hurma ağacı aramak ve su tulumunu doldurmak


için çölün kimsesizliğinden ayrılırken -ki nihayet o da bir


insandı ve yaşamaya mecburdu- ayaklarının altında kımıldayan,


kayan ve çöken bir zemin hissederdi. Ve bazan dizleri dermansızlıktan


kırılarak bu dikenli yatağa uzanır ve midesinin


dimağına kalkıp ilerlemek, uzuvlarına böylece uzanıp kalmak


için verdiği birbirine zıt emirlerin feci mücadelesine şahit olurdu.


 


 Fakat o bunların bağırmalarını susturduktan sonra yine çöle


büyüklük ve tenhalık ülkesine dönmekte acele ederdi.


 


 Hiçbir zaman susmayı bilmeyen kalbi hemen her gün sevgilisini,


evini, bütün bıraktığı yerleri yavaş fakat keskin bir sesle


fısıldar ve o, göğsünün içinde birbirine muvazi (paralel) birçok


bıçakların hep beraber hareket ettiklerini hissederdi.


 


 Fakat iki sene sonra, sertleşen ve kararan bir deri, gözlerinin


kenarında derinleşen çizgilerle burayı terk ettiği zaman,


büyüklük ve güzelliği, acıyı ve hasreti yüz yüze tanıyordu.


 


 Ve genç şair iki sene engin denizleri ve şimalin buz sahralarını


dolaştı.


 


 Deniz... İşte bu da muazzam ve nefis bir şeydi... Kendisini


gezdiren geminin güvertesine uzanarak uzaklara, ta uzaklara


bakar ve kesik kesik nefes alan sulardan başka hiçbir şey görmezdi.


 


 Çöl ve deniz hemen hemen aynı şeylerdi: Her ikisinde de


aynı büyüklük, aynı ağırbaşlı sessizlik veya aynı heybetli ve


derin bağırmalar... Ve denizde de, küçük, minimini, sinirlendirici


teferruat yoktu. İnsan orada yalnız renkten renge giren su


damlaları ve devlere benzeyen bir mahlukun yavruları gibi birbirleriyle


oynaşan hoyrat dalgalar görebilirdi... Sonra bitmez


tükenmez bir genişlikle karanlık ve sıkı bir derinlik... Ve bütün


bunlar onu manasız bir tecessüse değil, düşünmeye sevk ederlerdi.


 


 Ve sonra buz sahraları...


 


 Beyaz, temiz, günlerce uzanan bu yerlerde, gösterişsiz bir


kibarlık ve incelik vardı. Sade, şatafatsız, fakat güzel ve tatlı olmanın


sırrını ancak bu şekilsiz kar tepeleri keşfedebilmişlerdi.


 


 Her şeyi hayattan uzaklaştıran, hiçbir zaman yenilmeyen


dehşetli bir kudretleri olduğu halde, mütevazı ve kibardılar. Ne


gururdan doğan bir süs, ne kendini beğenmeyi gösteren bir ses...


 


 Ve işte genç şair fırtınalı denizlerden, soğuk buz sahralarından


ayrılırken, dünya hudutlarını aşan bir genişlik ve derinliği,


necip (temiz, soylu) kalplere mahsus olan bir kibarlığı ve esaslı


kıymetlerin bir tek elbisesi olan tevazuu içinde taşıyordu...


 


 Ve genç şair iki sene dünyayı rastgele dolaştı. Bu sefer gördüğü


şeyler onu hayretten hayrete düşürüyordu. Halbuki değişen


hiçbir şey değil, sadece kendi görüşüydü.


 


 Evvelce fazilet diye baktığı şeylerin birer merasim ve gösterişten


ibaret olduğunu ve asıl iyiliğe yalnız ahlak münakaşalarında


veya akıllı nasihatlarda rastlanabildiğini, namuslu olabilmek


için başkalarının namusuna dil uzatmanın, kirlenmeden


yükselebilmek için temiz alınlara basarak çıkmanın yeter olduğunu


ve daha buna benzer birçok şeyleri gördükçe şaşkınlığı


büsbütün artıyordu. Fakat o, böylece ahmaklık ve aciz isimli


mahluklarla, bunların çocukları, küstahlık ve riya adlı iki zavallıyı


tanımış oldu.


 


 Ve ayrılırken kalbinde yalnız ufuksuz bir merhamet, yeis


veya hiddeti manasız bulan bir rikkat (yufkalık, incelik)


hissetti...


 


 İşte genç şair şaheserini bilinmeyen ve bulunmayan kumaşlardan


dokumak için yaptığı bu seyahatten dönüşünde,


içinde Allahla boy ölçüşen bir kuvvet kımıldıyordu. Çünkü


şimdiye kadar yazanların ancak var olduğunu bildirdikleri şeye


o bizzat erişmişti.


 


 Üç ay uğraşarak derin manalı, renkli kelimelerden bir elbise


giydirdiği şaheserinin her sahifesi onun çölde kavrulan ve


kutuplarda gerilen muzdarip derisinin bir parçasıydı ve bir sevinci


bağırmak, bir elemi ağlamak veya bulutlardan yüksek bir


fikre ulaşmak için durmadan kımıldayan satırlar coşkun sinirlerinden


örülmüştü. Ve o bu satırlardaki kelimeleri -vakit vakit


bir sabah yıldızının belirsiz ışığı gibi ince, felaketin gözleri kadar


keskin, yalanın dudakları kadar yumuşak ve bir çocuk rüyası


kadar tatlı sesler veren kelimeleri- gözlerinin kenarındaki


derin çizgilerden işledi.


 


 Lazım gelen yüksek ve temiz asilliği eserine büsbütün verebilmek


için de, onu yazdığı müddetçe insanların arasına karışmadı.


Ve siyah bir kalemle, siyah meşin ciltli bir deftere yazdığı


şiirleri sevgilisine yolladı...


 


 ..


 


 Bu sefer genç kız, gözlerinde gurur ve hayretin parıltısı,


hareketlerinde hasret ve isteğin acelesi olduğu halde bizzat geldi.


Boynuna atılarak onu öptükten sonra böyle haykırdı:


 


 -Genç şair, genç şair, ey benim sevgilim! Artık hiç... hiç


kimse seni aşamayacak; sen peygamberleri gıptaya düşürecek


şeyleri yarattın, sen insanları yaşamaya veya öldürmeye sürükleyebilecek


şeyleri yazdın. Güneş senden daha sıcak, gökyüzü


daha geniş, ilkbahar rüzgarları daha canayakın değildir.


 


 Ve sen bunları yalnız benim için yaptın.


 


 Ey genç şair, ey benim sevgilim!


 


 Artık hiçbir kadının benimle bir olmadığını hissediyorum.


Artık Leyla benim yanımda minimini ve Jülyet pek zavallıdır,


ben Beatrice'ye bile gururla bakıyorum ve bundan sonra Süleyman'ın


sevgilileri de benimle boy ölçüşemeyeceklerdir. Ebediliğe


senin kolların arasında süzüleceğim sevgilim ve yüksekte,


en yüksekte uçacağız.


 


 Ey sevgilim, yalnız benim sevgilim!


 


 Şimdiye kadar hep sana koşmak için çırpındığı halde yenilmez


bir gururun emirlerini dinlemeye mecbur olan kalbim bak,


içindekileri anlatmak için acele ediyor. O gururum ki, fanilerden


birine meyli olduğu için gönlümü bir ısırgan demeti gibi


dalamıştı, şimdi sana bunları söylemekte bir haz buluyor.


 


 -Mademki uzun senelerin hasreti içimizde yaramaz bir çocuk


gibi tepinmektedir, gel, birbirimizin olalım ve sen bana aşkın


da ebedilik kadar tatlı ve güzel olduğunu anlat... Gel, beni


kollarının arasında sık...-


 


 Fakat genç şair onu kollarının arasında sıkmadı.. Çünkü


hiçbir şey işitmemişti.


 


 Sevgilisinin, sedirlerden birinin üzerine bıraktığı şaheseri


parmaklarıyla karıştırırken sihirli satırlar onun gözlerini, elinde


olmayarak, çekmişler ve o, derin bir hayret içinde kendinden


geçerek, bunları okumaya başlamıştı.


 


 Yarattıkları o kadar güzeldi ve şairi o kadar kuvvetle çekiyorlardı


ki, sevgilisinin: -Beni işitmedin mi şair!- diye bağırdığını bile duymadı.


 


 Ve ancak genç kız onu omuzlarından yakalayınca kendine


geldi. Kızın gözleri, kafasının içindeki herhangi bir ateşten kaçarak


dışarı fırlamak isitiyormuş gibi yanıyordu. Dudakları titreyerek


tekrar etti:


 


 -Beni dinlemedin mi şair? Sana söylediklerimi işitmedin mi?-


 


 -Ne söyledin sevgilim?- diye cevap verdi, -Beni affet, biliyorum


ki tamiri kabil olmayan bir şey yaptım. Ama bunun sebebi


senin için yazdıklarımın yine sana benzeyen güzellikleriydi.


Aşkın sesinden uzak kalan kalpleri hasretin ne hallere koyduğundan


bahseden satırlarım, beni seslerin en canayakınını


dinlemekten alıkoydu. Tekrar et sevgilim, söylediklerini benim


için tekrar et...-


 


 Genç kız biraz düşündü. Yüzü beyaz, bir kuğunun tüyleri


kadar beyaz olmuştu. Başını ağır ağır kaldırarak sordu:


 


 -Hiç, hiçbir şey duymadın mı?-


 


 -Hiçbir şey sevgilim, fakat tekrar et-'


 


 O zaman boğuk ve yeisini örtmek isteyen bir sesle tekrar


başladı:


 


 -Kitabını okudum genç şair, yalnız harikuladeliklerle, yalnız


insanı saran güzelliklerle doluydu. Ve senin herkes gibi olmadığını


haykırıyordu.


 


 Senden daha fazla uzak kalmak istemem ey şair!..-


 


 Burada dudaklarını yakıcı bir gülüşle ısırdı; gözleri, donuk


ve karanlık, şaire dikildiler, dimdik baktılar. O bir kadın, baştan


aşağı bir kadındı... Dişlerini sıktı, onların arasından, keskin,


ağır bir sesle:


 


 -Yalnız...- dedi, -Yalnız bu kitap dehanı ve kudretini bana


gösterdikten sonra aramızda lüzumsuz olmaya başlıyor... Ve


görüyorum ki o seni hemen hemen benim kadar alakadar edecek...


 


 Hiç buna imkan var mı şair? Senin kafanda, ruhunda, hatta


en ufak bir hüceyrende (hücrende) bile benden başkasının yer almasına


tahammül edebilir miyim?


 


 Şu halde büsbütün senin olmam için bu engelin ortadan


kalkması lazım. Ve sen benim için yazdığın bu kitabı yine benim


için yok etmekte eminim ki tereddüt etmeyeceksin, hatta


bunu ben yapacağım.-


 


 Ve genç şairin elinden çekip aldığı şaheseri, orada, mercan


alevlerle yanan ocağa fırlattı.


 


 Ve bir feryat, duvarları sarsan, havayı karıştıran, yüzyıllık


ağaçların fırtınada devrildikleri zaman yaptıkları gürültüye, ormana


bir yıldırım düştüğü zaman vahşi hayvanların kopardıkları


çığlıklara, ateş saçan bir yanardağın geniş çatlaklarından


fırlayan boğuk ve yırtıcı ıslıklara benzeyen bir feryat genç şairin


göğsünden fırladı...


 


 Ve o, kendisini oraya, minimini alevlerin kitabın meşin cildini


ağlayışlı bir çıtırtıyla büktükleri ocağa doğru attı.


 


 Fakat genç kız daha evvel koşarak ocağın önünü vücuduyla


kapatmıştı. Vahşi bir gülüşle: -Çekil!- dedi.


 


 Erkek, ki o zamana kadar gözlerinde sonsuz bir tatlılık ve


ilahilikten başka bir şey bulunmazdı ve hareketleri devamlı bir


çekingenliğin ağırlığını taşırdı, birdenbire buğulanan bakışlar,


pençe haline giren kollarla oraya hücum etti ve her iki ağızdan


birden fırladı: -Çekil!..- ve hiçbirisi çekilmedi...


 


 O zaman aralarında öyle korkunç bir mücadele başladı ki,


köpüren ağızlardan feci soluklar ve hırıltılar çıkıyor, duvarlara


şiddetle çarpan kafalar orada kanlı saç demetleri bırakıyordu.


Birdenbire erkek, genç kızı -gittikçe artan dermansızlığına ve


erkeğin yüzünü parçalarken dökülen tırnaklarına rağmen vücudunu


ocağın önünden ayırmayan genç kızı- boğazından yakaladı;


kendininkilere korkunç bir sebatla bakan büyük ve kanlı


gözler hareketsiz kalıncaya kadar sıktı.


 


 Sonra, kollarının arasında yavaş yavaş gevşeyen, kanla bulaşık


olmayan yerleri ezik bir sarılık alan vücudu yere bırakarak


ocağa eğildi, gittikçe hafifleyen alevlerin arasından meşin


kitabı aldı.


 


 Kavrulan, şeklini kaybeden bu ateşten cildi açtığı zaman


yere ancak bir avuç mavimtırak kül döküldü... Ve bunu gören


şair oraya, boylu boyunca yatan ölünün üstüne -bir kadının


elinden kurtaramadığı şaheseriyle beraber- cansız yıkılıverdi...


 


 1929


 


 (Atsız Mecmua, s. 17, 25.09.1932)


 


 ...


 


 Kırlangıçlar


 


 Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kenarında, dalları suya


sarkan ihtiyar bir söğüt ağacı vardır. İlkbaharın başlangıçlarında


bu söğüdün dallarına bir dişi kırlangıç gelip kondu; derenin


bir başından bir başına yıldırım gibi uçan, beyaz göğüslerini


suya dokundurarak şeffaf kanatlı küçük böcekleri yakalayan


diğer kırlangıçlara bakmaya başladı. Başını hafif hafif sallıyordu.


Derin düşüncelere daldığı belliydi.


 


 Söğüdün dalları hışırdadı. Bir erkek kırlangıç geldi, dişinin


karşısındaki dala kondu.


 


 Kırlangıçlar arasında pek teklif yoktur. Uzun uzadıya takdim


filan edilmeden konuşmaya başladılar ve pek az sonra da


ahbap oldular.


 


 Evvela havadan, sudan bahsedildi. (İki kişi birbirlerini yeni


tanıdıkları zaman havadan sudan bahsetmek adettir.) Fakat biraz


sonra erkek bir iki dal ileri geldi, dişi daha az çekingen bir


hal aldı.


 


 Muhabbeti kaynattılar.


 


 -Olur ya!- demeyin, iki kırlangıcın ilkbaharda, herkes dört


tarafa koşup çalışırken bir söğüt dalında oturup yarenlik etmeleri


gündelik işlerden değildir.


 


 Bizim kırlangıçların ikisi de antika mahluklardı, yani öteki


kırlangıçlara benzemiyorlardı. (Başkalarına benzemeyenlere


antika derler.) Evvela dişi kırlangıç lafı derin tarafından açtı:


 


 -Siz hiç çalışmıyorsunuz?-


 


 Başka bir kırlangıç olsaydı hemen: -Ya siz neden burada


oturuyorsunuz?- diye ikinci bir sorguya kalkışırdı. Fakat bizimki


derin derin içini çekti ve sustu.


 


 Ve dişi onun söylediği şeyleri anlıyormuş gibi başını salladı


ve gözlerini aşağıda şıpırtıyla akan suya dikti.


 


 Bir müddet daha sustular. Erkek birdenbire gözlerini dişiye


dikerek söze başladı:


 


 -Bakınız şunlara...- Ve aşağıda birbirini çaprazlayarak


uçan ve dokuma tezgahının mekiklerine benzeyen kırlangıçları


gösterdi. -Bakınız şunlara... Sabah akşam demeden, yaz kış demeden


çalışıyorlar. Ben bunlara çok kere sordum: Neden böyle


durmadan uğraşıyorsunuz, dedim, cevap vermediler. Omuzlarını


silkip yanımdan uzaklaştılar.-


 


 Dişi:


 


 -Birbirimize sen diye hitap etsek nasıl olur?- dedi. Erkek


okkalı sözlerine cevap olmayan bu lafı beklememekle beraber,


bu tekliften hoşlandı ve tekrar başladı:


 


 -Adeta utanıyorum...- dedi, -Bütün kuşları sıraya dizseler


biz herhalde sonuncu gelmeyiz. Kılığımız, kıyafetimiz düzgündür.


Aklımız, şu sabahtan akşama kadar avaz avaz bağıran bülbülden


herhalde üstündür. Kanadımızı bir vursak en hızlı güvercinden


daha çok yol alırız. Halbuki bütün kuşların en zavallısı


bizmişiz gibi hiç durmadan didiniyoruz. Şu budala serçe bile


üç günlük ömrünü keyifle geçiriyor da, biz, arasından uçtuğumuz


ağaçları bile fark etmiyoruz.


 


 Biraz durdu, dişiye doğru yandan bir göz attı:


 


 -Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa: 'Dünyada neler


gördünüz?' dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan


görmeye vaktimiz olmuyor ki...-


 


 Dişi, gözlerinin içi buğulanarak:


 


 -Ah- dedi, -tıpkı benim gibi düşünüyorsun.-


 


 Erkek cevap verdi:


 


 -Zaten seni burada tek başına görünce benim gibi düşündüğünü


anlamıştım. Doğru değil mi ama? Şu dünyayı adamakıllı


görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan


buradan gidecek olduktan sonra ne diye buraya geldik sanki?


Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?-


 


 Dişi tasdik eder gibi başını salladı:


 


 -Etrafımıza göz gezdirince- dedi, -ben de senin gibi, dört


tarafa koşan kırlangıçlardan başka bir şey görmüyorum. Ben de


bunlardan mıyım, diyorum, sonra da bunlardan değilim galiba,


diyorum. Onlar da beni pek istemiyorlar. Ne yapayım, burada


oturup etrafa bakıyorum. Siz de, şey, sen de gelmesen böyle yapayalnız


bu yazı geçirecektim.-


 


 Akşama doğru lafları daha derinleştirdiler... Sonra ayrıldılar.


Ve her gün buluşmaya başladılar.


 


 Aman yarabbi, neler konuşmuyorlardı!.. Eğer kırlangıçlarda


kitap yazmak adet olsaydı, bunların yazacakları kitaplar


muhakkak ki üniversitelerde okutulurdu.


 


 Gitgide birbirlerine daha çok alıştılar. Çok kere dişi daha


evvel gelir, gözlerini suya dikerek erkeği beklerdi.


 


 Bir gün çiçeklerden, bir gün yıldızlardan, bir gün öteki


kırlangıçlardan bahsederlerdi. Hep düşünceleri birbirine uygundu.


 


 Yalnız her ikisinin de içinde gizliden gizliye büyüyen bir


korku vardı: Bir gün gelip ayrılmak korkusu.


 


 Hiçbirisi bu korkusunu ötekine söylemeye cesaret edemiyordu.


Kim bilir, belki öbürünün yanlış anlayacağından çekiniyordu.


(Çünkü içten duyulan şeyler hep yanlış anlaşılır.)


 


 İçlerinde bu ayrılık korkusu büyüdükçe bunu münasip bir


şekilde diğerine söylemek için düşünmeye başladılar.


 


 Mesela:


 


 -Hiç ayrılmayalım, olmaz mı?- demek vardı, fakat bu pek


geniş manalı ve müphemdi. Nasıl ayrılmayalım?.


 


 -Bir yuva kuralım!- deseler, bu da pek bayağı kaçacaktı.


Hem o zaman başka kırlangıçlara benzeyeceklerini sanıyorlardı.


 


 Dünyanın geçiciliğinden, gökyüzünün sonsuzluğundan,


sulardan ve diğer kuşların yaşayışlarından bahsederlerken,


gözleri birbirine hasretle bakar ve: -Birbirimizden nasıl


ayrılacağız?- demek isterlerdi.


 


 Tesadüfün pek merhametli olmadığını ve birbirine böyle


yakın olanları bir ikinci defa karşı karşıya getirmediğini biliyorlardı.


Fakat konuştukları dil, diğer kırlangıçların diliydi ve bu


dilde, söylemek istedikleri şeyleri söylemekten utanıyorlardı.


Bu dil, onların içindeki şeylere uygun değildi.


 


 Yavaş yavaş gözlerine ve bakışlarına bir gamlılık çöktü.


Dostluktan filan bahsederken, sesleri titriyor gibiydi; yahut onlar


böyle zannediyorlardı. Fakat böyle zamanlarda hemen birinden


biri, bir kahkaha atar ve işi alaya bozardı: İçi burkulduğu halde...


Nihayet günün birinde ikisi de bunun böyle sürüp gidemeyeceğini


anladılar. İkisi de birbirlerine açılmaya karar verdiler.


 


 Sabahleyin karşı karşıya gelince dişi söylemek istediği şeyleri


gözleriyle anlatmak istedi. Tam bu sırada, üzerinde oturdukları


söğütten sarı bir yaprak koptu, iki tarafa sallanarak aralarından


geçti ve dişinin en manalı baktığı zamanda gözlerinin


önünü kapattı.


 


 Erkek bu bakışı göremedi.


 


 Fakat her ikisi de sarı yaprağı gördüler.


 


 Erkek ağzını açtı:


 


 -Senden hiç ayrılmak istemiyorum...- demek üzereydi ki,


buvvv diye soğuk bir rüzgar esti...


 


 Dişi, erkeğin sözlerini işitemedi.


 


 Fakat her ikisi soğuk rüzgarın sesini duydular.


 


 Birbirlerinin gözlerine baktılar; artık yuva kurmak zamanının


geçtiğini, sonbaharın geldiğini, ayrılacaklarını anladılar.


 


 İkisi de içini çekti.


 


 Tepelerinden birçok kırlangıçlar geçti: Sıcak yerlere dönüyorlardı.


 


 Ayrıldılar... Ve bir daha birbirlerini görmediler.


 


 Fakat ikisi de küçük derenin kenarındaki söğüdü ve orada


geçirdikleri güzel ilkbaharı ve yazı unutmadılar.


 


 Ve ikisi de, böyle bir yaz geçirmemiş olan diğer kırlangıçlara


tepeden baktılar... (Çünkü azlıkta kalanlar çok olanlara nedense


tepeden bakarlar.)


 


 1933


 


 (Varlık, s. 40, 01.03.1935)


 


 ...


 


 Viyolonsel


 


 İ


 


 Güneş, yüzüne yeşil yelpaze tutan mahçup bir kadın gibi


iri yapraklı ağaçların arkasına saklanırken, muhtelif milletlere


mensup bir seyyah kafilesi -sarı otlardan yapılmış evleri arı kovanına


benzeyen- bir zenci köyüne girdiler.


 


 Kabile reisi, yirmi seneden beri Afrika'nın bu sapa köşesine


uğramayan beyazları güzel karşılayabilmek için bütün boncuklarını,


fildişiriden yapılmış ziynetlerini taktı, eline, üzerine işlemeli


büyük yayını alarak maiyetiyle beraber köyün ortasındaki


meydanda bekledi.


 


 Birtakım şatafatlı merasimden sonra seyyahlar, reisin kulübesinde


istirahat etmekteydiler ki, köyü dolaşmaya çıkmış olan


melez tercüman koşarak geldi, elli adım kadar ötede bir Avrupalı


tarafından yapılmış olması pek muhtemel olan tahta bir


kulübe gördüğünü söyledi.


 


 Golf pantolonlarının altına çoraplarını tekrar giymeye vakit


bulamayarak hep birden oraya koştular. Tercüman doğru


söylüyordu. Bu, intizamsız kerestelerden yapılmış bir yerdi ve


önünde vahşi orman çiçeklerinden vücuda getirilmiş bahçemsi


bir meydanlık vardı.


 


 Yanlarına gelen reis, binanın iki seneden beri aralarında yaşayan


bir beyaza ait olduğunu söyledi.


 


 Tercümana sordular:


 


 -Neredeymiş kendisi?-


 


 -Belli olmaz- dedi reis, -o, buradan çalgısını alır çıkar ve


ne zaman isterse o zaman gelir!-


 


 -Ne çalgısı?-


 


 -Büyük... adeta bir timsah yavrusuna benzeyen bir çalgı..-


 


 Seyyahlar birbirlerine sordular:


 


 -Belki bir harp?..-


 


 Reis:


 


 -Bir değneğe gerilen at kıllarıyla çalınıyor!- dedi.


 


 -Öyleyse bir kontrbas...-


 


 -Yahut bir viyolonsel...-


 


 -Evet, evet... Herhalde bir viyolonsel.-


 


 Seyyahlar, reise tekrar sordular:


 


 -O, bu çalgıyı nerede çalıyor?-


 


 Elini uzatarak gösterdi:


 


 -Ormanda!-


 


 -Peki, bizi oraya götürür müsünüz?-


 


 -Olmaz, o çalgısını çalarken hiç kimseyi istemez...-


 


 Seyyahlar:


 


 -Biz uzakta dururuz, kendisinin haberi olmaz!- dediler ve


ısrar ettiler.


 


 Reis razı oldu. Alacakaranlıkta köyden çıkarak ormana


doğru yürüdüler. Yaklaştıkları zaman, kulaklarına tok bir viyolonsel


sesi geldi. Alman seyyah biraz dinledikten sonra:


 


 -Sonbahar şarkısı!..- dedi.


 


 Rus ilave etti:


 


 -Çaykovski'nin.-


 


 Ormana girince reis durdu ve on adım kadar ileride, geniş


gövdeli baobap ağaçlarının altındaki karaltıyı gösterdi: -İşte!..-


 


 Dikkatle baktılar ve dinlediler. Gölge hiç kımıldamadan,


büyük bir maharetle aynı parçayı çalıyordu.


 


 Sesler, birbirine giren yaprakları titreterek dağılırken İngiliz


seyyah:


 


 -Bu adamın ne olması mümkündür?- diye söylendi.


 


 Fransız seyyah: -Bir sanatkar...- dedi, -Ümidi kırılmış bir


sanatkar... Hakiki sanatın takdir edilmediğini görerek insanlardan


kaçan bir talihsiz.-


 


 Rus: -Hayır, bu belki cemiyetin haksızlıklarından kurtulmak


için buraya gelen birisi ki, sanatı kendisine teselli vasıtası


yapmış...- diye, mütalaasını yürüttü.


 


 Alman: -Bana kalırsa- diye fikrini söyledi, -bu geniş arazide


rahat ve dertsiz yaşamayı, bu basit refahı, medeniyet dünyasının


didişmelerine tercih eden bir akıllı.-


 


 -Zannediyorum ki- dedi İngiliz, -vahşilerin hükümdarlığını


eline geçirmek için kendisine göre bir plan yapan onu sabırla


tatbik eden bir açıkgözdür bu ve belki de tehlikelidir.-


 


 Gece olmuş ve ay çıkmıştı. Ay ışığı ormanın içindeki ufak


bir meydanlığı aydınlatınca, etrafına taşlar dizilen bir toprak


yığınına dayadığı viyolonseli gözlerini kapayarak çalan adamı


daha iyi gördüler... Siyah, kıvırcık sakallarının çerçevelediği


yüzünde, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan çizgiler


vardı. Alnına doğru dökülen dağınık saçları soluk yanaklarını


gölgeliyordu.


 


 Seyyahlar sordular:


 


 -Hep burada mı çalar?-


 


 -Ve o toprak yığını nedir?-


 


 -Burada çalar- dedi reis, -karısının başucunda...-


 


 -Karısı da var mıydı?-


 


 -Vardı ve öldü.-


 


 Sustular. -Gidelim!- dediler. -Köye döndüğü zaman anlarız...-


 


 Fakat ertesi sabah geri dönen adam, onlara kendi hayatı


hakkında hemen hemen hiçbir şey söylemedi.


 


 -Bir vapur kazasından sonra buraya düştüm, karım da burada


öldü... Ve ben başka yere gitmek istemem- dedi.


 


 Seyyahlar yollarına devam etmek için bu garip münzeviyi


terk ettiler. Her biri jurnalına başka başka şeyler yazdı, fakat


hiçbirisi o adamın asıl hikayesine temas etmedi.


 


 İİ


 


 İşte o adamın hikayesi:


 


 Akdeniz'in yalı şehirlerinden birinde öyle bir genç vardı ki


kendisine rast geldikleri zaman, mahcubiyetle başlarını eğen


kadınlar, onu çok kere rüyalarında görürlerdi.


 


 Ve zerdeva (ağaç sansarı) tüyleri gibi yumuşak olan kumral bıyıkları


genç kızların minimini kalplerini gıcıklamaktan geri kalmazdı.


 


 Fakat bu gencin, dalgalı saçlarından, lacivert gözlerinden


ve bir şark kamçısı gibi kıvrılan vücudundan daha kıymetli bir


şeyi vardı:


 


 Güzel nişanlısı...


 


 Bir zamanlar bütün şehir delikanlılarının hayalini dolduran


bu genç kızın, daima düşünüyormuş gibi gergin duran alnı


artık bir kardeş busesi için en münasip yerdi. Çünkü o delikanlılar


biliyorlardı ki, doğunun donuk pembeliğini taşıyan dudaklar


başkasına nasip olmuştur. Ve menevişlerindeki manayı


kimsenin okuyamadığı kahverengi gözler yalnız bir kişinin


önünde kıvılcımlanacaktır.


 


 Bu kız aynı zamanda şehrin en iyi viyolonsel çalanıydı.


 


 Oturduğu iskemlede bir ayağını geri uzatıp dolgun göğsünü


çalgısına dayadığı zaman, öyle sesler çıkarırdı ki, memleketin


ihtiyar ve üstat musikişinasları bile başlarını arkaya çevirerek


gözlerini kurulamaya mecbur olurlardı.


 


 Genç kız, nişanlısıyla beraber olmadığı zamanlar yalnız viyolonseliyle


konuşurdu; ve ona, nişanlısından dinlemek istediği şeyleri söyletirdi.


 


 Lakin gafil genç bunu bilmiyor, onun, çalgısını kendisi kadar


çok sevmesini kıskanıyordu.


 


 Ve bir gün:


 


 -Ey sevgilim- dedi, -ey narin vücudunun, ipek saçlarının,


donuk pembe dudaklarının değil, bütün ihtiras ve iptilalarının


da bana ait olmasını istediğim sevgilim, artık viyolonseli bırak,


yalnız beni dinle, yalnız benim kalbimin tellerinde nağmeler


bulmaya çalış.-


 


 -Aşk ne kadar hodbindir!-


 


 Genç kız:


 


 -Mademki sen istemiyorsun sevgilim- dedi, -ben artık viyolonsel


çalmayacağım... Nağmelerimi yalnız senin sözlerinde


arayacağım.-


 


 Gözlerinde, sahibi için, yaşadığı ormanı bırakan bir ceylanın


garip mahzunluğu vardı. Sanat, ilahi sanat aşka yenilmişti.


 


 -Ve aşk ne kadar kudretlidir!-


 


 -Lakin sevgilim!- dedi genç kız ve bunu söylerken elleri


delikanlının avuçlarındaydı. -Elbet bir gün ihtiyarlayacağız ve


ölüm bizi alacak. Eğer o, bana senden evvel gelirse, bil ki tek isteğim,


gözlerim hayata kapanırken başucumda bir viyolonsel


dinlemektir; bunu bana vaat ediyor musun?-


 


 -Evet- diye cevap verdi, -senden sonra yaşamak gibi bir


ceza bana mukadderse, kahverengi gözlerinin üstüne yemin


ederim ki, başucunda en yüksek sanatkara, en güzel besteyi


çaldıracağım.-


 


 Bunun üzerine başlar geriye doğru uzandı. Söylediklerini


tekit etmek (pekiştirmek) isteyen dudaklar birleşti.


 


 -Ve aşk ne kadar ateşlidir!-


 


 ..


 


 Heyhat, saadet dedikleri el, insanları okşamakta pek hasistir.


Yalnız gülümsemek ve sevişmek için yaratıldıklarını sanan


bu gençler de o elin mukadder tokadını yemekte geç kalmadılar.


 


 Evlenmişler; birbirlerinin olmuşlardı. Bahtiyardılar. Bahtiyarlıklarını


bulundukları yerde hapsetmek istemediler. Onu


her tarafa gösterebilmek için, bir gün, şehrin rıhtımında duran


gemilerden birine binerek seyahate çıktılar.


 


 Gezdikleri yerde her gördükleri şeyin kendilerini sevindirmek


için yaratıldığını sanıyorlardı. Deniz onlara bir aşk masalı,


ormanlar bir vefakarlık hikayesi anlatıyordu.


 


 Bilhassa engini çok seviyorlardı. Bazı yerlerde erkeğin gözleri


gibi lacivertleşen sular, bazı yerlerde her ikisinin kalpleri


kadar berrak ve şeffaf oluyordu... Ve dalgaların kıvrımlarındaki


köpükler, sulara sürünerek uçan beyaz kuşlar gibiydi.


 


 Lakin bir gün, ufuklar karardı. Bir fırtına başladı. Öyle bir


fırtına ki, tasvirini ancak herkesin kendi muhayyilesi yapabilir.


 


 Geminin kaburgaları çatırdamaya başladığı zaman, birbirlerine


sarıldılar. Gözlerini kapadılar...


 


 ..


 


 Ancak ertesi gün -kendilerini sahilin kumlarına uzanmış


bularak yabani otlarla tedaviye çalışan zencilerin arasında-


gözlerini açtılar.


 


 Ve uzak kayalarda parçalanan enkazdan başka canlı bir şey


göremediler.


 


 Zencilerin sahilden epey içeride olan köylerinde birkaç ay


oturup, onların dillerini öğrenmeye başlayınca anladılar ki, burası


Afrika'nın en kimsesiz yerlerindendir ve on sekiz seneden


beri hiçbir beyaz adam uğramamıştır.


 


 Ara sıra sahilde balık tutmaya giden kafileler tekrar söylediler


ki, o denizde şimdiye kadar uzaktan geçen bir gemi bile


gözlerine ilişmemiştir. Ve artık hissettiler ki -fırtına kendilerini


baygın olarak kıyıya attığı zaman- vahşileri orada bulunduran


tesadüfe minnettar olmaktan başka yapılacak şey yoktur.


 


 Erkek: -Mademki beraberiz- dedi, -ve birbirimizi seviyoruz,


yaşayışımızın herhangi bir yerde olması bizim saadetimizi


bozmamalı!-


 


 Fakat kadın hastaydı...


 


 İİİ


 


 Evet, kadın hastaydı. Günden güne eriyor, sararıyordu.


Nasıl bazı ağaçlar yerleri değiştirildiği zaman -usta bir bahçıvan


elinde bile olsalar- yaşayamazlarsa, genç kadın da burada


yaşayamayacaktı. Erkek bütün kudretiyle çalıştığı, vasıtasızlık


içinde bütün çarelere başvurduğu halde, bunun önüne geçemeyeceğini


anlıyordu.


 


 Onu, sert kokular dağıtan ağaçlar arasında, berrak sulu nehirlerin


kenarında gezdiriyor; geceleri, yalnız Afrika'ya mahsus


olan parlak ay ışığı altında onun, mavimtırak damarlarıyla bir


istiridye kabuğuna benzeyen kulaklarına, yaşamayı tatlı gösterecek,


şarkılar söylüyordu. Fakat hepsi neticesizdi ve kadının


bir sene daha ömrü olmadığı muhakkaktı.


 


 O zaman, bu kısa müddette kadına saadet verebilmek için


çareler düşündü, aklına viyolonsel geldi. Belki çalgısı olsaydı o,


bu kadar üzülmeyecekti.


 


 Ve bir gün, maun ağacından haftalarca uğraşarak yaptığı


viyolonselle geldi. -Sevgilim- dedi, -hayatımız çok yalnız geçiyor.


Bak, sana bir arkadaş daha getirdim. Seni bir zamanlar bunu


çalmaktan menettiğim için ne kadar bedbaht olduğumu bilsen...-


Sonra sıkılarak ilave etti: -Hem bana da öğretmeni rica


edeceğim.-


 


 Genç kadının soluk yüzünde, batan güneşte görülen bir


kırmızılık belirdi. Titreyen dudaklarıyla:


 


 -Ben öleceğim- dedi, -ve sen, başucumda viyolonsel çalarak


vaadini yerine getireceksin...-


 


 ..


 


 Öğrenmeye başladıktan pek az sonra, ufak parçaları çalabiliyordu.


Kadın, hayvan derileri üzerine yazdığı notaları buna


meşk ettiriyor, bu da onları alarak yabani ormanda saatlerce çalışıyordu.


 


 Öğrendiği parçayı akşam üzerleri latif üstadına tekrar


ederken onun ağzından çıkacak bir takdir sayhası (haykırışı)


kendisine en büyük iç genişliğini verirdi.


 


 Kadın da ara sıra çalıyordu. Ve o zaman bu şekilsiz alet, bu


at kıllarından yapılan yay, başka bir düyanın seslerini genç erkeğin


kulaklarına, oradan ruhuna götürürdü. Bir gün kadın:


 


 -Bak, bu 'Sonbahar Şarkısı'dır- dedi.


 


 Ve nağmeleri insanın içine görünmez mayiler halinde akan


bir besteyi bitirdikten sonra:


 


 -İşte- dedi, -ölürken senden bunu isteyeceğim.-


 


 Erkek:


 


 -Ver- dedi, -çalışayım...-


 


 -Hayır, bunu son günümün yaklaştığını hissettiğim zaman


vereceğim...-


 


 Ve başka bir notayı uzattı.


 


 Bazan üzüntülerin uzattığı, bazan yalancı bir sevincin kısalttığı


günler çok çabuk geçti. Ve kadın artık ayakta duramayacak


kadar eridi. Gözlerinin esmerleşen kenarlarında, beyaz


dudaklarında ölümün tayf halinde dolaştığını genç erkek görüyordu.


 


 Belki, evet, belki iki üç günlük ömrü vardı. Fakat hala


-Sonbahar Şarkısı-nı vermemişti.


 


 Birkaç defa, üzerlerinde nota yazılı olan derileri karıştırırken,


eline geçen bu şarkıyı bir türlü öğretmiyordu. Ölümün bu


kadar yakınında dolaştığından ihtimal ki haberi yoktu.


 


 Genç adam onun son istediğini yerine getirememekten


korkuyordu: Ya kadın birdenbire ölüverirse?


 


 O zaman bu şarkıyı çalamayacaktı.


 


 Ve göğsünün üst tarafında pürüzlü bir cismin ağır ağır gezindiğini


hissediyordu.


 


 Notayı istemek imkansızdı. Bu, hastaya ömrünün sonuna


geldiğini belli etmek olacaktı.


 


 Bir tek isteği, onun son günlerinin müsterih geçmesi olduğu


halde, bu nasıl yapılabilirdi?


 


 Nihayet bir gün, gene başka bir besteyi uzatırken, kadının


başı kucağına sessizce düşüverdi: Bayılmıştı... Erkek etrafa


koştu. Bir toprak çanaktan yüzüne sular serpti. O, gözlerini


açar açmaz kuru otlardan ibaret olan yastığının altından -Sonbahar


Şarkısı-nı çekerek:


 


 -Al- dedi, -ve çabuk öğren. Korkuyorum ki, vakit az kaldı!-


 


 Erkek yabani ormana koştu, deriyi bir baobap ağacının


gövdesine iliştirerek çalışmaya başladı.


 


 Saatler geçti. Akşam oldu. Elinde viyolonsel ve nota ile kulübeye


koşan erkek, ağlıyordu. İçinde sönmez bir acı vardı. Ya


öldüyse, diyordu, ya yetişemediysem!


 


 Kulübeden içeri girince, yatakta, gözlerini kapıya dikerek


kendisini bekleyen genç kadının yüzünde bir gülümseme dolaştı,


elini uzattı...


 


 Elini uzattı ve erkek o eli yakalayıp sakallarından süzülen


yaşlara sürerek öperken, kadının gözleri tekrar kapandı.


 


 Kadın ölmüştü.


 


 Ve erkek bunu hissetti.


 


 O zaman deli gibi viyolonsele sarılarak çalmaya başladı.


-Sonbahar Şarkısı-nı ona duyurmak istiyordu.


 


 Dikkatle baktı, kadının gözleri açılacak mı diye baktı. Hayır,


açılmıyordu.


 


 Sevgilisinin son isteğini yerine getirememekten doğan bir


yeisle yayına daha şiddetle bastı ve parmakları daha içten oynadı.


Onun kulübenin civarından uzaklaşmadığını zannettiği


ruhuna bu sesi yetiştirebilmek için hırsla çalıyordu.


 


 Gözleri, yatakta gülümseyerek yatan ölüye dikilmişti. -İşitmiyor


musun, bak, ne kadar aşkla çalıyorum, ne kadar güzel


çalıyorum, işitmiyor musun?- demek istiyordu.


 


 O zamana kadar bu kulübede çalınan viyolonsel, vahşileri


alakadar etmezdi. Fakat şimdi bu şarkı, genç adamın kalbinden


ıstırap ve hıçkırık halinde viyolonselin tellerine dökülen bu


beste, onları da şaşırttı, donuk hassasiyetlerine kadar işledi ve


hepsi koşarak kulübenin etrafına toplandılar.


 


 Şimdi kapıda birbirinin üstüne çıkarak çalgıyı dinleyen


zenciler, siyah bir üzüm salkımını andırıyordu. Annelerinin


yapraktan eteklerine sarılan küçük çocuklar bile susmuşlardı.


Ve kulübenin önü ağlayan zencilerle -evet bu bir mucizeydi ve


hepsi birden ağlıyorlardı- bir arı kovanının ağzına benziyordu.


 


 Genç adam, çalgısıyla beraber toprağın üstüne baygın yuvarlanıncaya


kadar çaldı.


 


 İki gün sonra ayılınca, vahşiler, kendisini ormana, her zaman


viyolonsel çaldığı bir ağacın altına götürdüler.


 


 Burada taze bir mezar vardı.


 


 ..


 


 İşte bu genç adam, sağlığında dinletemediği parçayı karısının


ruhuna duyurabilmek için, bu mezarın başında, senelerden


beri viyolonselini çalar.


 


 1928


 


 (Meşale, s. 7, 01.10.1928)


 


 ...


 


 Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi


 


 Hasta sinirlerim için tavsiye ettikleri bu kimsesiz ve gürültüsüz


yerlerde, uzun bir akşam gezintisinden dönüyordum.


 


 Sıcak bir sonbahar gününün sonuydu. Gecenin yaklaştığını


gören tabiat, serin bir nefes almak için kımıldanıyordu.


 


 Biçilmiş tarlaların ortasında ıslak bir halat gibi parlayarak


uzanan patikaya giderken, karşı tepelerin birinde yüksek bir


taş bina gözüme ilişti.


 


 Perdesiz pencerelerine vuran güneş, ona kırmızı gözlü bir


canavar şekli veriyordu. Ve yıkık duvarlı bir bahçenin ortasında,


harap bir kaleyi veya boş bırakılmış bir konağı andıran hazin


bir ihtişamı vardı.


 


 Vaktin daha erken olduğunu düşünerek bu binayı yakından


görmek isteğine kapıldım.


 


 Kurumuş tarlaların üzerinde yürüdükten, hafif bir sırtı tırmandıktan


sonra, yarısına kadar açık duran paslı bir demir kapıyı


geçtim, aralarından otlar fışkıran çakıl döşeli bir yoldan


yürümeye başladım. İki tarafımda vahşileşmiş ağaçlar ve artık


tümsek halini almış eski çiçek tarhları vardı... Kuru bir havuzun


kenarında devrilmiş mermer saksılar duruyordu. Ve onların


arasında nasılsa kalmış olan beyaz bir kasımpatı, buraları


örten siyah perdenin üzerinde geçmişi görmek için bırakılmış


bir delik gibiydi.


 


 Yanına yaklaştıkça insana sebepsiz bir ürkeklik veren binanın


hiçbir mimariye uymayan acayip bir tarzı vardı: Çapı on iki


metreyi geçmeyen bir silindir şeklinde epeyce yükseldikten


sonra birdenbire daralıyor ve böylece kule gibi bir parça daha


uzanarak üzeri camekanlı bir kubbeyle bitiyordu. Alt tarafını


kalın bir taş çember kuşak gibi sarmaktaydı ve bütün bina bu


haliyle eski bir yağ kandilini andırıyordu. Tam kapının üstündeki


odanın dışarıya doğru cumba şeklinde yaptığı bir çıkıntı


da bu kandilin kulpuydu.


 


 Binanın niçin bu şekilde yapıldığını ve sonra hangi cehennem


nefesinin buralarda estiğini kestirmek imkansızdı. Keskin


bir bıçakla açılmış hissini veren ince uzun pencereler korkutucu


bir karanlıktan başka hiçbir şeyi açığa vurmuyorlardı.


 


 Taş çemberin üzerinde oyulmuş birkaç ayak merdiveni çıkarak


paslı çivili, büyük kapıya geldim. Senelerden beri insan


eli dokunmamış gibi duran, çürümeye yüz tutmuş tahtalara


yaslandım. Yarı yerine kadar batan güneşin sararmış çayırlara,


küçük bulut kümelerine, bir yılan dili gibi kıvırarak uzattığı


son kırmızı ışıkları uzun uzun seyrettim.


 


 Etrafımda hiçbir hareket yoktu. Kertenkeleler bile, yosunlu


taşların üzerinde, akşamın alacakaranlığına bakarak, yavaşça


ilerliyorlardı. Yalnız ıslak tahtaların güneşte çıkardıkları sese


benzeyen bazı çıtırtılar vakit vakit duyulmaktaydı.


 


 Gittikçe koyulaşan sessizliğin içinde, derin bir kuyuya


muntazam aralıklarla taşlar atılıyormuş gibi boğuk sesler işittim.


Evvela istikametini kestiremediğim bu gürültünün, biraz


sonra, evin içinden geldiğini anladım. Sesler, aynı muntazam


aralıklarla durmadan yaklaşmaktaydı. En sonra büsbütün açılarak


taş merdivenlerden ağır ağır inen adımlar haline girdiler


ve dayanmakta olduğum kapının arkasında durdular. Doğrulmuş,


korku, merak ve hayretten ibaret bir halita (karışım) halinde kaskatı


kesilmiştim. Başımı arkaya çeviremiyordum, fakat -ufak


bir gıcırtı bile yapmadığı halde- kapının yavaşça açıldığını ve


soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi yalayarak dağıldığını hissettim.


 


 Şiddetle döndüm; ve o zaman, akşamın çabucak artan karanlığı


arasında, bu taş kulenin esrarlı adamıyla karşılaştım:


 


 Bu, büyük bir baştan -iskelet halinde bir vücudun üstüne


konmuş- büyük ve kırmızı bir kafadan ibaretti. Bir cehennem


nebatının liflerine benzeyen kıpkızıl saç ve sakallarının arasında


beyaz, fakat saçların renginde çillerle kaplı bir deri görünüyordu.


Ve bunların hepsini, çürümüş bir meyvenin donuk rengi,


bir toz tabakası halinde, örtmekteydi.


 


 Ve sonra gözleri... Kırmızı çilli kapaklar arasında, bir granit


yosununa benzeyen soluk yeşil gözleri vardı. Derin ve karanlık


çukurların sonunda birer mahzen kapağını hatırlatan bu


gözler hiç, ama hiçbir şey ifade etmiyorlardı.


 


 Sırtında siyah, harap olmuş bir elbise, ayağında eskimiş rugan


potinler vardı. İnsan onu, bir cenaze dönüşünden sonra hiç


soyunmayarak senelerce aynı halde kalmış sanabilirdi. Ve şimdi


kuru vücuduna bol gelen bu siyah elbiseler ona bir korkuluk


kılığı veriyorlardı.


 


 Elini bana doğru uzattı. -Ah, bu, dünyada gördüğüm şeylerin


belki en korkuncudur-. Bu da aynı kırmızı çilli, çürük beyaz


deriyle kaplıydı ve bir insanınkinden ziyade ince bir eldiven


giydirilmiş bir iskeletin eline benziyordu. O kadar zayıf, o


kadar hayattan uzaktı. Ve gecenin karanlığından pek fark edilmeyen


siyah bir ceketin kolundan fırladığı için, üzerime boşlukta


asılıymış gibi geliyordu.


 


 Omuzuma bir gece kuşu gibi konduğu zaman korkuyla bağırdım


ve silkindim:


 


 -Ah... Ne istiyorsunuz?-


 


 Fakat bu el, bu kemik el oraya bir yengeç kıskacı gibi yapışmıştı.


Ve o, sükunetle eğildi, göğsünden değil, yalnız ağzının


içinden gelen hafif bir sesle bana sordu:


 


 -Siz birdenbire sönen kandilin hikayesini biliyor musunuz?-


 


 -Hayır!- dedim. -Oh... Hayır...-


 


 -Öylese geliniz!-


 


 Dediğini yapmamak mümkün değildi, parmaklarını omuzuma


batırarak çekiyor ve acıtıyor, acıtıyordu...


 


 Ayaklarımızın altından kayan bir zemini geçtik, minarelerin


esrarlı merdivenlerini andıran dar ve taş bir merdivene tırmanmaya


başladık. Korkuyu şimdiye kadar içimde böyle madde


halinde hissetmemiştim. Karanlık, bir gecekuşu kanadı gibi


yüzüme sürünen, kokusu beynime kadar işleyen bir karanlık


vardı. Etrafımdaki duvarlardan biz yürüdükçe dökülen sıvaların


gürültüsü, adımlarımızın boğuk sesine karışıyordu.


 


 Ve ben, bütün korkuma rağmen, nerede ve nasıl biteceğini


bilmediğim bu merdiveni kıvrıla kıvrıla çıkıyordum. Sanki onun


parmaklarından benim omuzuma geçen bir irade, beni yediyor,


ayaklarımı daracık basamaklar üzerinde, ona yetiştirmek için,


çabuk çabuk hareket ettiriyordu.


 


 Her kata yaklaştığımızda, beni sürükleyen adamın, evvela


karışık saçlı başı belli oluyor, sonra hafif bir aydınlık yavaş yavaş


bütün vücuduna yayılıyordu. Eyvah... Gece bu merdivenlerden


çok aydınlıktı...


 


 Her katta, yarısına kadar açılmış oda kapıları vardı. Bomboş


odalara açılan kapılar... Ve dar pencerelerden nur halinde


giren gece bu kapılardan bize kadar uzanıyordu. Ve pencerelerin


dışında siluet halinde ağaçlar, karışık şekilli dağlar, hayat ve


ışık dünyası vardı... Ben bu yarım aydınlığın verdiği cesaretle


ona soruyordum:


 


 -Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz?-


 


 Eğiliyor, buz gibi nefesi yüzümde dolaşarak yavaşça tekrar


ediyordu:


 


 -Siz, birdenbire sönen kandilin hikayesini okudunuz mu?-


 


 -Hayır!-


 


 -Pekala, yürüsenize!-


 


 Parmaklar etlerime büsbütün geçiyordu; bir külçe halinde


tekrar sürükleniyordum.


 


 Bu sefer de merdivende evvela başı kayboluyor, önümde,


siyah ve geniş pantolonun içinde kuru bir dal gibi duran ve basamakları


çabuk çabuk atlayan iki ayak kalıyordu. Sonra gene


o mayi halindeki karanlık, gene kopup düşen sıvaların haykırışı...


Ayak seslerimiz ve hepsinin birden, toprak altından gelen


bir bağırış halinde yaptıkları korkunç uğultu...


 


 Sonra ikinci ve üçüncü bir kat geliyor, kapıları yarı açık boş


odalar, bıçak yarası gibi ince uzun pencereleri ve artık tepelerindeki


birkaç yaprağı fark edilen siyah ağaçları tekrar görüyordum.


Her katta, daha kuvvetsiz olarak, dudaklarım kımıldardı:


 


 -Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?-


 


 Fakat cevap hep aynıydı:


 


 -Siz, birdenbire sönen kandilin ne olduğunu biliyor musunuz?


O halde yürüyünüz!-


 


 Ve korkunç çıkış tekrar başlıyordu.


 


 Nihayet, nerede olduğumu, ne kadar zamandır bu yükselişin


sürdüğünü, hatta kendimi bile büsbütün unuttuğum bir zamanda


birdenbire durduk. Önümdeki adam eliyle bir kapağı


kaldırdı. Oradan girdik. Kapağı tekrar kapamak için omuzumu


bıraktığı zaman, derin bir rüyadan uyanıyormuş gibi oldum ve


etrafıma baktım.


 


 Burası yuvarlak bir odaydı. Kulenin en tepesinde olduğunu


tavandaki camekanlı, küçük kubbeden anlıyordum. Oda,


ötekilerin büsbütün aksine olarak, çok güzel döşenmişti. Karanlık


duvar kenarlarında muhteşem koltukların gölgeleri belli


oluyordu.


 


 Tam camekanlı kubbenin altında, yani odanın ortasında,


yuvarlak bir masa üzerinde hareket etmeyen bir alevle hafif hafif


yanan bir yağ kandili vardı: Aynen içinde bulunduğumuz


binanın şeklinde bir kandil...


 


 Uzaktaki köşede, içerisinde biri yatıyormuş gibi kabarık


duran bir yatak vardı, bana nazaran eğri olduğu için, kimin


yattığını göremiyordum. Dayanılmaz bir merakın dürtmesiyle


yaklaştım ve orada yatanı gördüm. Gördüm... Ve boğazına şişler


sokulan bir hayvan gibi acı bir çığlık kopardım: Orada bir


iskelet yatıyordu. Kurumuş ve siyahlaşmış etleri yanak kemiklerine


yapışmış ve sarı saçları çürük bir yastığı küme küme yığılmış


bir kadın iskeleti..


 


 Bu anda, kırılan bir camın şangırtısını andıran bir kahkaha


kulaklarımın dibinde patladı, siyah elbiseli adam:


 


 -Pek mi korktun?- diyordu. -Niçin, niçin korkuyorsun?


Senden, yani hayattan büsbütün ayrı bir şey diye mi? Fakat bu


aptallıktır. Onun bizden farkı, bizim ondan farkımız nedir ki?


Hiç... Bak, eğil de bak... Bu dişler yok mu, bu muntazam dişler,


onların arasından, şimdi bizim konuştuğumuz şeylere benzemeyen


ne tatlı sözler çıkardı bilsen... Düşünüyor musun ki,


bakmaya tiksindiğin bu dişleri görebilmek için onun tebessüm


etmesi nasıl sabırsızlıkla beklenirdi!.. Tahmin edebilir misin ki,


boğazına dolanarak seni boğacakmış gibi korktuğun bu saçların


güneş altında ne hayat dolu parlayışları vardı.


 


 Hem bu kadın benimdi. Şu ellerim, şu sana laf söyleyen ağzım


nasıl benimse, o da öyle benimdi. Fakat biliyor musun, kollarımın


arasından sıyrılıvermesi ne kolay oldu... Onunla aramızda


hiçbir mesafe yoktur. Bizim onun haline geçivermemiz


için bir sebep bile lazım değil; ve bu iskelet bize o kadar yakındır


ki, ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz


olmalıdır.-


 


 Şimdi sesi pirinç bir havan gibi ötüyordu. Sanki bu adamın


boğazında bir perde vardı ve bazan içinden gelen şiddetli sesler


bunu kaldırarak kulakları çınlatıyor, sonra şiddet azalınca


perde tekrar düşerek sesler, bir duvar arkasından söyleniyormuş


gibi, kısılıyordu.


 


 Verecek cevap bulamamaktan doğan bir ürkeklikle sordum:


 


 -Sizi bu kadar sarsan, fakat hakikate yaklaştıran bu ölümün


sebebi neydi?- dedim. -Nesi vardı?-


 


 -Hiç!- diye cevap verdi. -Hiçbir şeyi yoktu. Senin kadar


hayata bağlı, bu taş bina kadar sağlam -eliyle camekan kubbeyi


işaret etti- ve şu yıldızlar kadar nurlu ve zarifti.


 


 Saadeti aramızda bir alev gibi hissediyor, bu alevden ısınıyor


ve aydınlanıyorduk... Fakat...-


 


 Ses yine uzaktan geliyormuş gibi yavaşladı:


 


 -Fakat biliyor musun, o kuvvet ki, hiçbir şeyi eksik olmayan


yağ kandillerinin alevini gelip alarak onları birdenbire karartır!-


 


 Ne demek istediğini anlamayarak yüzüne baktım.


 


 -Gel- dedi, -seninle birdenbire sönen kandilin hikayesini


okuyalım. O zaman bu kadını hangi ölünün götürdüğünü anlayacaksın.-


 


 Orta yerdeki masaya doğru yürüyerek orada, kandilin


önünde açık duran siyah kadife kaplı ince bir kitabı aldı.


 


 -Bunu, yanımızdaki kadının yüzlerce sene evvelki cetlerinden


biri yazmış- dedi.


 


 Geniş bir kanapeyi masanın kenarına sürükledi. Üzerine


yan yana oturduk. Ve ben, kurumuş yapraklar rengindeki sarı


ve kalın sahifelerde eski, fakat keskin bir el yazısını, gözlerimi


ara sıra uzaktaki iskelete çevirerek ve yanımda, başına vuran


kırmızı ışıkla, akşamı seyreden bir sfenks gibi duran adama bakarak


merak ve sonra hayretle okudum:


 


 -Yüzlerce eser yazdım. Her eserime kalbimin veya dimağımın


bir parçasını koyuyordum. Ve bunlar, hakikate çok yakın


şeylerdi. Fakat hiçbir yazımda bizzat hakikatin bulunmadığını


biliyordum. Her güzel yazan gibiydim: Konuştuğum


şeyler benden evvel yüzlerce defa tekrar edilen lafların değiştirilmiş


şekliydi. Halbuki ben, kulaklara bilmedikleri şeyleri


söylemek, göz hudutlarının arkasına geçmek istiyordum. Ve


bunun için çenemi avuçlarıma ve kollarımı dizlerime dayar,


gözümü yere veya ufka çevirerek gördüklerimin daha ötesindeki


şeyleri de bilmek isterdim. Fakat toprağın alaycı bir susuşu,


ufkun lakayt bir kaçışı vardı. Bana, 'Senin gözlerin,' diyorlardı,


'açık bıraktığımız şeyleri görmek için bile çok küçük


ve zayıftırlar. Sakladığımız hakikatleri nasıl bir cesaretle anlatmak


istiyorsun?..' Fakat ben arıyor, mütemadiyen arıyordum.


 


 Yine bir gün odamda, masamın başında çenemi defterlerime


dayamıştım, beyaz kağıdın üzerine yayılan sakallarımın kıvırcıklarına


bakıyordum. İstiyordum ki, bu beyaz tellerin her


biri ince bir kalem olup bu yaprakları bütün bilmediğim şeylerle


doldursunlar ve ben onları hiç durmadan okuyayım, okuyayım.


 


 Fakat birdenbire kağıtlar ve sakallarım görünmez oldu.


Odam ansızın kararıvermişti. Başımı kaldırınca, önümde senelerden


beri aynı intizamla yanan kandilimin sönmüş olduğunu


gördüm. Hiçbir rüzgar veya hareket olmadığına göre, yağının


bitmiş olması lazımdı. Lakin elime alıp bakınca, yağının dolu,


fitilinin kusursuz olduğunu gördüm; haznesinde bir delik, boğazında


bir sakatlık yoktu.


 


 Benim farkına varamadığım bir rüzgara hamlederek (yorarak) tekrar


yakmak istedim... Fakat hayret: Yanmıyordu. Yaklaştırdığım


ateşler yalnız fitili kızartıyor ve oradan hoş olmayan kokular


çıkarıyordu. Alev, senelerden beri devam eden kırmızımtırak


alev artık yoktu.


 


 Hangi sebebin bu ihtiyar şamdanı kararttığını düşünürken,


kaybolan aleve benzeyen bir ışığın kafamın içinde parlamaya


başladığını hissettim. Ve karşımdaki kandilin arkasında, ona


benzeyen sayısı bellisiz kandiller sıralandığını gördüm. Kimisi


benimki gibi sönmüştü ve kimisi hala kırmızı ve değişmez bir


alevle parlıyordu. Fakat ara sıra bunlardan biri, hiçbir rüzgar,


hiçbir üfleyen olmadığı halde, yavaşça kararıveriyordu. Ve bu


sönük kandillerin bir daha aydınlanması da mümkün değildi.


 


 -Silkindim, bunu kendime bir ihtar telakki ettim. Artık bulmak


istediğim hakikati burada arayacaktım:


 


 Yağları çok, fitilleri kusursuz ve her şeyleri tamam olan


kandillerin sebepsiz yere niçin söndüklerini ve kaybolan alevlerin


nereye çekilip gittiklerini bulmalıydım.


 


 Bunun için, aynen kandilimin şeklinde bir bina yaptırarak


oraya yerleştim. Etrafımda dolaştığını hissettiğim büyük hakikate


burada kavuşacağımı biliyordum. Şimdi, en yakınlarımı


bile sokmadığım bu odada, gözlerimi tepedeki camlardan geçirerek


yukarılara bakıyor, orada birdenbire sönen kandillerin


alevlerini arıyorum...-


 


 Kitabın intizamsız aralıklarla yazılan diğer kısımları, bir


kazana hapsedilen buhar gibi kenarlarını sıkıştıran bir kafanın,


görünmeyen, işitilmeyen ve dokunulmayan bir hayaleti takip


ediyormuş gibi etrafına nasıl hamleler yaptığını gösteriyordu.


 


 Bataklık kenarlarındaki çürük sazların rutubetli ve ekşi kokusunu


dağıtan kalın yapraklar parmaklarının altından bahtiyar


bir günün saatleri gibi çabucak geçiyorlardı.


 


 Ve sebepsiz yere sönen yağ kandillerinin hazin hikayelerini,


bir İbrani peygamber gibi, içim sarsılarak okuyordum:


 


 -Beraber yanmak için yapılmış iki tane kandil vardı. Alevlerini,


birleşmek istiyor gibi, birbirlerine eğerlerdi ve birisinin


yetişemediği yeri öteki aydınlatırdı..


 


 Aralarında ipek kumaşlar gibi kıvrılan ve parlayan ışık


huzmeleri gidip gelirdi... O kadar benzer ışıklarla yanarlardı


ki, etrafa dağıttıkları aydınlığın ayrı yerlerden geldiğine ihtimal


vermek mümkün değildi... Fakat bir gün, yağı çok, fitili yolunda,


haznesi sağlam olan bu kandillerin biri, en beklenmedik zamanda,


yavaşça kararıverdi. Titrek bir ışıkla yas tutmak isteyen


diğeri ise, onun arkasında gitmekte gecikmedi.


 


 Ve ben, dört beş tanesi bir arada birçok kandiller daha gördüm.


İçlerinde savaştan çıkmış bir kılıç gibi parlayan yenileri


olduğu gibi, mahzenlerdeki yosunlu küplere benzeyen eskileri


de vardı. Ve büyük kandillerin yanında civciv gibi duran küçükler,


oynak alevlerle kıpırdıyorlardı. Ve bunlar, adeta ses çıkaran


bir şetaretle (sevinçle) beraberce yanarlarken aynı hissedilmeyen


rüzgar, hiçbir benzerlik sırasına bakmayarak, hepsini birer birer


söndürüverdi.


 


 Yağları daha bitmemişti yarabbi, daha uzun müddet yanabilirlerdi.


Ben, artık anlamak istiyorum, bu alevleri alıp götüren


hangi sarsılmaz kudret, hangi dayanılmaz sebep, hangi yaradılış


mantığıdır?..


 


 Ve ben, altından yapılmış yeni ve çok güzel bir kandil gördüm.


Usta bir kuyumcu elinden çıktığı, kenarlarını süsleyen


göz alıcı ziynetlerden belliydi.


 


 O kadar tatlı bir ışığı vardı ki, kandilin parlak madenine su


halinde akan bu ışık, çıplak omuzlara dökülen kumral saçları


andırıyordu.


 


 Ve alevi o kadar beyaz, o kadar hayat doluydu ki, yanacağı


müddeti sonsuzlukla ifade etmek, onun ömrünü kısaltmak olurdu.


 


 Fakat bu da, gözkapakları açıldığı zaman kaybolan bir rüya


gibi, kendisine iştiyakla (özlemle) bakanların önünden çekiliverdi.


 


 Ah... Yanmak isteyen kandilleri sebepsiz yere ve birdenbire


söndürülen kuvvetin, bu alevi saklayacak kadar güzel yerleri


var mıydı acaba?..-


 


 Artık sonlarına yaklaştığım kitabı avuçlarımın arasında sıkıyor,


isyandan ve kızmaktan vazgeçerek bir iman ve tevekkül


ifade etmeye başlayan satırları kandilin kızıl ışığına tutarak


okuyordum:


 


 -İsteklerime varabilmek için dış dünya ile bağlarımı azaltmak


lazım geldiğini seziyordum. Vücudumdaki her yıkılış, kafamda


yeni bir parlaklığa yol açıyor. Ellerimin titremesi arttı,


fakat ben baktığım şeyleri daha sebatlı ve ihtizamlı görmeye


başladım. Ah, ey peşinde koştuğum hakikat, nihayet seni yakalayacağım.-


 


 Diğer sahifeler gittikçe karışan bir yazıyla şöyle devam ediyordu:


 


 -Görüyorum... Parlak alevlerin üzerine uzanarak onları alıp


götüren siyah eli artık fark etmeye başladım. Yazdığım yazıları


seçmekte güçlük çeken gözlerim, bu alevleri çok uzaklara kadar


kovalayabiliyor. Belki yakında onların nereye saklandıklarını


söyleyebileceğim. Hiçbir şeyleri eksik olmadığı halde, birdenbire


sönüveren kandilleri hangi kuvvetin kararttığını ve alevlerin nereye


gittiklerini öğrenmek üzereyim. Ey her tarafımdan yavaş


yavaş çekilen hayat, yalnız kafama ve gözlerime birik!-


 


 Son sahifeye gelmiştim. Burada yazı artık okunmaz bir şekil


alıyordu. Deliliğe yakın bir merakla gözlerimi büsbütün


yaklaştırdım ve devam ettim:


 


 -Gerçi ellerim kımıldamakta güçlük çekiyor ve gözlerim


yazdıklarımı görmüyor, fakat ne ehemmiyeti var? Artık hakikatin


pek yakınındayım.


 


 Konacağı dalın etrafında uçan bir kuş gibi başımın üzerinde


kanat çırpışlarını duyuyorum.


 


 Önümde sıralanmış birçok kandiller var... Parlak ışıkları


birdenbire yok olan zavallı kandiller...


 


 Onların üstüne doğru uzanan siyah ve büyük bir hayalet


görüyorum. Ve alevler titreşerek hep bu istikamete uçuyorlar.


Fakat nereye gidiyorlar, Yarabbi: Ve o hayaletin aslı nedir?


 


 Bazan açılır gibi olduğu halde gözlerimin üzerine tekrar


düşen bu perde ne zaman büsbütün kalkacak? .


 


 Lakin artık bir hakikat dünyasını görmek üzere olduğum


muhakkak. Gittikçe kuvveti artan bir ışık, bana yaklaşıyor,


yaklaşıyor... Etrafım gittikçe daha aydınlandı... Ah...


İşte... İşte o kandilleri birdenbire söndüren kuvvet...-


 


 Eyvah... Kitap burada bitmişti. Okuduğum müddetçe hiç


ses çıkarmadan yanımda oturan adama çılgın gıbı sarıldım:


 


 -Söyleyiniz- dedim, -kitap niçin burada bitiverdi? Söyleyiniz,


kandilleri birdenbire söndüren hangi kuvvettir?.. Söyleyiniz,


bu adam niçin yazmamış, niçin devam etmemiş?..-


 


 Siyah elbiseli adam yavaşça ayağa kalktı, hafiften gelen sesiyle:


 


 -Bir gün- dedi, -onu elinde kalemiyle bu masada ve bu kitabın


başında ölü bulmuşlar...-


 


 Birdenbire tepemizdeki camları sarsan bir kahkaha attı:


 


 -Fakat- dedi, -yağları çok, fitilleri mükemmel, hazneleri


kusursuz olan kandilleri birdenbire ve sebepsiz yere söndüren


kuvvet, o adaletli ve şefkatli kuvvet, bu adamın emeklerine acıdı;


ancak son dakikada bulduğu, fakat ifade edemediği büyük


sırrın kaybolup gitmesini istemeyerek, bu hakikati onun çocuklarında


hiç şaşmadan devam ettirdi!-


 


 Kolumdan tutarak yatağa doğru yürüdü. Orada; yarım


kalmış bir şikayete devam etmek istiyormuş gibi, ağzı aralık


duran iskeleti gösterdi. Sonra, kurumuş dalların rüzgarda çıkardıkları


iniltiye benzeyen bir sesle:


 


 -İşte- dedi, -o zamandan beri, bu adamın neslinden gelen


herkes, hiçbir sebep olmadan, en parlak zamanlarında, böylece


sönüverdiler...-


 


 İskelet halindeki başının neresinden çıktığına şaştığım iki


damla yaş, gözlerinin derin çukurlarından aşağıya doğru yuvarlanıyordu...


Kemikten ibaret kolunu onları silmek için kaldırırken oda


birdenbire karardı.


 


 Masanın üzerindeki kandilin kırmızı alevi, hiç küçülmeden


ve titremeden, yavaşça yok oluvermişti.


 


 1929


 


 (Atsız Mecmua, s. 1, 15.05.1931)


 


 :::::::::::::::::


 


 İkinci Kısım


 


 Bir Delikanlının Hikayesi


 


 Öyle zamanlarım olur ki, beni sessizce bekleyen odama giderken,


bu her akşamki yürüyüş beni sıkar, boğar ve ben caddeyi


örten kalın kar tabakasının üstüne uzanarak orayı nefesimle


eritmek, ta toprağa kadar bir delik açmak isterim. Evin


kapısını her akşamki gibi anahtarla açmak, sonra kapamak, karanlık


koridorda yavaşça ilerlemek, merdiven basamaklarını


ayaklarımın ucuyla aramak, -ki onları saymış ve ezberlemiştim


ve dönemeç yerlerinin kaçıncı ayaktan sonra geldiğini gayet iyi


bilirdim- nihayet odama girmek... Bütün bunlar beni deli eder.


Bir kere de başka şeyler yapabilmek için mesela balkona tırmanmak,


pencerenin camlarını kırarak içeri girmek ihtirasını duyarım.


 


 Odamda beni kitaplarım bekler. Bu yegane tesellidir. Her


eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar


her zaman için yeni bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek


birçok lafları vardır. Mesela, masanın kenarındaki ucu kırık


mermer tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan,


soldan tetkik etmiş, elime alarak saatlerce kırık yerdeki ince damarları


ve pürüzleri seyretmişimdir. O, bana artık kendi sesim


kadar bildiktir. Halbuki en çok okuduğum bir kitabın en çok


okuduğum bir satırı bile bana bazan başka şeyler söyleyebilir.


Yalnız onların böyle en mahrem taraflarını bile görebilmek için


uzun bir beraberlik lazımdır. Kitaplar yeni tanıdıklarına karşı


çok ketum olurlar. Bir kere de onlarla laubali oldunuz mu size


malik oldukları her şeyi verirler ve onlar bizim isteyebileceğimiz


her şeye fazlasıyla maliktirler. Kitapları bir kadın gibi sevenler,


yalnız bekar odalarının azabını daha az duyarlar. Ellerinde


bir kitapla beraber yattıkları, başuçlarındaki lambayı yaktıkları


zaman, bahtiyar bir evlilik hayatının daima tekrar edilen


saadetini hissederler: Kitaplarla zifafa girmesini bilen adam,


beşerliğinden kurtulmaya başlamıştır. Ve biz daima, daima beşeriz.


 


 Kadını hiçbir zaman inkar etmedim. Hatta geceleri beni


odama o kadar karışık bir halde yollayan, ekseriye bir kadın


muvaffakiyetsizliğidir. Ve ben, bilmiyorum neden, hiçbir kadından


aşk iltifatı görmüş değilimdir. Kadınlar benden hoşlanıyorlar,


fakat beni sevmiyorlar. Ben onlarda herhalde ya pek çocuk;


ya pek ukala bir tesir yapıyorum. Gayet iyi bilirim ki, en


münevver ve zeki kadın bile, mesela bir -Balzac romanlarının


kıymeti- bahsini ancak yirmi dakika dinleyebilir. Halbuki ben


en güzel bir kadını bile bir -Balzac romanlarının kıymeti- musahabesine


(sohbetine) feda edebilirim. Ve bende, onların asıl bayıldıkları


gurur ve teenniden (yavaşlık, dikkatli davranma), ağırlıktan eser


yoktur.


 


 Bütün bunlara rağmen kadın gene benim en zayıf tarafımdır.


Fena bir zamanımda bana her haltı ettirebilir. Kadın benim


etimin, kemiğimin, kanımın ve muhayyilemin müthiş bir ihtiyacıdır.


Buna mağlup olmak bir hayvanlık, bunu inkar etmek


daha büyük bir hayvanlıktır. Onlarla beraber olduğum zaman


donuk, ihtirassız, adeta cinsi hislerimden uzaklaşmış bir adam


oluyorum. Ve kadın muvaffakiyetsizliklerimin en büyük sebebi


de, zannediyorum ki, budur. Bilmem bunun sebebi bir utanma


veya bir korku mu? Fakat dimağımın, içimde kabarmak isteyen


bu ihtiyacı bana adi, pis ve gülünç göstererek beni susturduğunu


biliyorum. Ama yalnız ve kadından uzak kaldığım zamanlar...


O zaman dimağım da beni yalnız bırakıyor: Yahut bana


hükmünü geçiremiyor ve ben feci bir hırs ve imkansızlık içinde


çırpınıyorum. Öyle zamanlarım olur ki, -bunun için de mesela


bir kitabın çok masum bir cümlesi veya sokaktan gelen bir kadın


sesi kafidir- o zaman benim için yalnız kadın vardır. İliklerimin


içinden bile -Kadın!- diye bağıran sesler işitirim. Ve o zaman


benim için yalnız bir tek kadın vardır. Yani, bütün kadınlar


benim için birdir. O zaman genç, ihtiyar, güzel, çirkin, herhalde


bir kadına malik olmak, benim için su içmek gibi bir şeydir.


Hatta bu ihtiyacın derece ve şiddetini anlamak için muhayyilemde


kabaran kadın hayallerini gittikçe çirkinleştirir, kötüleştiririm.


Nihayet öyle bir an olur ki, bu hayal pis ve korkunç


bir acuzeye kadar iner. Ve ben, ben onu da isterim. Böyle zamanlarımda


kadınları yalnız bir tek hissimle severim, hatta


anamı bile... Her gelişinde boğmaya mecbur olduğum bu hislere


gitgide daha çok esir oluyorum.


 


 Bir gün haftalık bir mecmuadaki bir çorap reklamı şiddetle


gözlerimi buğulandırdı ve damarlarımda, kadın isteyen acayip


bir kanın dörtnala dolaştığını hissettim. Koltuğun kenarlarını


yakaladım. Sonra ayağa kalkarak odanın bir başından bir başına


hızlı hızlı yürümeye başladım. Nihayet daha fazla duramayarak


sokağa fırladım. Caddeye çıkınca bu kadın kalabalığı


içinde şaşırdım. Geliyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar ve konuşuyorlardı.


Hepsinin yüzüne sanki bir tanıdığı arıyormuş gibi ısrarla


bakıyordum. Gözlerimi vücutlarında gezdiriyor, kalçalarda


uzun müddet kalıyor, bacaklara indiğim zaman tıkandığımı,


boğulur gibi olduğumu, avaz avaz bağırmak istediğimi hissediyordum.


Ve her şeyden evvel, kendilerini soyuyordum: Çırçıplak...


Sonra bu çıplak vücutları yakalıyor, eziyor, kıvırıyor,


boyunlarını, enselerini ve kollarını öpüyordum. Hiçbir zaman


kendimi kaybetmiş değildim. Hatta yürüyüşümdeki, bakışımdaki


tabiilik ve sükunetin içimdeki vukuatla yaptığı tezada,


kendime bile hissettirmeden, kıs kıs gülüyordum. Akşam üzeriydi


ve kadınlar daha çok birbirlerine benzemeye başlamışlardı.


O kadar ki, boyları ve vücutlarının şekli bile gitgide aynı


oluyordu. Ve ben onların başka başka kadınlar olduğunu yalnız


değişen kokularından fark ediyordum...


 


 Simsiyah bir şekle çarptım ve durdum. Başı ancak göğsümün


hizasına gelebilen bir kadındı. Biraz öne doğru eğilerek


özür diledim. Bu, onun homurtusunu ve başlamış olduğu fena


bir kelimeyi yarım bıraktırdı. Yüzüne baktığım zaman, gözlerinin


etrafının şiddetle karartılmış olduğunu gördüm. Siyah bir


tülle sımsıkı sardığı başının iki kenarından açık sarı saçlar fırlıyordu.


Yakası ve kolları siyah kadifeli düz bir mantosu vardı.


Ve hayret! Dudaklarının kenarlarındaki buruşukluklara, pişkin


gülüşüne rağmen, on altı yaşlarından hiç de fazla görünmüyordu.


Bulunduğumuz yer bir köşebaşıydı ve sağımızda loş ve


kimsesiz bir sokak uzanıyordu. Kolundan tuttum, o tarafa


doğru çektim. Mukavemet edecek oldu; gözlerimi yumdum ve


başımla gelmesini işaret ettim. Şaşırmış gibiydi. -Olmaz!- diye


kolunu çekiyor, fakat sahiden vazgeçeceğimden korkarak, cesaret


vermek isteyen bir gülüşle yüzüme bakıyordu. Bundan


istifade etmek için kolumu gevşettim. O zaman biraz yaklaşarak


sordu: -Evin uzakta mı?- -Hayır, şurada!..- diye cevap


verdim. Kendisini serbest bıraktım ve yan yana yürümeye başladık.


 


 Yukarıdan aşağı bir süzdüm: Yürüyüşü muntazamdı, fakat


küçük ve biraz şaşkın adımlar atıyordu. Kalçaları pek yoktu.


Gözüm yanında sallanan eline ilişti. Durakladım. Bu küçük, temiz


ve ümidimin üstünde güzel bir eldi. Parmaklarını biraz


içeri doğru kıvırmıştı. Büzülmüş minimini bir kuşa benziyordu.


Hemen yakalayacaktım, fakat kendi kendime: -Hepsini


odaya saklayalım!- dedim. Merdivenleri çıkarken bacaklarına


dikkat ettim. İnce, gergin ve ahenktardılar. Eski ve siyah çorabın


altından bile pembe ve tatlı bir deri görünüyor gibiydi. Sakin


olmak için bir elimle merdiven tırabzanlarına sarıldım,


öbürüyle de boyunbağımı sımsıkı yakaladım. Niçin, mesela ceketimin


kenarını değil de, boyunbağımı yakaladım, bilmiyorum.


 


 Oda kapısını anahtarla açmaya uğraşırken içimde sevince


benzeyen bir şey, sabırsızlık ve hırs vardı. Ellerim titriyordu. Ve


bu küçük an, bana bütün geldiğimiz yoldan uzun görünüyordu.


Fakat içeriye girince hiç beklemediğim, çok tuhaf birtakım


vakalar cereyan etti. Hatta o akşamdan sonra uzun müddet


kendimi toplayamadım, acayip bir hava içinde yaşadım, bütün


bunlar sırasıyla aşağıdaki şekilde oldu:


 


 Odadan içeri girip kapıyı kapayınca, hiçbir şey söylemeden,


hatta yüz yüze bile bakışmadan, derhal kendisini yakaladım;


yarı kucağımda ve yarı sürükleyerek duvar kenarındaki


kanapeye götürdüm. Kız bir kere, -Ah!..- dedi ve galiba başka


şeyler de söyledi. Fakat ben, aldırış etmedim. Gözlerim sımsıkı


kapalı, onu rastgele öpmeye başladım. Dudaklarımın altında


sıcak ve ince bir deri duyuyordum. Sonra kollarını yakalayarak


yüzünü, çenesini ve dudaklarını öpmek istedim. O, dudaklarını


içeriye doğru sıkmıştı; çırpınıyor, tokatlıyor, kapalı ağzından


kesik iniltiler çıkarıyordu: Ateş gibi yanan yanaklarına ağzımı


götürdüğüm zaman ılık bir yaşlık hissettim, gözlerimi açtım ve


onun ağladığını gördüm. Şaşkın, kararsız, doğrulmuştum. Anlamayarak


bakıyordum. O da doğrulmuş, kanapenin köşesine


büzülmüş, yüzü, ellerinin, titrediği uzaktan bile fark edilen küçük


ellerinin içinde, omuzları şiddetle sarsılarak ağlıyordu. Bir


müddet öyle durdum. İhtimal birkaç dakika geçti, birdenbire


büyük bir hiddetin kafama doğru çıktığını fark ettim. Orta yerdeki


masanın üstüne sıçrayarak oturdum. Ellerimle iki yanımı


yakaladım. Biraz da böyle bekledikten sonra bağırmaya başladım:


 


 -Bu da ne? Yeni moda mı bunlar? Bana bak! Sahiden anlamıyorum


ne demek istiyorsun?.. Sen buraya neden geldin kızım?


Başka şey mi bekliyordun? Yoksa böyle birdenbire başlayışım


namusuna mı dokundu? Yanına oturmalı, evvela elini yakalamalı,


bakışıp gülüşmeli, yarım saat cilveleşmeliydi, değil


mi? Yook yavrum, ben iş güç sahibi adamım, şu kitapları görüyor


musun, okuyacak adam bekliyorlar. Ben her zaman en kısa


yoldan giderim... İşte bu kadar...-


 


 Biraz durdum, aklıma bir şey gelmişti. Parmağımı şaklattım


ve devam ettim:


 


 -Yoksa bunlar hep komedi mi?.. Öyle ya, hep komedi...


Söyle, ne yapmak istiyorsun bir komediyle? Ahha, şimdi anlıyorum.


Bari bu usulü çok tatbik ettin mi? Sen karın yolunu tutmuşsun


be kızım!.. Bu dünyada merhamet ehli çoktur, seni herhalde


istediğinden ziyade, memnun ederler. Fakat bu iyi usul...


Sizin gibi kadınların namuslu rolüne çıkması, bu gayet iyi


usul... Sukut etmiş (düşmüş) masume... Allah Allah... Altı yüz sahifelik


roman... Beybaban miralaydı... Komşunun oğlu... Söylesene?..


Yoksa başka türlü mü? Baba şehit, anne aç... Kardeşler var...


Hem de mektebe gidiyorlar. Derhal kendini feda ediyorsun, değil


mi? Ne müthiş şey be! Söylesene, senin hikayen hangisi?


Belki de sen adamına göre başka şeyler anlatıyorsun. Bu da senin


zekanı gösterir. O kadar güç bir şey de olmasa gerek, sen


kitap okur musun? Ha? Öyleyse hiç korkma... Bir kişiye üç


dört hikayeyi birleştirip anlatsan sermayen gene tükenmez...


Bizim memleketin büyük muharrirleri her gün yenisini yazıyorlar.


Fakat ne yaman usul be... Bunu hepiniz yapıyor musunuz


şimdi? Vay haline cümlemizin... Biraz gözyaşı, biraz çarpıntı,


dinleyeni de söyleyen gibi ağlatan feci bir hikaye: Ah, hayat,


hayat, lanet sana!.. Sonra da burun kanamadan, üç dört kişiden


alamayacağın bir para... İhtimal daha fazla verenler de


vardır. Artık o sizin ustalığınıza, adamın hassaslığına bağlı. Ve


sonra kalpsiz herifin biri çıkıp da muhakkak ısrar ederse kaybedilen


bir şey yok ya... Biz alışkınız değil mi?-


 


 Masadan indim. Karşısına geçip ellerim pantolonun cebinde


biraz durdum. İnsafsız ve hain, devam ettim:


 


 -Fakat iki gözümün bebeği, bu sefer yanlış kapı çaldın. Sen


bu usulü daha ziyade kırkını geçmiş memurlarla, lise talebesine


tatbik edecektin. Onların yürekleri daha yufkadır. Bana vız


gelir... Şu kitapları görüyor musun? Yarısından çoğu hep seninkine


benzeyen masallarla dolu. Ve senden yüz kat akıllı ve


usta adamlar anlattıkları halde, gene beni kandıramıyorlar. Görüyorsun


ya, söktüremedin. A canım, ben de vakit bıraktım mı


ya? Kapıdan girer girmez... Hah hah hah...-


 


 Gülüyordum. Ellerini yüzünden çekti. Yaşlar gözlerinin kenarındaki


siyahlığı, hatta bütün yüzünü yıkamışlardı. Dudaklarının


kenarında o, sokakta iken gördüğüm; pişkin çizgiler yoktu.


Bu, on beş yaşında, hatta daha küçük bir kız çehresiydi. Şikayet


dolu bir sesle, dudakları titreyerek sordu:


 


 -Niçin bana böyle şeyler söylüyorsunuz?.. Niçin siz...-


 


 Bu çocuk sesi, bu kalınlaşmamış, bu yalvaran çocuk sesi...


 


 Yanına yaklaştım. Yüzüne dikkatle baktım:


 


 -Yoksa... yoksa sen sahiden mi ağladın?-


 


 Odanın bir başından bir başına iki üç kere gidip geldim.


 


 Pencerenin yanında durdum. Karanlık caddeye uzun uzun


baktım. Kafamın içi bomboştu. Topuğumun üzerinde hızla geriye


döndüm. O, tekrar ellerini yüzüne kapamış, ağlıyordu. Birkaç


kere daha gidip geldim. Ara sıra durup ellerimle havada


işaretler yapıyor ve onun sarsılan başına bakıyordum. (Siyah


tül düşmüştü, biraz uzunca olan sarı saçları omuzlarına dökülüyordu.)


Ya... hımm... ya... diye karmakarışık ve manasız heceler


mırıldanıyor, meseleyi kavramaya çalışıyordum. Fakat galiba


bundan biraz korkuyordum da... İçimde utanmaya benzer


ağır bir şey vardı ve bu sonra nedamete benzer bir şey oldu. Bu


çocuğu fena yaralamıştım. Gözlerime bir yaşın çıkmak istediğini


hissettim ve alt dudağımı ısırarak bunları geri gönderdim.


-Peki ama, a çocuğum- dedim, -niçin hemen söylemedin?


Niçin sahiden ağladığını hemen söylemedin? Vakit bıraktım mı


desene.. . Dinleyecek halde miydim? Ahhh...-


 


 Yanına gittim, bir elimle çenesini tutarak başını yukarıya


kaldırdım. Hiç mukavemet etmeden gözlerimin içine baktı.


 


 -Ne kadar çok ağlamışsın sen- dedim, -ne kadar çok.- Yanına


oturdum. Elimi omuzuna koydum. Her şeyi tamir etmek


istiyor, fakat rabıtasız birçok laflar söylemekten başka bir şey


yapamıyordum.


 


 -Artık sus ama... Susacaksın değil mi? Vah yavrum, vah


benim çocuğum... Seni ne kadar korkuttum kim bilir? Sen envai


türlü adamların keyiflerine uymuş, türlü sarhoşların türlü kepazeliklerini


görmüşsündür. Bu hayatta hepsi olur; buna rağmen,


bu hiç beklenilmedik vaziyet senin hala çocuk olan kalbini


kim bilir nasıl ürküttü? Her şeyi unutarak minimini bir kızcağız


gibi ağlamaya başladın. Vah sana... Ben ne hayvandım


yarabbi... Ama artık sus... Hala kızıyor musun? Benden çok nefret


ediyorsun, değil mi? Belki de hiç kızmadın da yalnız şaşırdın...


Baksana bana... Aman yarabbi, ne güzel gözlerin var senin...


Mavi değil mi onlar? Fakat bebekleri odanın alacakaranlığında


o kadar büyüyorlar ki, uzaktan siyah gibi görünüyorlar.


Ben hiç böyle göz görmemiştim: Gündüzün açık mavi, geceleri


siyah... Hala omuzların titriyor, korkuyorsun! Sen bir yabani


ördek kadar ürkeksin... Ve o kadar da güzel... Nasıl oldu da


sen bu yollara düştün be kızım?-


 


 Parmaklarımı saçlarında gezdiriyordum, sonra minimini


ellerini avucuma aldım:


 


 -Bak şu ellere... Küçük bir sultanın elleri gibi... Bunlar hiç


de kahır çekmişe benzemiyor. Sen daha pek yeni yuvarlandın


galiba kızım?.. O sokaktaki halin de ufak bir sarsıntıyla hemen


kayboluverdi... Sen kendine dönmek için bir işarete bakıyormuşsun.


Daha bu kadar acemisisin bu işlerin. Başını omuzuma


dayıyorsun... Artık barıştık değil mi? Benden artık nefret etmiyorsun,


korkmuyorsun... Zaten sen kimseye kızamazsın ki...


Daha o kadar çocuksun. Fakat söylesene kızım, nasıl oldu bu?


Nasıl oluyor da sen... Bu kadar ince, bu kadar temiz... Anlatsana


bana hepsini!.. Koy başını göğsüme, böylece, ellerin avuçlarımın


içinde bana anlat. İstersen ağlaya ağlaya anlat... Yahut


dur, niçin anlatacaksın? Sen söylemeden de ben bilmiyor muyum


sanki? Ben seni böyle de anlamıyor muyum? Hem belki


daha iyi anlıyorum. Hiçbir şey söyleme, söyleyeceklerini baştan


aşağı biliyorum. Seninki de bütün diğerleri gibi değil mi? Bütün


diğer hikayeler gibi... Hiç farkı yok... Ve işte bunun için


güzel, bunun için büyük... Kendisine benzeyen binlerce hikayeden


hiç farkı olmadığı için büyük... Zaten bu hikayeler, bu


birbirine çok benzeyen hikayeler en asil olanlarıdır.-


 


 Başını göğsüme yatırmıştı. İki eli minimini bir yumak gibi


avucumun içinde duruyordu. Ve ben, öne doğru eğilmiş, yüzüm


onun sarı saçlarına karışmış, kulağına yavaş sesle birçok


şeyler söylüyordum: Başı ve sonu olmayan ve neye dair olduğunu


kendimin de bilmediğim karmakarışık sözler. O, ara sıra


başını büsbütün göğsüme bastırıyor, bana doğru sokuluyordu.


Ben de avucumun içindeki yumruklarını sıkıyor, elimi saçlarında


usulca gezdiriyordum. Ve ikimiz de esrarlı bir musikiye


uyuyormuşuz gibi ağır ağır sallanıyorduk...


 


 -Bu oda karanlık- diyordum, -bu oda yalnız bugün değil,


her zaman böyle karanlık... Burada kitaplarımla ben yaşarız ve


bize aydınlık getirecek kimsemiz yok... Ben burada yalnızlığı


bardak bardak içiyorum. Ve ihtiyar kanepelerle konuşmak istediğim


zaman, onlar artık bana anlatacak yeni bir şey bulamıyorlar...


Sen bu odaya hiç görülmemiş bir şey gibi geldin... Bu


sarı duvarlar, bu yıllanmış eşya seni bir daha unutamazlar. Bana


her gün senden bahsedeceklerdir. Onlar da benimle beraber


seni arayacaklar, buraya her girişimde sorucu gözlerle bakarak:


'Nerede o?..' diyeceklerdir. Tahmin etmiyorum ki senin bulunduğun


yerler buradan daha aydınlık olsun. Buraya gelmek,


tekrar başını göğsüme koymak, ellerini böyle yumruk yaparak


avucuma vermek istediğin anlar olacaktır. O zaman hiç düşünmeden


gel; beni kitaplarımın temiz arkadaşlığından ayıracağından


korkma... Ve bu eve girerken içinden hiçbir tereddüt geçmesin:


bu odanın eşiğine bilmem şimdiye kadar senden daha


temiz biri ayak bastı mı?- Sonra elimi yanağında gezdirerek


sordum: -Geleceksin, değil mi?-


 


 -Ya... Geleceğim!- dedi. Başını bana doğru çevirdi. Ağlamaktan


kızaran gözleri gülümsüyordu. Onu tekrar göğsüme bastım.


 


 -Ben artık gideyim!- dedi. Doğruldu. Yanıma oturdu; üstünü


başını düzeltmeye başladı, ara sıra yüzüme bakıp tekrar gülümsüyordu.


 


 Hazırlanıp ayağa kalktı, sordum:


 


 -Niçin bu kadar erken?-


 


 Çok hafif bir sesle cevap verdi:


 


 -Caddeler büsbütün tenhalaşmadan...-


 


 Sustum. Gözleri mahzunlaşmış, dudaklarındaki gülümseme


silinivermişti. Kadife yakalı siyah mantosunu giydirdim.


Başını hafifçe sağa bükerek:


 


 -Allahaısmarladık...- dedi ve ellerini uzattı. Onları alarak


dudaklarıma götürdüm. İçimde müthiş bir ağlamak ihtiyacı


vardı, kendimi tuttum.


 


 Ellerini çekti ve ayaklarını sürüyerek ağır ağır kapıya kadar


gitti. Orada bir an durdu. Arkasına dönerek yüzüme baktı.


Ve birdenbire bana doğru koştu. Kollarını boynuma attı; yüzümü


tekrar tekrar ve kısa aralıklarla delice öpmeye başladı. Dudakları


ateş gibiydi ve vücudu titriyordu. Kendimi toplayıp


onu tutmaya vakit kalmadan sıyrıldı, gözyaşlarını silmeye çalışarak


kapıya koştu. Bir saniye sonra merdivenlerde kayboldu.


 


 Bulunduğum yerden kımıldayamıyordum. Tahta merdivenleri


koşarak inen ayak sesleri çabucak uzaklaştılar, işitilmez


oldular. Ben daha uzun müddet, belki yarım saat, belki daha


fazla, aynı vaziyette kaldım ve dinledim. Kanepeye gidip oturarak


masanın üstünden bir kitap aldım.


 


 1930


 


 ...


 


 Bir Gemici Hikayesi


 


 Şap Denizi'nde dolaşan gemilerin ateşçilerine kazanların


önü güverteden daha serin gelir.


 


 İşte bunun için başaltındaki kamaradan çıkarak ocak vardiyasına


giden genç bir ateşçi, gözlerini kapayıp öne doğru eğilerek


koşuyor, gemiyi yalayıp duran sıcak rüzgardan kaçmak istiyordu.


Fakat fırtınanın önündeki gemi cezbeli bir derviş gibi


kendini dört tarafa çarpıyor ve makine dairesine doğru koşmaya


çalışan genç ateşçi düşmemek için bazan küpeşteye, bazan


kaptan kamarasının açık duran kapısına sarılıyordu. Biraz sonra


ufak kapıya yetişti. Daracık demir merdivenleri koşarak indi.


 


 Bu genç ateşçi daha on dokuz yaşındaydı. Tercümei hali (biyografisi)


gayet kısadır: Babası yüzbaşıydı. Tekaüt olunca oğlunu okutamadı.


Zaten çocuğun dilindeki kekemelik, okumasına engeldi.


Onun için mektebi dördüncü sınıfta bıraktı. On dört yaşından


on sekiz yaşına kadar yalnız boş gezdi. Babasının evinde yiyip


içerek ve sokakta kavga ederek geçen bu günler, babası kalp


sektesinden ölünceye kadar devam etti. Oğlunun haylazlıklarının,


oldukça gün görmüş olan babanın ölümünde fazlaca tesiri


olduğu da söylenebilir. Yalnız bu ölümden sonra sert bir -ekmek


kazanmak- devresi başladı. Babasından kalan maaş, anasıyla


küçük kız kardeşine bile yetmiyordu. İhtimal, deniz kenarı


bir şehirde olmaları, gemilere girmesine sebep oldu. Bun-


da katiyen bir tercih falan yoktu. Aynı ihtimalle şoför ve bakkal


çırağı da olabilirdi. Fakat şimdi bir senelik deniz hayatı


onu başka şey olmak istemekten vazgeçirmişti. Eski serseriliği


de kalmamıştı. Uzun seyahatlerin ve karanlık bir istikbalin


verdiği tabii bir filozofluk, haddinden fazla çalışmanın verdiği


lakayt bir dürüstlük ve ahlaklılık, onun hayatını idare ediyordu.


Düşündüğü için değil, vakti olmadığı için fenalık yapmıyordu.


 


 Dili onu biraz da münzevi yapmıştı. İnsanlara pek güç meram


anlatıyordu; yarım saat uğraşarak bir kelime çıkarabiliyor,


etrafındakileri güldürmese bile sıkıyor, daha fazla da kendisi


sıkılıyordu. Deniz ona oldukça mükemmel bir arkadaştı. Başaltındaki


kirli yatağında, geminin burnuna çarpan dalgaların


uğultusunu dinler, onları uykusunda bile duyardı. Zaten sıkmadan


uzun uzun anlatmasını bilen yegane geveze, denizdir.


Ömürlerinin dörtte üçünü denizde geçiren ihtiyarların arasında


bile, suların sesini sıkıcı, yeknesak bulan, bu sesten bıkan birine


tesadüf edilmemiştir.


 


 Diğer bütün tayfalar gibi kaçakçılık yapar, Rusya'ya ruble,


Mısır'a esrar götürerek kazandığı paraların birazını anasına


gönderir, üst tarafını İskenderiye'de Habeş, İstanbul'da Rum,


Sivastopol'da Rus kadınlarına yedirirdi. İçki içmediği ve geveze


olmadığı için, kadınların ona hususi bir teveccühleri vardı.


İri vücudu, kuvvetli kolları, siyah, güzel yüzü arkadaşlarını da


kendisine bağlamıştı. Ve, hiçbirisi okumak yazmak bilmeyen


bu adamların arasında, dört senelik tahsil ve yatağının başucundaki


birkaç kitap, ona başka bir mevki veriyordu.


 


 Bu gemiye gireli daha bir ay olmamıştı. Hangi şeytan onu


bu Allah belasını veresice tekneye sokmuştu yarabbi? Gemi değil,


bir cehennemdi bu... Altmış sene evvel İtalya'da yapılmış,


kocaman, dört direkli, yelkenli ve tek kazanlı bir vapurdu. Bir


Ermeni'den daha çok tebaa değiştirmiş, Yunan veliahdına yatlık,


Danimarka hükümetine mektep gemiliği, bir Rus tüccarına


posta vapurluğu yapmıştı. Ve şimdiki sahibi İstanbullu bir Yahudi,


bu hurdayı Aden ile İstanbul arasında şilep olarak işletiyordu.


 


 Yelkenler artık kullanılmaz bir haldeydi, direklerden bile


korkulurdu. Ve tek kazan, bu timsah ölüsüne benzeyen yığıntıyı


yürütebilmek için, patlayacak derecelere geliyordu. Yalnız


bu kadar da değildi: İş ağır, yemekler fena, kaptan sarhoş ve


edepsizdi. Sabahtan akşama kadar içer ve söverdi. İsmi Fıçı


Kaptan'dı. Bu isim kendisine şöyle verilmiş:


 


 Bu adam vaktiyle gene böyle hem buharlı, hem yelkenli bir


gemide süvariyken, kamarasında fitilli bir barut fıçısı dururmuş.


Tayfanın yarı aylıklarını iç ettiği, yahut başka bir münasebetsizlik


yaptığı zaman, millet ayaklanır, herifi denize atmak isterlermiş.


O zaman kaptan, dudağından hiç düşmeyen sigara


ile fıçıya yaklaşır: -Eğer yanıma sokulursanız, hep beraber uçarız!-


der, tabii tayfa da sokulamaz, dağılırmış, sonra açıkgöz bir


miço, geceleyin herifi gözetleyerek; fıçının arka tarafındaki


musluktan bardak bardak şarap doldurup içtiğini görmüş ve iş


meydana çıkmış. Kendisine o zamandan beri Fıçı Kaptan diyorlarmış...


Mal sahiplerine yaranacağım diye, bütün tayfanın


canını çıkarıyordu. Elinden gelse yemek bile vermeyerek kumanyayı


olduğu gibi geri getirecekti. Zaten verdiği yemek de


sade suya bakladan ibaretti. Öğle ve akşam bakla.


 


 İşte bizim on dokuz yaşındaki genç ateşçimizin sıcak rüzgardan


boğulmamak için eğilerek koştuğu ve bu sırada düşmemek


için küpeşteye ve ambar kapağındaki kahve çuvallarına


sarıldığı gün, bu sade suya bakla bütün tayfanın canına tak demişti


ve herkes ilk iskelede vapuru bırakıp kaçmayı düşünüyordu.


 


 Genç ateşçi, söylediğimiz gibi, demir merdivenleri koşarak


indi. İşine başladı. Vardiyayı kendisine teslim eden arkadaşı


dev gibi bir adamdı, yumrukları hemen hemen bir çocuk kafasından


büyüktü. Yeni gelene sordu:


 


 -Ne yediniz?-


 


 -Bakla!-


 


 İri adam müthiş bir küfür savurdu. Vapura girdi gireli bir


kere bile karnı doymamıştı. Söylenerek ve tehditler savurarak


yukarı çıktı.


 


 Genç ateşçi süngüyü alarak ocağı karıştırmaya başladı. Kapak


açılır açılmaz insanın yüzüne rüzgara benzeyen bir ateş


çarpıyor, deri kavrulur gibi oluyordu. Ocağın içi hayret edilecek


kadar beyazdı. İnsan bunu adeta eritilmiş bir maden zannedecekti.


Ve bir tenceredeki kaynar su gibi fıkırdıyor, aynen


onun gibi buhara benzeyen beyaz dumanlar saçıyordu.


 


 Genç ateşçi beş dakikada bir sırsıklam olan beyaz gömleğini


çıkarıyor, sıkıyor, vücudunu kuruluyor, tekrar sıkıyor ve


sonra giyiyordu. Islak saçları kıvrılmış ve kordon kordon terli


alnına düşmüştü. Kabarık ve kırmızı pazılarından birbiri arkasına


beyaz damlalar yuvarlanıyordu. Ateşin keskin parlattığı,


cilalandırdığı bu ıslak vücut insanda diz çökmek ve gözleri kapamak


isteğini uyandırıyordu.


 


 Genç ateşçi, ara sıra süngüsüne dayanıyor, bir an için kapadığı


siyah kapağa gözlerini dikerek düşünüyordu:


 


 Üç dört sene sonra ne yapacaktı? Bu öyle bir işti ki, en sağlam


adamı birkaç senede tamamlardı. Ondan sonra makine


yağcılığına, vinççiliğe, hatta hamallığa geçmek, yarı sakat ve


çürük bir vücudu birkaç gün daha yaşatabilmek için uğraşmak


icap edecekti. Ve daha sonra? Allah bilir...


 


 Alt dudağının sol tarafını dişlerinin arasına alarak başıyla


kısa bir hareket yaptı. Bir şey düşünmek istemediği zaman böyle


yapardı. Ve bu sefer bunları düşünmek istemiyordu. Sonra


düşünmek istemediği için birdenbire kendi kendine kızdı. Gerçi,


bu ona bir yaranın üstünde parmakla oynuyormuş gibi bir


ıstırap veriyordu, fakat mademki elinde olan bir tek imkan


buydu; kendisinden her şeyi almışlar, bir bunu alamamışlardı,


artık bundan da istifade edemezse ayıptı.


 


 Peki, kendisinden her şeyi niçin almışlardı? Birçok yerlerde


birçok adamların konuşmalarına kulak vermiş, onlardan daha


az akıllı olmadığına kanaat getirmişti. Kuvveti de yerindeydi;


şu halde sırf bir tesadüf onu böyle, ötekileri öyle yapmıştı ha?


O zaman birdenbire farkına vardı ki, kendisini ve arkadaşlarını,


hatta bütün kendisine benzeyenleri bir hareketten, bir kabarıştan


meneden bu -tesadüfe inanma-dır. Çünkü öyle anlar olur


ki, insan, çok cüretli denebilecek şeylere bile kalkar, hiç akranı


olmayanlara bile hücum eder; fakat hücum edeceği şeyin yalnız


bir fikir, görünmez bir kuvvet, bir -tesadüf- olması, onu yerinde


oturmaya mecbur eder... Halbuki, mademki eninde sonunda


hep birdi ve hiçbir zaman şimdi olduklarından daha fena


olmaları mümkün değildi, niçin -tesadüf-e de hücum etmekten


çekinmeliydi?


 


 Evet, hep tesadüf... Onun sırtına giyeceği yoktu ve mal sahibi


seksen kat üst üste giyebilirdi. Bu tesadüftü... Fakat, eğer


mal sahibi bunlara ayda yirmişer lira fazla verse, -bunu yapmak


onu hiç de sarsmazdı- o zaman bunların da birer kat, ikişer


kat elbiseleri, çamaşırları olur ve -tesadüf- böyle olmazdı...


 


 Tesadüfün bu kadar kolay değişebileceği hiç de aklına gelmemişti.


 


 Birdenbire karnında bir gurultu başladı. Biraz evvel yediği


yemek boğazına kadar çıktı ve orayı ateş gibi yakarak tekrar


geri döndü. Ne berbat yağdı bu be!..


 


 Genç ateşçinin başı dönmeye başladı. Hem kazan başına


vuruyor, hem de midesi bulantı yapıyordu.


 


 Biraz evvel buraya doğru koşarken kaptanın açık kapısından


dışarı vuran et kokusu burnuna geldi. Ve dimağı bir anda


şu konuşmayı yaptı:


 


 -O neden et yiyor, o sarhoş?-


 


 -Çünkü o, kaptan!-


 


 -Fakat o, bir öküzden daha budaladır!-


 


 -Fakat o, senden çok okumuştur!-


 


 -Beni de okutsalar ben de okurdum...-


 


 -Ne yapalım, senin baban çabuk öldü, senin diline baktırılmadı


ve sen okuyamadın... Tesadüfün cilvesi bu!..-


 


 Genç ateşçi birdenbire küreği ve süngüyü fırlattı, demir


merdivenlerden yukarı tırmanmaya başladı.


 


 Başaltı kamarasında uyuklayan, türkü söyleyen tayfalar,


vardiyasını bırakıp gelen ateşçiyi görünce bir kaza falan oldu


sanarak korktular; fakat o bağırdı:


 


 -Hadi be, ne duruyorsunuz, kaptana gidip et isteyeceğiz.


Vermezse zorla alacağız... Kuru baklayla ateş yakamayız biz!..-


 


 O zamana kadar böyle bir şey yapmayı hiçbirisi aklına bile


getirmemişti. Fakat sanki her zaman ve her vapurda yaptıkları


bir şeymiş gibi bu sözler onlara gayet tabii geidi. Cıgaralarını


atıp ökçeleriyle söndürerek arkasından yürüdüler. İriyarı ateşçi


hala homurdanıyordu. Birtakımı da ellerine silah falan almışlardı.


Lostromo ile ahçının, kaptanın adamı olduğunu düşünerek


ihtiyatlı hareket ediyorlardı.


 


 Gemi müthiş sallanıyordu; o yakıcı rüzgar tayfanın derilerini


pul pul ediyordu. Maamafih, iş korktukları kadar uzun ve


güç olmadı. Kaptan zaten telaşla odasından fırlamış, bunlara


doğru geliyordu. Aşağıda kimse olmadığı için, istim düşmüş,


vapur yavaşlamış ve gittikçe dönmeye, fırtınaya yanını vermeye


başlamıştı. Vaziyet tehlikeliydi. Kaptan ahçıya kilerdeki yarım


koyunun derhal bunlara verilmesini söyledi. Tabanca elinde,


kaptanı müdafaaya hazırlanan lostromo, onu söylenerek cebine


koydu; fakat isyan eden tayfanın lombar direğine çekildiği


eski günleri düşünerek içini çekti.


 


 Yarım koyun bir işe yaramadı: Acele ile yaptıkları pirzolayı


sıcaktan yiyemediler ve denize attılar.


 


 Ve kaptan, genç ateşçiyi hemen Port-Sait'te, diğerlerini İstanbul'da


vapurdan attı.


 


 Fakat bunlar: -Kuru baklayla ateş yakamayız!- demesini


ve kaptanın yarım koyununu almasını öğrenmiştiler...


 


 1930


 


 (Resimli Ay, s. 8, Ekim 1930)


 


 ...


 


 Bir Orman Hikayesi


 


 -Orman bizim her şeyimizdir delikanlı, anamız, babamız,


evimiz...- diye, yanımda oturan ihtiyar anlatmaya başladı.


Alacakaranlık gittikçe artıyordu. Güneş, aşağılarda uzanan


ovadan tamamen çekilmişti. Yalnız arkamızdaki büyük ormanda,


ağaçların üstüne atılmış kırmızı bir çuha gibi rüzgarla hafif


hafif kıpırdıyordu. Biraz sonra büsbütün kayboldu. Ve o anda


her şey değişiverdi. Şimdiye kadar yaşayan, kımıldayan, ses çıkaran


ova artık ölüydü ve beyaz, ince bir sisle örtülmeye başlamıştı.


Buna karşılık orman canlanıyordu. Sabahtan beri ancak


mırıltıları duyulabilen ağaçlar konuşuyorlar, bağırıyorlar, sallanıyor


ve ellerini birbirine uzatıyorlardı. Yalnız ağaçlar değil,


yerdeki otlar, kuru yapraklar, çalılar, ağaçların gövdesine sarılan


sarmaşık soyundan nebatlar, hatta kahverengi mantarlarla


koyu yeşil yosunlar bile canlanmıştı. Gürültülü bir kımıldama,


bir ses kargaşalığı ormanın kenarlarından dışarı dökülüyordu.


Arkamızda büyük bir şehir gerinerek uyanıyor zannediyordum.


Birden bir işaret almışlar gibi bu ahenge hayvanlar da karışıverdiler.


Kuş haykırışları, ulumalar, acele koşan ayakların


altında kırılan dalların sesi birbirini kovalıyordu. Ara sıra ovaya


kadar uzanarak oradaki mutlak sessizliği bile yırtan acı ve


keskin bir feryat, arkasından bir boğuşma gürültüsü ve uzun


hırıltılar, bu karanlıkla beraber canlanan şehre korkunç bir mahiyet


veriyordu.


 


 Biraz ileride ön ayağıyla hırçın hırçın eşelenen atım kişnedi


ve başını bana doğru çevirerek inler gibi sesler çıkardı. Sonra,


tekrar otlamaya başladı.


 


 Yanımdaki ihtiyar, dirseklerini dizlerine dayamış oturuyor


ve sigara içiyordu. Buruşuk dudaklarının bir kenarından aşağı


doğru sallanan bu küçük ateş, sakallarına tuhaf bir kırmızılık


veriyordu. Sıkarak ufalttığı gözlerini ayaklarının ucuna, yahut


yüzüme dikerek kırpıştırıyordu.


 


 -Her şeyimiz, delikanlı, varımız yoğumuz ormandır bizim...-


diye devam etti. -Ormanı evimizden iyi tanırız, her


ağaç bizim kahrımızı anamızdan çok çekmiştir. Köyümüz bir


ormanın ortasındaydı, etrafını ağaçlar bir duvar gibi sarmıştı.


Biz onun dışında da dünya olduğunu bilmezdik bile. Çocukken


değneklerden yaptığımız kağnılara kuru yaprak doldurur,


arabacılık oynardık. Daha sonraları babalarımıza yardım etmeye


özenir, kaybolan deve torumlarını aramak için en sık yerlere


dalardık. Orada kaybolmamız mümkün değildi. Hiç bilmediğimiz


yerlerde bile sıkıntı çekmeden yolumuzu bulurduk. Kırık


dallar, devrilmiş kütükler bize yol gösterirdi. Hem insan kendi


evinde kaybolur mu? Büyüdükçe ormanın, bizim için daha başka


şeyler olduğunu da anladık: Sırtımızı o giydiriyor, karnımızı


o doyuruyor, evimizin kerestesini o veriyordu. Ormansız yaşamak!..


Bunu aklımıza getirmiyorduk bile...-


 


 İhtiyar, kolumu tuttu. Elleri titriyordu. Kendisine bir şey


olmuş gibiydi. Küçük, dermansız gözleri yaş doluydu. Buruşuk


yüzünde birçok çizgiler daha belirmişti. Bir şey söylemek istiyor,


fakat tıkanır gibi oluyordu. Yüzünden, ağzının kenarlarından,


gözlerinden, hatta vücudunun her sarsıntısından dökülen


bir acı beni sarıyor, kucaklıyordu. Nihayet, boğazını tıkayan bir


şey varmış da onu fırlatmaya muvaffak olmuş gibi birdenbire


ve bir haykırışa benzeyen bir sesle:


 


 -Delikanlı, bizim elimizden ormanımızı aldılar, bizi ormansız


bıraktılar... Bizi bir tek ağaçsız bıraktılar!..- diye bağırdı.


 


 Sonra elini başına götürdü. Kasketini geri iterek seyrek beyaz


saçlarını yakaladı. Böylece bir müddet kaldı. Ben onun içerisindeki


vukuatı takip ediyor ve kurulması biten bir duvar saatinin


rakkası gibi nasıl yavaş yavaş sükunete geldiğini görüyordum.


 


 Dudaklarını yakmaya başlayan cıgarayı attı. Sakalından


külleri silkti ve yüzüme bakmadan, oldukça sakin bir sesle,


şöyle anlattı:


 


 -Babalarımız dedelerimizden, biz de babalarımızdan ne


gördükse onu yapıyor, tıpkı onlar gibi yaşıyorduk. Bundan


memnunduk. Zaten yeryüzünde başka bir şeyin de olabileceğini


bilmiyorduk ki memnun olmayalım. Bütün vazifemiz, bize


verilen emanetleri oğullarımıza vermek, onlara da böyle yapmalarını


söylemek zannediyorduk. Dışarıdan gelecek bir elin


bunların hepsini altüst edeceğini düşünmüyorduk bile...


 


 Bir gün hükümetin bir şirkete ormanın öbür başında işlemek


müsaadesi verdiğini duyunca, ihtimal bunun ne demek olduğunu


pek bilmediğimizden, hiç aldırış etmedik...


 


 Fakat çok geçmeden ormanın öbür ucunda birbiri arkasına


devrilen ağaçları, gittikçe büyüyen meydanları görünce nasıl


bir tehlikenin yanaştığını fark eder gibi olduk; bu tehlikeyi gücümüzün


yettiği kadar kendimizden uzak tutmaya çabaladık.


Fakat ormana düşen bu yara, yavaş yavaş yayıldı, kökleşti. En


eski, en büyük ağaçlar, önünde bilmeden ürperdiğimiz, ceddimizmiş


gibi çekindiğimiz ihtiyar gövdeler birbiri arkasına devriliyor,


çıplak meydanlar gün günden artıyordu. Çocukluğumuzda


güçbela aralarından geçebildiğimiz, güneşin bile giremediği


kuytu, sıkı yerlerde şimdi kel birer meydan vardı. Üzerlerinde


yalnız ezilmiş otlar, ufak yongalar görülen bir meydan...


Sonra bu yara, işleyerek, büyüyerek bizim köyün baltalıklarına


kadar dayandı. Biz buraya yabancı bir baltanın girmemesi


için hep birden karşı koyduk. Ne para, ne tehdit bizden


ağaçlarımızı alamayacaktı. Fakat şirket öyle dalavereler, dolaplar


çevirdi ki, nihayet odunumuzu satamaz olduk. Kerestemiz


elimizde kaldı, yok pahasına gene şirkete verdik. Hatta işsizlikten


bazı gençler şirkete baltacı girecek oldular, hepimiz olmaz


dedik. Fakat nihayet ormanımızı parça parça elimizden almalarına


razı geldik.


 


 Delikanlı, biz köylü adamlarız. Aklımız çok ilerisine ermez.


Şirket bize, bu ormanları son sistem işleteceğim, dedi. Ormancılığın


usulü budur, dedi. Siz beceremiyorsunuz, dedi. Belki


doğru söylüyordu. Fakat bu işteki geriliğimizden istifade ederek


bizi eli böğründe bırakmak revayıhak (Burada, -doğru muydu,


doğruluğa yaraşır mıydı?- anlamında.) mıydı? O bizim cahilliğimizi,


zavallılığımızı kesesini doldurmak için bahane yaptı.


Kendisiyle at yarıştıramayacağımızı biliyordu. Hiç insaf etmeden


hepimizin canına okudu.


 


 Artık çocukluğumuzun, delikanlılığımızın geçtiği yerlerde


yüreğimiz sızlamadan dolaşamıyorduk. Gençliğimde kız kaçırdığım


zaman arkasına sığınıp dört kişiyle dövüştüğüm bir ağaç


vardı. Gövdesinde o zamandan kalma kurşun yaraları dururdu.


Onu devirirlerken uzakta durup baktım. Bir bacağımı, bir


kolumu kesiyorlarmış gibi oluyordum. Ne gelir elden delikanlı?


Gözümün yaşını silip ayaklarımı kuru otlarda sürüyerek


uzaklaştım.


 


 Her şey, her şey bitmişti artık... Hiçbirimizin yüzünde gülmek


takati kalmamıştı... Köy bile artık eski köy değildi. Biz ihtiyarlar;


onu tanımakta güçlük çekiyorduk. Etrafını ağaçtan duvarların


çevirdiği, dünyadan uzak köy değildi bu... Şimdi kasaba


yolunun kenarında, bir kulübede, yabancı biri şirketin


amelesine yiyecek ve içecek satıyordu. Bunlar da köy sokaklarında


yıkılarak dolaşıyorlardı.


 


 Fakat beş altı yüz ağaçlık bir parça, bir koru vardı ki, bütün


köy, ölse burasını satmamaya, kaptırmamaya karar verdi.


Artık bununla geçinmeye çalışacaktık. Çocuklar, babalarının


anlattığı eski, büyük ve esrarlı ormanı burada bulmaya çalışacaklardı.


Bu, köye eski günlerinin bir yadigarıydı. Hiçbirimiz,


ama hiçbirimiz buraya el sürdürmek istemiyorduk. Şirket de,


galiba ileri gitmekten korktuğu, bizi darıltmayı da menfaatine


uygun bulmadığı için, burayı elde etmeye pek hevesli görünmüyordu.


Fakat bunun uzun sürmeyeceğinden korkuyorduk.


Nitekim öyle oldu, onların ağaçlarına son günlerde kurt düştüğünü,


büyük ziyanlar verdiğini duymuştuk. Şirket, bunun


altından kalkmak isteyecekti. Bir sabah, bizim koruya baltacıların


girdiği haberi köyü dolaştı. Herkes evinden çıkıyor, gene


giriyor, komşuya koşuyor, sokaklarda şaşkın, acele gidip geliyordu.


Fakat bu şaşkınlık çok az sürdü. Herkesi bir ağırlık,


ümitsiz kararlar verdikleri zaman insanlara gelen bir ağırlık


kaplayıverdi. Hepimiz, bulunduğu siperde son kurşunu atacağını,


sonra orada muhakkak öleceğini bilen bir nefer gibi sakindik.


Tıpkı o nefer gibi, dudaklarımızın kenarında acı bir istihza


vardı. Sansarın ağzındaki bir pilicin, yahut kesilmek


üzere olan bir koyunun son çırpınışlarıydı bunlar, delikanlı...


Onlar da bunun faydası olmadığını belki çok iyi bilirler ama...-


 


 İhtiyar biraz durdu. Sert bir rüzgar çıkmıştı. Ormanın bütün


dalları, bütün yaprakları ötüyor, haykırıyordu. Bu sesler


fırtınalı bir denizin gürültüsüne benziyordu; ağaçlar büyük


dalgalar gibi iniyor ve çıkıyorlardı. Ormanın üzerimize devrileceğini


zannediyordum. Zaman zaman yükselip alçalan, mütemadiyen


makamını değiştiren bu muazzam uğultu, ihtiyarın


kelimelerini büyütüyor, kıvırıyor ve kendisiyle karıştırıyordu.


Onun sözlerini, orkestra içindeki bir flütün diğer aletlerin sesinden


ayırt edilmeyen sesi gibi karışık duyuyordum. İhtiyar devam etti:


 


 -Ta ne zamanlardan beri sesimizi çıkarmayıp içimize attığımız


şeyler, hep birden uyandı; hepsinin acısını birden duyduk.


Bu acı, gençleri, ihtiyarları, kadınları ve çocukları hep birden


bir kurt sürüsü haline koymaya kafi geldi. Elimizde baltalar,


sopalarla ormana daldık. İşçiler daha yeni başlıyorlardı. Bir tek


ağaca el sürerlerse analarını belleyeceğimizi söyledik; durdular.


Azlıktılar ve böyle bir şey beklemiyordular. Derhal eşyalarını


toplayarak ormanın kenarına çekildiler. Biz de ağaçların altına,


onlara karşı oturduk. İçimizden birini kasabaya, hükümetin bu


işlere karışan memuruna yollayıp bekledik. Bu bekleyiş akşama


kadar sürdü. Biz akşama kadar ağzımızı açıp konuşmadık. Hükümetin


memuru geç vakit, yanında şirketin bir memuruyla


beraber geldi. Bizim yanımızdan geçip gittiler, amelenin başındaki


adamla konuştular.


 


 Sonra hükümetin memuru yanındaki iki candarmaya bizi göstererek:


 


 -Sürün bunları ormandan dışarı!- dedi.


 


 Şirketin memuru, ameleye:


 


 -İşinize bakın siz!..- dedi.


 


 O zaman köylü; kadın, erkek, bütün köylü, hiçbir işaret almadan,


hiç kavilleşmeden (sözleşmeden), sanki bir elden idare ediliyormuş


gibi, o anda yerlerinden fırladılar. Gözleri kapalı, karşılarında


duranların hepsine saldırdılar. Odunlar, balta sapları inip kalkmaya


başladı. Ormanın akşamla koyulaşan alacakaranlığında


gölge gibi cisimlerin birbirinin üstüne atıldığı görülüyordu. Kapalı


ağızlarda hapsedilen kısık ve iniltiye benzeyen seslerden


başka bir şey duymak mümkün değildi. Çok sürmeden şirketin


işçileri teker teker kayboluverdiler. Geri kalanlar da selameti


kaçmakta buldular. Fakat hükümetin göbekli memuru ancak


köye kadar koşabildi, orada köy odasına saklanarak kapıyı arkadan


sürmeledi.


 


 Biz de, artık her şeyin bittiğini, bunu bizim yanımıza


bırakmayacaklarını pekala biliyorduk; artık yapacak bir şeyimiz


yoktu. Biz işimizi bitirmiştik. Şimdi bekleyebilirdik.


 


 Her şey beklediğimiz gibi oldu:


 


 Ertesi gün imdat alıp gelen candarmalar, çocuklar ve kocakarılardan


başka, kadın, erkek bütün köy halkını iplerle bağlayarak


kasabaya götürdüler ve memuru kurtardılar.


 


 Sonra duydum ki, delikanlılarla kadınlar onun bulunduğu


odayı sabaha kadar durmadan taşlamışlar. Bir şey yapamamaktan,


bir şey yapamayacağını bilmekten doğan bir şaşkınlıkla


taşlamışlar. Tıpkı şeytan taşlar gibi... İçlerindeki hırsı böylece


söndürmeye çabalamışlar... Zavallılar.-


 


 İhtiyar sustu. Rüzgar durmuştu. Ormandan hafif sesler


geliyordu. Ağaçların üzerinde, uzun ve atlas bir etek dolaşıyormuş


gibi fısıltılar vardı. Yapraklar, içerisinde piyano bulunan


bir odada bağrıldığı zaman piyano tellerinin çıkardığı hafif,


ince uğultuya benzeyen karışık, birbirinden ayrılmaz, acayip


mırıltılarla kımıldıyorlardı. Orman dev büyüklüğünde bir


çocuk gibi mışıl mışıl uyuyordu ve bu sesler onun nefesleriydi.


 


 İhtiyar yeni bir sigara yakarak kalktı. Bilmediğim bir tarafa


doğru ağır ağır yürüdü. Ben de atıma binerek bu uyuyan ormanın


zifiri karanlığına doğru yavaşça süzüldüm.


 


 1930


 


 (Resimli Ay, s. 7, Eylül 1930)


 


 ...


 


 Kazlar


 


 Dudu, elinde mektupla hızlı hızlı öğretmenin evine gitti:


 


 -Şunu okur musunuz?- dedi, -Seyit'ten geliyor!-


 


 Köyde bekarlıktan canı çıkan öğretmen, Dudu'nun çenesinin


altından doğru görünen göğsüne yandan bir göz attı. Kadının


esmer teninde elbiselerinin hafifçe gölgelediği bir yol, öğretmeni


bir iki kere yutkundurdu. Sonra elini uzatarak: -Ver


bakalım- dedi.


 


 Dudu'nun kocası üç sene evvel düğün yerinde birisini vurmuş,


on sene yemişti. Gerçi ölene kurşun atanlar sekiz kişiydi


ve rastlayan kurşunun kimin silahından çıktığı belli değildi, fakat


Seyit'le arkadaşı Durmuş'tan gayrısı kazadaki müstantiğe (sorgu yargıcı)


para yedirip men'i muhakeme (yargılamayı önleme) kararı almışlardı.


Vilayet ağır cezası da bu ikisine onar seneyi dayamıştı. Öğretmen mektubu


okudu:


 


 Evvela selam edip karısının hatırı şerifini sual ettikten sonra,


kendisinin pek o kadar iyi olmadığından, koğuştaki yerinin


pisliğinden ve bitten şikayet ediyor, Dudu gelirken bir iki kaz


getirirse başgardiyanla müdüre vererek yerini değiştirteceğini,


koğuşun baş taraflarında, biti az, temizce bir yere geçeceğini


söylüyordu.


 


 Dudu mektubu öğretmenin elinden çekip aldı. Koynuna


iyice yerleşti. Bu esnada öğretmen Dudu'nun göğsündeki gölgeli


yolu biraz daha aşağılara kadar takip etmek imkanını buldu.


 


 Dudu okulun kenarındaki gübrelikte yuvarlanan oğlu


Hüsnü'yü elinden tutarak düşünceli düşünceli evine döndü; ne


yapacağını bilmiyordu.


 


 Topu topu bir kazı vardı; onun da yumurtalarını bakkal İlyas


Efendi'ye bağlamıştı. Kaz her gün yumurtlarsa, geçenlerde


Hüsnü'ye içlik yapmak için aldığı bezin parasını bir ayda ödeyecekti.


Şimdi kazı şehre iletirse İlyas Efendi evinde yorgan döşek


koymaz, alır götürürdü.


 


 Hem sonra bir kaz... Halbuki Seyit iki tane istiyordu...


 


 Eltisinin evine gitti; bu, Seyit'in ağasının karısıydı. Kocasını


daha on beş gün kadar evvel maktulün akrabaları avda vurmuşlardı.


Dudu Seyit'e götürmek için bir kaz isteyince yeni dul bağırdı:


 


 -Git şuradan, git! O Seyit olacak gidinin yüzünden kocamı


elimden aldılar. Damlarda sürünsün de çıkamasın inşallah...-


Ve ağlamaya başladı.


 


 Dudu kapıdan döndü ve korkusundan başka akrabalarına


gidemedi... Gece gözünü kapayamadı. Evde dört yaşındaki oğlundan


başka kimsesi yoktu. Bu gece korkuyordu. Seyit'in düşmanları


kocasına yardım etmemesi için onu mütemadiyen tehdit


ediyorlardı. Seyit'in ağasını bile, kardeşine ara sıra yardım


ettiği için vurmuşlardı. Köyde kime gitse kovulacaktı.


 


 Halbuki Seyit iki tane kaz istiyordu. Hem de kendisi için


değil.


 


 Yavaşça yataktan kalktı, avluya indi. Kümesten kazı yakalayarak


ayaklarını bağladı. Kaz bağırmaya başladı. Komşu bahçedeki


çitin arkasından başka kazlar cevap verdiler.


 


 Dudu biraz düşündü. Sonra çitin bozuk yerine doğru yürüdü.


Öteki bahçeye geçti. Birbirlerini itip kakalayarak köşeye


sinmeye çalışan kazlardan bir tanesini yakaladı.


 


 Köpek, tanıdığı için sesini çıkarmıyordu.


 


 Dudu, Hüsnü'yü sırtına bağladı. Kazları ayaklarından tutarak


bir eline aldı. Öteki eline de bir torba bulgur yüklendi.


 


 Hüsnü'nün eline de ufak bir çömlekle pekmez verdi. Ara


sıra ayağı taşa çarpınca pekmezler arkasına dökülüyordu.


 


 Gecenin serinliğinde şehre doğru yürümeye başladı.


 


 Şehirle köyün arası yayan dokuz saatti.


 


 ..


 


 Seyit aşağı yukarı üç aydan beri hastaydı, hapishane doktoru


hastanede yatmasına lüzum gösteriyor, birkaç gün yatıyor,


daha ağır bir hasta gelince taburcu ediliyordu.


 


 En nihayet hiç kabul etmeyiverdiler:


 


 Tedavisi kabul olmayacak kadar ilerlemiş olan veremleri


hastaneler kabul etmiyorlardı. Nizamnameleri (yönetmelikleri)


böyleydi.


 


 Böyle hastaların cezalarının tecili ve tahliyeleri icap ederdi.


Fakat Seyit, hastalığının ne olduğunu bilmiyordu.


 


 Hapishanelerin bu gibi dalaverelerini bilen açıkgöz ve pişkin


mahpusların da onunla meşgul oldukları yoktu. Çünkü çok fakirdi.


 


 Evrakı ve raporları müddeiumumilik (savcılık) kaleminde duruyor,


takip eden olmadığı için sıra bekliyordu.


 


 Koğuşun en fena tarafında, aptesliğin yanında yatıyordu.


Hem de yarı aç.


 


 Hasta olduğu için çalışamıyor, kimseye hizmet edemiyor,


su falan taşıyamıyor ve bir tayınla kalıyordu.


 


 Bu bir tayını da üç günde yiyor, kalan ikisini satarak katık


yapmak istiyordu.


 


 Ve bütün gün, hiç kalkmadan yatardı.


 


 Biraz ilerideki pencereden bir avuç kadar gökyüzü görünürdü:


Masmavi...


 


 Gözlerini oraya diker, hiç konuşmadan beklerdi.


 


 Köye mektup yazdırdıktan sonra uzun müddet yollayamadı.


Çift sürme zamanıdır, işler yarım kalır diye tereddüt ediyordu.


 


 Daha fazla bekleyemeyeceğini anlayınca, iki bükülü mektubu


kuşağının arasından aldı. Görüşme gününde nizamiye kapısına


giden bir mahpusa:


 


 -Şunu bizim gelip giden köylülerden birine ver!- dedi.


 


 Ve daha sabırsızlıkla beklemeye başladı.


 


 Mektubu götürecek olan köylünün bir sürü mahkemeleri


vardı, on gün kadar şehirde kaldı; ve Seyit hep bekledi.


 


 Gözleri, avuç içi kadar mavi göğe dikilmiş, yattı. Yalnız akşamüzerleri,


yattığı yerde biraz kuru tayınla biraz pekmez yiyor, sonra uyumaya


çalışıyordu.


 


 Dudu gelirse nasıl kalkıp kapıya gideceğini düşünüyor,


-sürüne sürüne bile olsa gene giderim!- diyordu.


 


 Evlendikten bir ay sonra askere gitmiş, tezkere aldıktan


yirmi gün sonra hapsedilmişti. Ve Dudu'ya hiç doymamış gibiydi.


O da nedense hala gelmiyordu.


 


 Artık bekleyemeyecekti galiba.


 


 Dudu hapishaneye geldi. Kapının önü tenhaydı. Sokulduğu


zaman candarma itti ve -geri git!- diye bağırdı.


 


 Kapıda duran gardiyan, kazları ve torbayı görünce onu çağırmak


için elini kaldırdı. Fakat tam bu sırada birkaç hapis bir


sedye çıkardıkları için o tarafa gitti.


 


 Hapishane katibi: -Musallaya götürün, ben kaydına işaret


veririm!- diye bağırarak odasına giriyordu.


 


 Başgardiyan da elindeki bir kağıdı gardiyanlara ve bazı


mahkumlara imzalatıyordu. Bu, ölünün bir yorganı, bir bakır


kabı ve bir çift eski kundurası kaldığına dair müzekkereydi.


 


 Sedye kapıdan çıkarken gardiyan biraz ötede duran Dudu'ya sordu:


 


 -Kimi istedin?-


 


 -Opruklu Seyit'i.-


 


 Gardiyan yüzünü buruşturdu. Eliyle, kapıdan biraz evvel


çıkan ve bir gardiyanla hafif cezalı iki mahkum tarafından musalla


camiine götürülen sedyeyi göstermek üzereyken, gözleri


tekrar kazlara ve torbaya ilişti.


 


 Elini uzattı:


 


 -İçerde ama, bugün görüşme günü değil. Ver onları da sen


haftaya gel!-


 


 Torbayı, kazları, pekmez çömleğini aldı, duvarın kenarına


koydu; hala daha kapının dibinde oturan Dudu'ya:


 


 -Haftaya gel, dedik ya... Biz bunları kendisine veririz. Hadi


bakalım, bekleme!..- diye bağırdı.


 


 Dudu şehirde bir hafta kalabilir mi hiç?


 


 Hüsnü'yü kolundan tutup çekerek yürümeye başladı.


 


 Çocuk dönüp dönüp arkaya bakıyor:


 


 -Hani ya babam?.. Nerde ya babam?.- diye vızıldanıyordu.


 


 Dudu çocuğu hızla bir çekti:


 


 -Ne diye bağırırsın?- dedi, -Göstermediler işte!-


 


 Sonra biraz yumuşadı:


 


 -Harmanda geldiğimizde görürüz!..-


 


 Köye döndüler.


 


 ..


 


 Köye gelir gelmez Dudu'yu candarmalar yakaladı. Kaz çaldığı


için kasabada muhakeme edildi ve üç aya mahkum oldu.


Yalnız, cezasını kaza hapishanesinde yattığı için, harman zamanına


kadar, Seyit'in ölümünden haberi olmadı.


 


 1933


 


 ...


 


 Bir Firar


 


 İki candarma İdris'i aralarına almış götürüyorlardı.


 


 İdris ayaklarına basamayacak haldeydi. Candarmalar çok


dövmüşlerdi, fakat seke seke yürümeye çalışıyordu.


 


 Bayram namazında İmamköy Camii'ni bastığını ve orada


namaz kılanları soyduğunu en nihayet itiraf etmişti.


 


 Halbuki böyle bir şeyden haberi bile yoktu...


 


 Ne çare?.. Dayak bu... Her şeyi söyletir.


 


 En aşağı yedi sene yiyecekti.


 


 Seke seke yürüyor, ara sıra ayağı bir taşa takılıp sendeledikçe


candarmaların birisi koluna yapışıyordu.


 


 Biraz yürüdükten sonra kendisine bir de sigara verdiler...


 


 Bunlar da aslında fena adamlar değildi... Fakat ne yapsınlar,


vazife... Takibe çıkarken, -faili bulmadan gelirseniz gözüme


görünmeyin!- diye yüzbaşı sıkı sıkı emirler vermişti. Köyü


soyan çoktan kirişi kırmış olacağı için, ne yapıp yapıp fail bulmak


lazımdı.


 


 İdris de zaten kaç senedir buralarda serseri serseri dolaşıyor,


binbir türlü dalaverelere girip çıkıyordu.


 


 Birkaç kere de sigara kağıdı ve çakmaktaşı satarken yakalanmıştı.


 


 Asıl mühimi, köylü kendisinden şikayetçiydi. İlk zamanlarda


rahmetli babasının -babası köyün imamıydı- hatırını sayanlar


bile onun bu hallerini görünce kaybolmasını istemeye başladılar.


 


 İdris köyde kaldıkça candarmanın ayağı kesilmeyecekti.


 


 Bunun için candarmalar İdris'i yakalayınca, muhtarla köy


bakkalı, İdris'i vakadan bir gün evvel İmamköy tarafına giderken


gördüklerini söylediler...


 


 Bu kadarı yeterdi. Üst tarafını candarmalar söylettiler...


 


 İdris İmamköy Camii'ni bayram namazında nasıl soyduğunu anlattı..


 


 Şimdi İmamköyü'ne gidiyorlardı.


 


 İdris düşünüyordu; adamakıllı dalmıştı.


 


 Bu dakikada aklında, ne yediği dayak ne de yiyeceği yedi


sene vardı. Onun zihnini büsbütün başka bir şey, başka bir düşünce


dolduruyordu.


 


 Bu düşünce ona dayaktan ve hapisten daha acı geliyordu.


 


 Fazla işlemeye alışmamış olan kafası bir çare arıyor, bulamıyor,


sıkıntısını, dışarıya fırlayan gözlerinde, yüzünün birbirine


karışan sinirlerinde gösteriyordu.


 


 Düşündüğü şey şuydu:


 


 İdris dayak yerken, köyü soyduğunu söylemişti. İş bu kadarla


bitmiyordu. Deliller de lazımdı. Bunun için paraları ve


gümüş saatleri nereye koyduğunu söylemek icap ediyordu.


 


 Ne parası? Ne gümüş saati... Hatta ne soygunu?.. Fakat


söylemek lazımdı... Sopa, dipçik ve tekme dayanılır gibi değildi.


Beyni kafasından fırlayacak gibi oluyordu: Ne söylesin?


 


 -İmamköyü'nü ben soydum!- demek kolay... Fakat paralarla


gümüş saatleri meydana çıkarmak zor...


 


 Hem çok zor...


 


 Değnekler, tekmeler, dipçikler kalkıp iniyordu. Bayılacak


gibi oldu. Gözleri karardı. Elini hafifçe kaldırdı:


 


 -Diyivereceğim!- dedi.


 


 Candarmalar bıraktılar. Yüzüne su serptiler. Bir sigara verdiler.


O zaman İdris ilk aklına gelen ismi söyledi:


 


 -Paralar İmamköyü'nde kahveci Süleyman Ağa'da!- dedi.


 


 Dayak kesilmişti. İdris'in de o zaman düşündüğü yalnız


buydu. Fakat İmamköyü'ne doğru yola çıkınca büsbütün başka


şeyler düşünmeye başladı. -Yandı garip Süleyman Ağa!- dedi


 


 Süleyman Ağa, kendi köyünde olsun, İmamköyü'nde olsun,


ona hala yardım eden bir tek kişiydi. Kahvesinde yatacak


yer verir, ona nasihat falan ederdi.


 


 Nereden aklına evvela bu zavallının ismi gelmişti?..


 


 Şimdi candarmalar, hiçbir şeyden haberi olmayan ihtiyarı


yatıracaklar ve döveceklerdi. Gebertinceye kadar döveceklerdi.


 


 Süleyman Ağa: -Bilmiyorum!- diyecek, binbir türlü yemin


edecek, fakat dayağı yiyecekti. Titrek sesiyle yalvaracak, anlatmak


isteyecek, kıvrım kıvrım kıvranacak, fakat dayağı yiyecekti.


 


 Ak sakallı ihtiyarın, sakallarından yaşlar akarak ağladığını


görür gibi oldu. İhtiyarın iki kat olmuş beline tekmelerin, dipçiklerin


indiğini görür gibi oldu. Beyaz, gür kaşların altında, feri


kaçıp dışarı fırlayan iki gözün kendisine dikildiğini, -beğendin


mi ettiğini, İdris!- demek isteyerek baktığını görür gibi oldu.


 


 Beline tekrar bir dipçik yemiş gibi inledi.


 


 Candarmaların biri ona yandan bir göz attı... Sonra bir sigara


daha çıkarıp verdi...


 


 İdris sigarayı göbeğinin üzerinde sallanan kelepçeli elleriyle


yakalayarak ağzına götürdü. Sıkı sıkı bir iki nefes çekti.


 


 Beş on adım daha gittiler...


 


 Sigara İdris'in ağzından düştü...


 


 A-ah... Bunu yapamayacaktı...


 


 Karşıdan İmamköy görünmüştü... Evvela bir iki uyuz


ağaç, sonra birkaç kerpiç ev... Beş on çıplak çocuk...


 


 Yüz adım daha... Sonra köye geleceklerdi... Ve Süleyman Ağa.


 


 İdris etrafına bir bakındı... Şosenin sağ tarafı fundalıktı.


Candarmalara baktı: Silahları ellerinde gidiyorlardı.


 


 Bir sıçradı, hendeğin öbür tarafına atladı, düştü, tekrar kalkarak


fundalıkta koşmaya başladı. Candarmalar -şırrak- diye


mekanizmaları açıp kapadılar, ondan sonra iki tok ses... Havada


kısa ve keskin bir vınlama oldu, İdris olduğu yere yıkıldı.


 


 Candarmalar yanına koştular. Ağzından ince bir çizgi halinde


kan geliyordu. Gözlerini açtı: -Süleyman Ağa'nın bir şeyden


haberi yok...- dedi: Başı yana düştü. Ağzından tekrar ve


çok kan geldi. Tekrar gözlerini açarak: -Benim de...- dedi.


 


 Gözlerini bir daha kapayamadan hafifçe gerildi. Olduğu


yerde dimdik kaldı.


 


 1933


 


 ...


 


 Kanal


 


 Çumra Kanalı'nın suları Beyşehir Gölü'nden çıkarken su


rengindedir; Konya Ovası'nda kan renginde...


 


 Siz buna, ovanın kırmızı toprağının rengidir diyeceksiniz;


ben, Dedemköylü Mehmet'le kardeşinin kanlarının rengidir diyeceğim.


 


 Konya Ovası'nın ufukları mavi değil, sarıdır, sapsarıdır...


 


 Siz bunun, rüzgarın kaldırdığı tozlardan böyle olduğunu


söyleyeceksiniz; ben, Konya hapishanesinde yatan Zağar Mehmet'in


benzinin sarılığından diyeceğim.


 


 ..


 


 Bozkırlardan mahsul tırnakla kazıyarak alınır. Sapan işlemez


topraklar devedikeninden ve iki santimlik otlardan başka


bir şeyi üzerlerinde yaşatmak istemezler, susuzluktan yanan


göğüslerini, çırçıplak gökyüzüne açmak isterler.


 


 İnsan ellerinin açtığı kanal, bu ovaların yalnız susuzluğunu


artırır. Bulanık ve tembel, sanki buraya geldiklerine kızıyorlarmış


gibi yüzlerini buruşturarak ağır ağır akan sular, biraz ötede


çatlaklarını -su!- diye bir karış açan toprakları doyurmak değil,


buğuları ve serinlikleriyle olsun avutmazlar. Bir zeytinyağı ırmağı


gibi koyu, sıkıntılı bir akışla sallana sallana geçip giderler.


 


 Bu ovadaki uyuz ağaçlı, kül yığınına benzeyen köylerde insanlar


parça parça elleri, yanık derili yüzleri, kenarları çok kırışık


gözleriyle çalışarak inatçı topraktan bir lokma ekmek söküp


almaya uğraşırlar.


 


 Dedemköy, kanalın yakınındadır. Yalnız, sular Beyşehir


Gölü'nden gelinceye kadar öyle azalır ki, değil dönüm dönüm


tarlaları, üç karışlık bir bostanı bile doyuramazlar.


 


 Yağmur yıllarında gülen yüzler, parlayan gözler kurak senelerde


buruşur, kanalın sarı sularına dikilir, faydası olmayacağını


bildiği halde bundan medet umar; yağmur yılları da ancak


beş senede bir kendini gösterir.


 


 ..


 


 Dedemköylü Menmet'le Zağar Mehmet kapı bir komşuydular.


Aralarında yaş farkı da yoktu. Küçükken köyün harman


yerinde beraber emeklemişler; sokağın gübreli tozlarında beraber


yuvarlanmışlar; sıska inekleri, ellerinde boylarından büyük


bir değnekle, köyün kıyısından geçen sığırtmaca beraber götürmüşler;


kanalda beraber kurbağa taşlamışlardı...


 


 Biraz daha büyüyünce analarıyla beraber pazara yağ ve


yoğurt satmaya giderler, yedi saat ötedeki dağdan eşekle odun


getirirler, hatta bunları beraber satarlar ve bazan acemi ve yabancı


bir memurdan beş on kuruş fazla koparırlarsa, bir örnek


mintanlık zifir alırlardı.


 


 Delikanlılıklarında beraber düğünlere gitmişler, avrat oynatmışlar,


kadın kaldırmışlardı. Bütün Orta Anadolu insanlarında


olduğu gibi bunlarda da lakırdı haline gelmeyen bir dostluk


vardı. Bu dostluk pek delikanlı zamanlarında, yan yana giderken


birbirlerinin elini tutup sallamak şeklinde görünürdü.


Biraz sonra topraktan ekmeği dişiyle sökenlere mahsus ciddilik


onları da ağırlaştırdı. Ev yükü üstlerine çökünce, daha az buluşur


oldular, Zağar Mehmet evlenmişti; Dedemköylü Mehmet'in


babası öldüğü için anası, bacısı, bir de on sekiz yaşında oğlan


kardeşi onun başına kalmıştı.


 


 İki eski arkadaş bazan, akşamüzerleri caminin duvarları


dibinde yan yana çömelerek köye dönen sığırlara bakarlar, yarım


saat kadar konuşmadan dururlar, sonra birbirlerine bakıp,


yalnız ağızlarının kenarında kalan bir gülüşle sırıtarak evlerine


giderlerdi.


 


 Nihayet, evin içindeki çalışan elleri artırmak için Dedemköylü


Mehmet'le kardeşi Mustafa aynı günde evlendiler. Yaşları


yirmiyi geçmeyen iki tane gelin kerpiç kulübenin birer köşesine


yerleştiler.


 


 Hayat, yüzyıllardan beri devam ettiği gibi, katı topraktan


bir lokma bir şey sökmek için, sessiz bir dövüş halinde ilerlemeye


başladı.


 


 Dostluklar, hovardalıklar, kabadayılıklar, yalnız ekmek düşünenlerde


yavaş yavaş yok olmaya başlayan bu hisler ve hareketler,


bir hatıra bile olamayacak kadar kafalarda sislendi.


 


 ..


 


 Bir gün Zağar Mehmet, tarlasını kanaldan sularken, arkın


yavaş yavaş boşaldığını, meydana sarı bir çamur tabakası çıktığını


gördü. Başını kaldırıp evvela kanala, sonra biraz yukarıdaki


Dedemköylü Mehmet'in tarlasına baktı. Suyu orada önlediklerini


ve kendi tarlalarını suladıklarını gördü.


 


 Altı yaşındaki oğlunu oraya yolladı. Çocuk çıplak ayaklarıyla


tezeklerin üstünden koşarak Dedemköylü Mehmet'in tarlasına


gitti ve: -Babam suyu koyuversinler diyor!- diye bağırdı.


 


 Mehmet hiç cevap vermedi. Çocuk biraz daha bekledikten


sonra gene koşarak kendi tarlasına döndü.


 


 O zaman iki Mehmetler, aralarında yüz elli adım mesafe


olduğu halde, birbirlerine şöyle bakıştılar.


 


 Bu bakış birçok şeyler ve her şeyden evvel, o günden itibaren


aralarında barışması olmayan bir dövüş başladığını söylüyordu.


Bu bakışta kin yoktu, çünkü aralarında kin doğuracak


bir şey geçmemişti. Bu bakışta yalnız toprak ve su kavgasının


gölgeleri, insanların içini kapkaranlık yapan gölgeleri vardı.


Hatta ihtimal biraz da teessür vardı: Yaşayabilmek, şu çatlak


tarladan bir avuç ekin çıkarabilmek için birbirleriyle ölüme kadar


dövüşmeleri lazım geldiğini bilmekten doğan bir teessür.


 


 Çünkü birbirlerine başkaca kinleri yoktu.


 


 Zağar Mehmet iki erkek kardeşle başa çıkamazdı. Bunun


için evvela sulh olmak istedi. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını,


suyun iki adamı kandıracak kadar çok olmadığını biliyordu.


Nitekim Dedemköylü Mehmet onun gönderdiği habere


cevap bile vermedi.


 


 Zağar Mehmet gene bekledi. Tarlasına gitti, dibindeki çamurlar


kuruyup çatlayan su yollarına, sonra yukarı taraftaki


tarlada dolaşan Mehmet'e uzun uzun baktı ve bekledi. Gökyüzüne


baktı, bir bulut aradı ve bekledi...


 


 Ekinler, sıska ekinler, yavaş yavaş bir karış kadar oldular.


 


 Ondan sonra güneş bu bir karış yeşilliği kurutmak için işini


gücünü bırakıp bozkırların bu köşeciğine dökülmeye başladı.


İnce yapraklar güneşin altında, sıcaktan soluyan bir köpeğin


dili gibi titreşiyorlardı.


 


 Bir karıştan fazla büyüyemiyorlardı... Zavallı ekinler...


 


 Dedemköylü Mehmet'in tarlası diz boyu oldu. Zağar Meh-


met'inki hala bir karış... Ve güneş, görünmeyen bir borudan


yalnız Zağar Mehmet'in tarlasına akıyordu. Yapraklar daha bir


karışken sararıyorlardı.


 


 Çumra'da sulama idaresi vardı, bu idarenin müdürü, muhasebecileri,


memurları vardı, fakat kanal Dedemköylü Mehmet'in


tarlasından öteye bir damla yaşlık bile geçmiyordu.


 


 Zağar Mehmet, bir karışken sararan ekinlerle beraber karısının,


akşamlara kadar elinde çapa ile iki kat çalışan altmışlık


anasının ve altı yaşındaki oğlunun da sarardıklarını görüyor,


düşünüyor ve bekliyordu. Bozkır köylüsünün ne düşündüğünü


ve ne beklediğini kimse bilmez.


 


 ..


 


 Bir gün sabahleyin erkenden, mavzerini alıp tarlaya gitti.


Kuru su yolunun içine yattı. Dedemköylü Mehmet'le kardeşi


tarlada göründükleri zaman beş el ateş etti.


 


 Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek


kadar kolay değildir.


 


 Zağar Mehmet koşup gelen karısına, kanalı açmasını, tarlayı


sulamasını, bundan sonra kanalın suyunu kimseye kestirmemelerini,


çünkü yukarı tarlanın artık erkeği kalmadığını söyledi.


 


 Karısı kanalı açmaya giderken arkasından seslendi, oğlunu


zebil etmemesini, ara sıra hapishaneye beraber getirmesini, kocakarıya


da hakaret etmemelerini tembih etti.


 


 Sonra tarlanın kenarına oturdu. Kanalı açan karısına baktı,


baktı ve uzaktan doğru gelen muhtarla candarmayı bekledi.


 


 ..


 


 Dedemköy kanalının suları kıpkırmızıdır: Mehmet'le kardeşinin


kanları gibi. Konya Ovası'nın ufukları sapsarıdır: Zağar


Mehmet'in benzi gibi... Ve hapishanede, ağasından yıllığını almadan


gitmediği için davar çaldı diye iftiraya uğrayarak iki seneye


mahkum olan Dedemköylü bir çoban, Zağar Mehmet'in


koğuşundan uzak bir yerde, etrafına toplanan hapislere, gözlerini


kapayıp başını biraz arkaya atarak, Dedemköylülerin şarkısını söyler:


 


 Ecel gelir kapımızı dolaşır,


 


 Kara haberimiz köye ulaşır,


 


 Çifte gelin kuzu gibi meleşir.


 


 Yuma hocam, yuma, kanımız aksın,


 


 Dostumuz ağlasın, düşmanlar baksın...


 


 Zağar Mehmet'in bu şarkıyı dinlemeye yüreği dayanmadığı


için, kendisi uzaktan görününce hemen susar.


 


 1934


 


 (Varlık, s. 25, 15.07.1934)


 


 ...


 


 Candarma Bekir


 


 Hapishanede Çallı Halil Efe'ye hep sorardım:


 


 -Sana ne diye yüz bir sene verdiler? Ne haltlar karıştırdın?-


 


 -Asmadıklarına şükür, efendi!- diye cevap verir, sinsi sinsi


gülerdi. Birkaç kere, vukuatını öğrenmek için, sıkı sıkı sordum,


nihayet başından savar gibi: -Devlet benden iki başıbozuk, bir


candarma, bir mavzer, iki at soruyor- dedi.


 


 Devletin sorduklarını o kadar çabuk sayıverdi ki, ağzım


açık yüzüne bakakaldım:


 


 -Ne diye bunları senden soruyorlar?- dedim.


 


 -Kayıpmışlar da, gördün mü diye soruyorlar!- dedi. Tepeden


bir gülüşle yüzüme baktı. Efendi olduğum için hapishanede


ilkönce bana pek itibar etmezlerdi. Zaman geçtikçe ısındık;


Halil Efe'yle de ahbaplığı ilerlettik, o zaman yaptığı vukuatları


kısım kısım anlattı.


 


 Bunların her biri ayrı ayrı hikayelere mevzu olabilirler; ben


şimdilik yalnız bir candarma, bir at ve bir mavzeri niçin Halil


Efe'den sorduklarını anlatacağım.


 


 ..


 


 -Çal'da Süleyman'ı vurduktan sonra İzmir'e kaçtığımı,


orada yakayı ele verince beni Denizli Hapishanesi'ne gönderdiklerini


sana anlatmıştım. Mahkememizi bekler dururken, günün


birinde beni hapishane müdürünün odasına çağırdılar,


'Çal Müddeiumumisi seni istedi, tahkikatı genişletecekmiş,


Çal'a gideceksin!' dediler. İzmir'den gelirken tabanlarımda açılan


yarıklar yeni iyi olmuştu, yüreğim cız dedi. Sen bilmezsin,


karakoldan karakola yayan sevk olmak ne demektir. Hele bu


yakaların candarmaları beni hep tanırlardı, dostum olan vardı,


düşmanım olan vardı. Müdüre yalvardım: 'Aman etmeyin, beni


kaza müddeiumumisine göndermeyin!' dedim. 'Emir çıktı


bir kere, gitmemenin yolu yok!' dedi. Ne yapalım, devlet kuvvetine


güç yetmez ki. Hapishanede birisini yaralayıp hakkımda


tahkikat açtırsam, iki üç ay daha kalırdım, ama asıl mahkemem


görülmemişti. Reis kötü tanırsa encamım iyi olmaz diye düşündüm.


Hemşeriler sağ olsunlar, birkaç tayın topladılar, biraz keş


peyniri, biraz da kuru soğan verdiler, hepsini çıkın yaptım,


postalları ayağıma sicimle bağladım, nizamiye kapısının altında


merkezden gelecek candarmayı bekledim. Kapıcı gardiyan


Necip Efendi benden hiç hazzetmezdi. Hem efe, hem fakir olduğuma


mı kızardı kim bilir... Candarma gelince bir kenara


çekti, biraz konuştular, ondan sonra candarma kelepçeyi ille arkadan


vuracağım diye tutturdu. 'Aman, ocağına düştüm, uzun


yol gideceğiz; insaf et!' dedim. Dinlemedi bile, kollarımı arkaya


kanırtıp kelepçeyi vurdu. Düzüldük yola. Denizli'den Çal az


yol değildir. Temmuz ortasıydı. Sıcakta yedi sekiz saat yol alıyorduk.


O yanlarda karakollar birbirine yakındır, günde iki


candarma değiştiği olurdu; uyuya uyuya fıstığa dönmüş candarmaya


üç beş saat yol koyar mı? Çabucak öbür karakola


ulaştırıp geri döneyim diye beni koşturur, 'Aman, bir kıyıda biraz


oturalım, hiç dermanım kalmadı!' deyince dipçiği basardı.


En kötüsü, güneş ortalığı kavurduğu zamanlar yanından geçtiğimiz


harmanlara uğrar, göğsüne bağrına döke döke ayran


bakracını başına diker, köylüler verse bile bana bir yudum içirmezdi.


 


 Üçüncü günü akşama doğru Baklan Ovası'nda tren boyunda


Kaklık köyüne geldik. Artık Çal uzak değildir diye içim ferahlamıştı.


Bir de karakolda kimi görsem: Bizim Kara Muradın


Bekir'i. Candarma olmuş. Beni görünce bir güldü. 'Yandın garip


Halil'im, yandın! dedi. Bir mahalleliydik ama, küçükten beri


hiç aramız barışmamıştı. Birbirimize diyivermesek bile, içten


içe hasım gibiydik. Ben, şu bildiğin karı meselesinden Süleyman'ı


vurunca, Bekir büsbütün kanıma yürür oldu. Süleyman'la


pek arkadaştılar. Bacısını da galiba rahmetliye vermek


niyetindeydi. Ben eşkıya olup dağa çıkınca köyde rahat oturamaz


oldu. İki kere de yataklarımı ihbarladı. O zaman: 'Eceline


susamadıysa edebiyle otursun, Çallı Halil'in gözüne gayrı dünya


görünmüyor!' diye haber saldım... Sesi çıkmaz olduydu.


Şimdi karşımda namlı şanlı candarma olmuş, yüzüme bakıp


bakıp sırıtıyordu. Sonra yanıma sokuldu, elini omuzuma vurdu:


'Gel bakalım hemşerim, geçmiş olsun, kasavet etme, zeybek


kısmı dayanıklı olur! dedi. 'Allah Allah, oğlan halimize acıdı!'


dedim; ama o yıvışık sırıtması hiç durmuyor, gitgide zihnimi


karıştırıyordu. Beni aldı, kendi yattığı odaya bitişik olan köyün


misafir odasına götürdü, kelepçeyi çözmeden içeri bıraktı: 'Yat


uyu bakalım da, yarın sabaha kuvvetli bulun!' dedi. Gene öyle


kötü kötü sırıttı. Ben toprak sedirdeki hasırın üstüne uzandım.


Bekir'in bu gülüşleri netameli ama, Allah hayır verir inşallah


dedim, uyudum.


 


 Sabahleyin şafakla beraber uyandım. Odanın iki duvarındaki


ufak pencerelerin önünde kalabalık vardı. Ne oluyor ki diye


doğrulacak oldum, Bekir içeriye girdi; hep akşamki gibi gülüyordu.


Yanıma sokuldu: 'Kalk bakalım Halil Efe, seninle eski


hesapları temizleyelim. Bak ne kadar dostun varsa topladım


geldim!' dedi. Kendi kendime bir daha: 'Yandın garip Halil Efe


yandın!' dedim. Gözlerimi şöyle bir pencerelere, kapının aralığına


doğru gezdirdim. Amanın ne göreyim! Yedi köyün ayanı (ileri gelenleri)


muhtarı burada... Bekir gitmiş, bana düşman ne kadar köy varsa


hepsinin ihtiyarlarını toplamış gelmiş. Hiç renk vermedim.


Bekir yanıma sokuldu. Kelepçeye yapışıp bir asıldı, hemen


doğruldum. Çeke çeke odanın ortalık yerindeki direğe götürdü,


bir ip çıkardı, beni oraya sımsıkı bağladı. Ondan sonra bastı


sopayı...


 


 Mahpuslukta adam dayak yemekten yılmaz. Eğer Bekir


yalnız dayak atsa, bunu da tenha bir yerde yapsa, hiç ağırıma


gitmezdi. Candarma değil mi, helbet dövecek; ama böyle yedi


köyün muhtarını başına toplayıp da envai türlü hakaret etmesi


bana pek dokundu. Beş on değnek vurduktan sonra gidiyor,


kapıdan yalak gibi ağzını açıp bakan muhtarlarla, oraya biriken


köylülerle konuşuyor, sonra dönüp yanıma gelerek soyuma sopuma


sövmeye, suratıma tükürmeye, ötemi berimi tekmelemeye


başlıyordu. O tükürünce ben elimi yüzüme götürmek istiyordum.


O zaman bağlar bileğimi acıtıyordu... Yüzümü acıdan


buruşturunca, bakanların hepsi katıla katıla gülüyorlardı...


 


 Bizim Bekir bir saatten ziyade benimle eğlendi; her yanımı


dayaktan çürüttü, uyuz ite yapılmayacak hakareti yaptı... Ama


ben de ağzımı açıp bir of demedim. Onun meramı beni zebun


edip yalvartmaktı. O kadar adamın karşısında ölüm serilse bunu


yapamazdım; yine de yapmadım.


 


 Bekir yorulunca yakamı bıraktı, köylülerle beraber yemek


yemeye gitti. Ben içimden: 'Ülen Bekir, sen bir elime düşmeyesin!'


dedim. Ben Çallı Halil Efe olduktan sonra kimsenin ettiğini


yanına komazdım.


 


 Az sonra Bekir göründü. Hiç sesini çıkarmadan bağlarımı


çözdü, dışarı çıkardı, atına bindi, beni önüne kattı, Çal'a doğru


yürümeye başladık. Denizli'den beri hiç atlı candarma ile yürümemiştim;


bu da kaderde yazılıymış dedim.


 


 Şöyle böyle iki saat kadar yürüdük. Ovanın ortasındaydık.


Bekir atını ağır ağır sürüyordu, ben de dizime kadar çıkan otların


içinde bir yürüyüp bir koşarak sol yanında gidiyordum. Bir


aralık baktım, kelepçenin ortasındaki vida sallanıyor. Ellerimi


yavaşça iki yana çevirdim, kuvvetli kuvvetli bastım, paslı kelepçenin


vidası çıt dedi, düştü. Hiç sesimi çıkarmadan daha bir


yarım saat gittik. Ondan sonra Bekir'e döndüm, ellerimi uzattım:


'Bekir Efe' dedim, 'bu kelepçenin vidası düşmüş.' Bekir aklınca


kabadayı adamdı. Elinde mavzeri, altında atı olduktan


sonra ben nereye kaçabilirdim ki? Hiç istifini bozmadı. 'Çıkar


kelepçeyi, koy cebine!' dedi... Dediğini yaptım; biraz daha yürüdük,


o zaman kuşağımdan gümüş tabakayı çıkardım, Bekir'e


uzattım: 'Al bakalım Bekir Efe, sar bir cıgara!' dedim, 'Ben Çallı


Halil, sen Çallı Bekir olduktan sonra, biz daha çok rakılar içeriz,


çok kadehler tokuştururuz...'


 


 Yüzüme bir baktı. Durdu, durdu, ondan sonra elini uzatıp


tabakayı aldı. Elinde tuttuğu mavzeri dizlerinin üstüne yatırdı,


dirseklerini onun üstüne dayadı, tabakayı açıp cıgarayı sarmaya


başladı... Şöyle yandan bir göz attım. Hem cıgarayı sarıyor,


hem de dirseklerini sıkı sıkı mavzere basıyordu. Silahın namlusu


benden yana olduğu için hiç umut yoktu. 'Ülen Bekir, bunu


da çaktın!' diye içimden söyledim. Tam bu sırada Bekir cıgarayı,


ıslatıp yapıştırmak için, dudaklarına götürdü. Dirsekleri


mavzerin üstünden şöyle bir nefes alımı kalktı.


 


 O, daha ne olduğunu anlamadan ben mavzeri kapınca yirmi


adım öteye fırlamıştım. Oradan bağırdım:


 


 -İn bakalım Bekir çavuş, şimdi de biz hesap görelim!- Bekir


hemen indi, gülerek yanıma sokulmak istedi. 'Olduğun yerde


kal!' diye bağırdım, -Kelime-i şahadet getir, seni vuracağım!'


 


 Bey, Bekir'in bu sözleri dediğim zamanki halini bir görmeliydin.


Yüzü sararıverdi, melil melil yüzüme bakmaya başladı:


 


 'Aman Halil Efe,' dedi, 'yavuklum var, bir garip anam var,


canıma kıyma da ne yaparsan yap.'


 


 Yüreğim acımadı değil, ne kadar aramız açık olsa, yine


hemşerilik vardı. Bir mahalle delikanlısıydık. Ama onun ettiği


hakareti kandan başka bir şey temizlemezdi. Bekir sağ kaldıkça


insan içine çıkamazdım: 'Vuracağım seni Bekir, başka yolu yok;


bir vasiyetin varsa söyle!' dedim.


 


 Bunu dedim, mavzeri de doğrulttum. O zaman Bekir kurtuluş


olmadığını anladı. Garip garip bana baktı, sonra başını


çevirdi, öte yanda yularını sürüyüp otlayan atını bir süzdü.


Sonra başını kaldırıp gökyüzüne de bir göz attı. Tekrar bana


döndü, ağzını açtı, tam bir şey söyleyecekti, tetiğe dokandım.


 


 Bekirceğiz oraya yıkılıverdi.


 


 Ama sana bir şey söyleyeyim mi efendi, sen istersen gene


inanma, benim tetiğe dokunmamla, Bekir'in yere düşmesi bir oldu.


Allah bilir ya, garip oğlan kurşundan değil, korkudan öldü.


Benim kurşun ona diriyken değil, ölüp yere yıkılırken değdi.-


 


 1934


 


 ...


 


 Sarhoş


 


 Kanuni Kamil, bahçe sahibinden yevmiyesini aldıktan sonra


bir saat kadar daha orada kaldı. Hanende Muhsine adamakıllı


sarhoştu, tam balta olacak sıraydı. Zaten Kamil de burnunun


ucunu görmüyordu.


 


 Garsonlar yavaş yavaş radyom lambalarını söndürüyorlardı.


Bir bekçiyle iki polis, kenardaki salkımsöğüdün altına yıkılıp


kalan bir kunduracı çırağını kaldırmışlar, dışarı çıkarmaya


çalışıyorlardı. Gazino sahibi o tarafa koşup hesap isteyince, sarhoş


çırak bir daha yıkılır gibi oldu. Ağzını bir tarafa eğerek anlaşılmaz


laflar mırıldandı. Fakat gazinocu pek dolma yutar soyundan


değildi. Yakasına yapışıp başından kasketini alınca oğlan


ayılır gibi oldu. Pantolon cebinde bir hayli arandıktan sonra


parayı verdi, polislerin kolunda, çıkıp gitti.


 


 Gazinocu büfeye döndü. Kamil'le Muhsine büfeden vuran


aydınlığa bir masa çekmişler, karşı karşıya oturuyorlardı. Önlerinde


ufak bir şişe rakı vardı. Kamil önüne bakıyor, kız kendi


kendine hafif şarkılar mırıldanıyor ve sonra durup dururken


gülüyordu. Bu, daha ziyade yüz sinirlerinin acayip bir gerilmesine


benzeyen bir gülüştü.


 


 Kamil düşünüyordu:


 


 Gazinocu, Muhsine'yi alıp otele kadar götürmeden defolmuyor;


ne yapmalı da bu akşam beraber gitmeli? Sonra asıl


mühimi: Bizimkini ne yapmalı?.. Geceyarısı sokaklara fırlar, karakolları


ayağa kaldırır. Ne şirrettir o... Sıska, sarı yüzüyle karısı


gözünün önüne geldi: Şimdi otelde oturmuş, pencereden sokağa


bakıyor, beni bekliyordur, diye düşündü. Ürktü ve elini


yüzüne götürüp gezdirerek şaşkın bir hareket yaptı.


 


 Bu sırada gazinocu geldi. Muhsine'ye: -Hadi bakalım!- dedi.


Muhsine kalktı. Kamil de beraber... Bahçede yürüdüler. Yollar


kumluydu ve gıcırdıyordu. Kamil kolunun altında sıkı tutmaya


çalıştığı siyah kılıflı kanununu birkaç defa ağaca çarptı,


yıkılacak gibi sallandı.


 


 Yolda beş on adım gittikten sonra bir araba geçti. Gazinocu


eliyle işaret etti, araba durdu; evvela Muhsine bindi, gazinocu,


kızın arkasından binmek isteyen Kamil'i eliyle iterek içeri atladı


ve araba yürüdü.


 


 Kamil yolun ortasında bir müddet sallanıp durarak düşündü.


Hemen hemen her akşam bu böyle olduğu için kızdığı falan


yoktu. Yalnız, her akşam böyle arabaya ayağını atarken itilip


sokakta yalnız kalınca bir müddet düşünmek adetiydi. Sonra


sallanarak kendi oteline doğru yürüdü.


 


 Dört katlı otelin en üst penceresinden beyaz bir gölge sarkıyordu.


 


 Kamil ürperdi.


 


 Yukarıdan kısık bir ses bağırdı:


 


 -Çingene!.. Alçak Çingene!.. Bahçe dağılalı bir saat oluyor.


Gene o Muhsine dedikleri kaltağın peşindeydin değil mi?-


 


 Kamil başını yukarı kaldırdı, muvazenesini kaybederek yere


yuvarlanıyordu, kanunu destek gibi kullandı ve ayakta kaldı.


-Ne bağırıyorsun gece yarısı be!.. Hesap görüyorduk...-


 


 -Hesap mı? Arabanın peşinde köpek gibi dolaştın, görmedim


mi sanıyorsun? Dinsiz, imansız Çingene!..-


 


 Yukarıdan doğru ağlayan bir çocuk sesi duyuldu. Kamil


okkalı bir küfür savurdu. Fakat kendini tutamadı, yere yuvarlandı.


Siyah torbalı kanunu yerden kaldırıp koltuğunun altına


sıkıştırırken yukarıda bütün sokağı çınlatan bir feryat koptu.


-Gelme buralara alçak... Sokmam seni içeri... Gelme!..-


 


 Beyaz baş içeri çekilmek istedi, fakat hızla çekilirken pencereye


çarptı, pencerenin kenarındaki değnek düştü. Ağır çerçeve


bütün yüküyle kadının başına indi. Kamil yalnız bir cam


şangırtısı işitti.


 


 Merdivenleri hızlı hızlı çıktı, otel hizmetçisi, alışkın olduğu


için, fazla ehemmiyet vermedi. Don gömlekle yatağından kalkıp


kapıyı açmıştı, tekrar yerine koştu.


 


 Kamil söylene söylene odaya geldi. Kanunu bir duvar kenarına dayadı.


 


 Ortada, karyolanın ayak ucundaki demirle pencere arasında,


bir salıncak sallanıyordu.


 


 İki yaşlarında kadar bir çocuk salıncakta oturmuş katılırcasına


ağlıyordu.


 


 Kamil cam şangırtısını unuttu. Çocuğun yanına gitti. -Sus


iki gözüm, sus anam babam!-


 


 Salıncağın yanına diz çökerek çocuğu sallamaya başladı,


bu sırada yayvan yayvan ninni söylüyor, karmakarışık şeyler


mırıldanıyordu:


 


 -Ah o anan olacak karı... Ah... Nereden başıma sardım bu


sıska kaltağı... Senin de başının derdi, benim de... Eeee... Uyu


bakayım... Hadi uyusana... Ninni... Ninni...- Sonra makamla


söylemeye başladı:


 


 -Bir gün İstanbul'a gitsek, niiiinni...


 


 Şu karıyı başımızdan savsak, niiiinni,


 


 O zaman sen de kurtulursun ben de, niiiinni.-


 


 Birdenbire durdu; odadaki sessizlik onu şaşırttı. Karısı bağırmıyor,


gelip saçını başını yolmuyordu... Garip bir korkuyla


yerinden doğruldu... Odada gözlerini gezdirdi. Çocuk da susmuştu...


Karısı hala pencereden dışarı bakıyordu. Kamil bunu


görünce kısık bir kahkaha attı:


 


 -Ne bakıyorsun be?..- dedi, -Ne var dışarda?.. Mahalleyi


nasıl ayağa kaldırdığını mı seyrediyorsun?- Yarı kapalı gözlerini


açmaya çalışarak bir kahkaha daha attı. Fakat bunu yarıda


kesti. Gözleri büsbütün açıldı. Bir adım kadar ilerledi.


 


 Karısı pencerenin önünde diz çökmüş, başı dışarıda, duruyordu.


Kamil kırılan ve aşağı düşen camın farkına varmadı. Fakat


yerde biriken kanları gördü. Bu kanlar pencerenin kenarından


başlıyor ve duvarda bir nehir gibi kıvrıntılar yaparak iniyordu.


Kamil hiç sesini çıkarmadı; yavaş yavaş geri çekildi,


içinde kirli çamaşırlar bulunan bir sepetin üstüne oturarak o tarafa


doğru uzun uzun baktı... Sabaha kadar öyle oturdu ve baktı...


 


 1933


 


 :::::::::::::::::


 


 Üçüncü Kısım


 


 Bir Cinayetin Sebebi


 


 İ


 


 Ağır ceza muhakeme salonunun önü hıncahınç kalabalıktı.


 


 Efendi kılıklı adamlar, külhanbeyler, hukuk fakültesi müdavimleri,


lise talebesi hanımlar, kahvede tavla oynamaktansa


burada muhakeme seyretmeyi ekonomiye daha muvafık bulan


geçkin işsizler koridorlarda geziniyorlardı. Salon dolmuştu, iğne


atacak yer yoktu. Zaten dışarıda dolaşanlar da içeride yer


bulamayanlardı. Hiç olmazsa girerken, çıkarken suçluyu görürüz,


neticeyi de öğreniriz diye bekliyorlardı.


 


 Kızının nafaka davası için ikinci hukuka gelen ihtiyarca bir


kadın bir orta mektep talebesine sordu:


 


 -Evladım, burası neden kalabalık?-


 


 -Hüsameddin'in muhakemesi de ondan!..-


 


 -Ne yapmış bu Hüsameddin?-


 


 Çocuk, kadının cahilliğine güldü:


 


 -Adam öldürmüş, adam!..-


 


 Ve izah etti:


 


 -Bu sene muallim çıkmış, Anadolu'ya tayin etmişler, harcırahını


şurada burada yemiş, sonra da, yol parası için, tanıdığı


bir komisyoncuyu tabancayla öldürmüş...-


 


 -Genç desene!-


 


 -Öyle, daha çocuk bile... Dört defadır da bir bahaneyle


muhakemesini talik ettiriyor, (erteletiyor) bakalım bu sefer...-


 


 Sözü yarım kaldı. Halk harekete gelmişti. Başlar birbirinin


omuzundan merakla uzanıyordu:


 


 -Geliyor!-


 


 -Geliyor!-


 


 -Hani yahu?-


 


 -Kör müsün be! Elleri kelepçeli, başını önüne eğmiş...-


 


 Siyah şapkasının altında sararmış yüzü bir kat daha zayıf


görünen ince, orta boylu bir genç iki candarmanın arasında hızlı,


dolaşık adımlarla geçti. Üzerine dikilen gözlerin tesirinden


kurtulmak için etrafına bakınıyordu.


 


 Salonun yanındaki ufak aralıkta ellerinden kelepçeyi çıkardılar.


Kendisini pencerenin yanına attı. Ayasofya'nın önündeki


ağaçlara, aşağıdaki ayran, kuru poğaça, simit satan adamlara


baktı. Gözünü etrafta bir gezdirdi. Bu açık göklere, bu gri kaldırımlara


hasret çektiği besbelliydi.


 


 Pos bıyıklı mübaşir çağırınca şapkasını eline alarak içeri


girdi. Yerine oturuncaya kadar dinleyici sıralarını süzdü. Kendisine


bakan gözlerden azap duyduğu görülüyordu. Nefsini


zorlayarak yukarı locaları, sıraları falan bir daha gözden geçirdi,


aradığını bulamadığı anlaşılıyordu. Yumrukları sıkıldı, yüzü


buruştu, çenesi titredi. Az daha ağlayacaktı. Sonra büyük bir


gayret sarf ederek başını çevirdi ve yerine oturdu.


 


 İİ


 


 Reis bey, müsaade ederseniz artık her şeyi, bütün hakikati     


söyleyeceğim! Ben, reis bey, komisyoncu Nuri Efendi'yi sizin


bildiğiniz, şimdiye kadar da benim söylediğim gibi, para için


öldürmedim. Ben onu, kendisiyle münasebeti bile olmayan bir


mesele yüzünden, bir aşk, bir gönül meselesi yüzünden öldürdüm.


Bunu size başlangıcından anlatayım:


 


  Bir gün, arkadaşlarım, İstanbul liselerinden birinden bu sene


mezun olan bir hanımın benimle tanışmak istediğini söylediler.


Peki dedim, fakat pek o kadar da alakadar olmadım.


Çünkü bilirsiniz ki erkekle kadın arasında daimi bir arz ve talep


vardır: Birincisi kadın, ikincisi erkek tarafından; eğer talep


kadın tarafından olursa o kadar hoş olmuyor.


 


 Neyse, tanıştık... Görünüşte alelade bir kızdı. Beni bizim


mektebin müsamerelerinde görmüş, rollerimi beğenmiş, onun


için konuşmak istiyormuş.


 


 İlk günlerde o beni arıyor, ben çekingen durdukça üstüme


düşüyordu. Elimde olmayarak alaka gösterdim. Uzun uzun her


mevzudan konuştuk. O zaman anladım ki bu kız göründüğü


gibi değil: Çok zeki, her şeyi kavrıyor, her şeye aklı eriyor.


 


 Zeki kimseler çok hoşuma gider. Ben de onu aramaya başladım.


Ve bu sefer de gördüm ki reis bey, bu kız bana çok benziyor:


Huyları, düşünceleri, hayata karşı felakkileri, itiyatları...


Hatta yüzü bile... Görenler bizi kardeş sanıyorlardı.


 


 Bu defa da ben onun üstüne düştüm... Ve münasebetimizi


arkadaşlık hududunun dışına çıkarmak istedim... O zaman


aramızda birbirimize hissettirmeden bir mücadele başladı... Bu


mücadelede ikimiz de bütün zekamızı kullanıyorduk. Ben bu


gibi şeylerde pek acemiydim reis bey, onun için her mübahaseden


(konuşmadan) yenilerek çıkıyordum. O serseri ruhluydu, birleşmeyi, bir


bağla -velev manevi olsun- bağlanmayı havsalası almıyordu.


Ben kapalı olarak onu ne kadar iknaya çalıştımsa olmadı. Ne


cepheden hücum etmek istesem daha evvel anlıyor, cevabını


veriyordu. O çok zekiydi: İnsanın söyleyeceği şeyleri değil,


söylemek isteyebileceği şeyleri bile hissediyordu. Bir gün dedim ki:


 


 İki kişi mücadele ederken birisi mağlubiyeti kabul ederek


diğerine dehalet etmek (sığınmak) istese ötekisi ne yapar?


 


 -Muhtariyet (özerklik) verir!- dedi.


 


 Benim dehaletimi bile kabul etmiyordu.


 


 Düşünün efendim, bu kadar alıştıktan, onu bu kadar tanıdıktan,


kendime bu kadar yakın bulduktan sonra ondan nasıl


ayrılabilirdim? Bunun imkanı yoktu reis bey. Ben de artık her


şeyi bırakarak yalnız ona sahip olmak gayesine kendimi verdim...


O yavaş yavaş kendini çekti. Benimle konuşmamak için


bahaneler buluyor, bana elinden geldiği kadar az rastlamaya


çalışıyordu. Şimdi başka arkadaşları, başka ahbapları vardı.


 


 ..


 


 Ah, reis bey, sevmek, hele benim gibi sevmek berbat bir


şeydir. Hayatımda yalnız o vardı. Gözümü kapadığım zaman


onu, açtığım zaman onu, uyuduğum zaman onu, uyandığım


zaman onu görüyordum.


 


 Halbuki ben onun için bir hiçtim; gelmiş ve geçmiş birisi...


Nasıl anlatayım efendim, çorabının yırtığı, şapkasının kurdelesi


kadar benimle alakadar olmuyor, evlerindeki kedi kadar bile


beni sevmiyordu.


 


 (Dinleyiciler arasında iki üç kişi güldü. O, müfrit (aşırı) jestler


yaparak, ellerini göğsüne vurarak devam etti.)


 


 Ne yaptımsa, reis bey, fayda etmedi. Üstüne düştükçe benden


kaçtı. Her şeyi açıkça söylemek istiyor, fakat cesaret edemiyordum.


 


 Hatta bir akşam, arkadaşların tertip ettiği bir vapur gezintisinde,


ona bir kelime, -Seni seviyorum!- kelimesini söyleyebilmek


için, içtim, yıkılıncaya kadar içtim.


 


 Beni dinlemedi bile... Yanına gittiğim zaman kaçtı, en sonra


da: -Sarhoş olduğun zaman çok müziç (can sıkıcı, rahatsız edici)


oluyorsun!- dedi.


 


 Artık birbirimize karşı son derece soğuk ve resmiydik.


 


 ..


 


 Gelelim asıl vakaya reis bey:


 


 Bir gün buna birkaç arkadaşıyla beraber yolda tesadüf ettim.


-Adliyeye gidiyoruz- dediler, -Necmi'nin muhakemesine.


Haydi bize yer bul!..-


 


 Döndüm; ona hizmet etmek bile tatlıydı. İçeride yer bulamadık.


Fevkalade üzüldüler. Adeta büyük bir fırsatı kaçırmış gibi


telaş ediyorlar, -Ne diye az daha erken gelmedik!..- diyorlardı.


 


 Bir han bekçisini para için keserle parçalayan bir katilin


muhakemesine bu kadar alaka göstermek bana garip geldi; bu


alelade bir merak falan değil, bir hırstı.


 


 Uğraşa uğraşa onları yerleştirdim, kendim de aşağıda katili


beklemeye başladım. Ben de elimde olmayarak merak ediyordum.


Biraz sonra hasır şapkasıyla göründü. Yirmi beşlik, çilli


yüzlü, basit, hatta bayağı tavırlı; aşağılık bir tenasübü (burada


dış görünüşü anlamında) olan birisiydi.


 


 O da tıpkı demin benim geldiğim gibi elleri kelepçeli, iki


tarafı candarmalı olarak geçti. Bir sirk gibi buraya toplanan


halk onu görmek için de birbirinin omuzuna çıkıyordu.


 


 Muhakeme bittikten sonra kızların yanına gittim. Necmi'nin


mübahasesiydi. Şaşırdım: Aman yarabbi, sokakta görseler


başlarını bile çevirmeyecekleri bu adam katil olunca gözlerinde


bir ehemmiyet almıştı. Bir kahraman gibi ondan bahsediyorlar,


ağzını açışında, söz söyleyişinde, elini kaldırışında, her


hareketinde bir güzellik, bir kibarlık buluyorlardı.


 


 Bunlar lisede okumuş, liseyi bitirmiş kızlardı. Bilhassa o en


baştaydı.


 


 -Ah- dedi, -hiç adam öldürecek kıyafet var mı onda! Yazık


vallahi...-


 


 -Yahu- dedim, -katil olacak surat olmasa katil olmazdı.-


 


 O zaman hepsi birden itiraz ettiler: Erkeklerin zaten birbirlerini


beğenmediklerini, birbirlerirıi kıskandıklarını söylediler.


 


 Kendimi araştırınca Necmi'yi sahiden kıskandığımı hissettim:


Güzelliğini; tavırlarını değil, katilliğini...


 


 Çünkü onun bu kadar beğenilmesine sebep, yalnız katil olmasıydı.


Adam öldürünce bunların gözünde yükselmişti...


 


 Düşündüm: O bana bu kadar alaka gösterse ben neler yapmazdım?..


 


 Acaba, dedim, birisini öldürsem benimle bu kadar meşgul


olurlar mı?


 


 Düşündükçe bu fikir beynimi sarmaya başladı.


 


 Gözümün önüne, bu salonda muhakeme olunurken onun


alaka ile beni dinlemesi geldi. Kaşlarını kaldırmış, zeki, afacan


gözlerini açmış, bana bakıyor, şimdiye kadar görmediği güzellikler


keşfediyordu.


 


 Adam öldürmek ve mahkemeye düşmek bende değişmez


bir fikir oldu.


 


 Halbuki hoca olmuş, harcırahımı almıştım. Düşündüm, aklıma


bir fikir geldi: Bu parayı barlarda falan yer, yol parası için


de birisini öldürürdüm.


 


 Öyle yaptım.


 


 Kumar falan bilmiyordum. Elimdeki yüz lirayı iki gecede


yemek için çekmediğim kalmadı. Onu bitirir bitirmez, bir gece,


eskiden tanıdığım komisyoncu Nuri Bey'in evine gittim.


 


 Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı adamı üç dört kurşunda


yere serdim..


 


 Hapishanede, reis bey, muhakeme gününün heyecanıyla


yaşadım. Seyirciler arasında onun ince uzun yüzünü görüyordum.


Halbuki ilk muhakemede gelmedi. Belki haberi yoktu,


dedim, yahut işi çıkmıştır. İkincide gene yoktu. Gözlerimi bütün


localar ve sıralarda gezdirdimse de onu bulamadım. Bilseniz


reis bey, üzerinize garip bir hayvana bakar gibi merakla dikilen


yüzlerce göze bakmak ne zor şey... Ben üçüncü muhakemede,


dördüncü muhakemede hep baktım, gelmemişti. Her


bulamayışımda, muhakkak gelecek sefere gelir, diyordum.


Onun nazarında bu kadar hiç olacağımı tahayyül edemiyordum.


 


 Hele bu sefer, evvelden gelen bir his onu herhalde içeride


bulacağımı söyledi. Dışarıda da birkaç arkadaşı gözüme ilişince,


muhakkak, dedim, gelmiştir.


 


 Aman Allahım, reis bey!.. Ben onun için, yalnız onun için


adam öldürmüşken, bu sefer de gelmedi reis bey, bu sefer de


gelmedi..


 


 1927


 


 ...


 


 Bir Siyah Fanila İçin


 


 Kadıköy vapuru bir lodos dalgası gibi şiddetle çarparak


köprüye yanaştı. Evvela bir iki cesaretli kendini iskeleye fırlattı.


Arkasından sarsıntıyla çözülüp içindekiler dağılan bir kırpıntı


bohçası gibi alacalı bulacalı bir kalabalık söküldü.


 


 Kısa lacivert etek, beyaz bere giymiş, uzun burunlu, gözlüklü,


elindeki çantasından mektepli, hatta darülfünunlu olduğu


anlaşılan bir hanım kız İstanbul tarafına yürüdü. Tam Ada


iskelesinin yanından geçerken kulağının dibinde birisi bağırdı:


 


 -Boyyalıııım!.. Ayna gibi... Küçük hanım tozunu alalım!..-


 


 Mektepli kız tozdan beyazlaşan iskarpinlerine baktı, o tarafa


yürüdü, sildirdi.


 


 Sandığın üstüne bir yüzlük atıp giderken boyacı arkasından seslendi:


 


 -Güzin Hanım!.. Beni tanımadınız mı?..-


 


 Güzin Hanım hayretle döndü. Bu eski püskü elbiseli, siyah


fanilalı, ince kumral bıyıklı külhanbeyini süzdü. Evet, gözleri


yabancı değildi, ama ne münasebet! Şiddetle başını salladı:


 


 -Hayır!-


 


 Öteki güldü:


 


 -Azıcık gelir misiniz?..- dedi.


 


 Güzin Hanım istemeyerek yaklaştı:


 


 -Tanıyamadım dedim ya!-


 


 -Düşünün bakalım!.. O kadar uzak değil canım... Söyle bir


sene evvel... Ömer... Mülkiyeli Ömer!..-


 


 -Ömer!.. Sahi sen misin?..-


 


 -Ha bileydin şunu!..-


 


 -Fakat bu ne hal?..-


 


 -İşte böyle Güzin abla, boyacılık yapıyoruz!..- Öteki hala


inanamıyor gibiydi.


 


 -Hani seni bir yere kaymakam yapmışlardı ya?.. Neydi


oranın ismi?.. Tuhaf bir şey canım... Adana mıydı?..-


 


 -Adana kaymakamlık değildir!..-


               


 -Peki, nasıl oldu bu? Anlatsana!..-


 


 -Tuhafsın be Güzin!.. Burada olur mu?.. Dur yahut, gel şuraya


girelim!..-


 


 Beraber yürüdüler, Ada iskelesinin ikinci mevki bekleme


salonuna girdiler... Tahta kanapelerden birine yan yana oturdular.


Ara sıra kapıdan uzanıp bakanlar, sandığını yanına koymuş


genç bir boyacıyla gözlüklü bir mektepli kızın hararetle


konuştuğunu görüyorlar, acayip acayip başlarını sallayarak çekiliyorlardı.


 


 ..


 


 Erenköy'üne gidiyormuş kadar basit ve üzüntüsüz, İstanbul'dan


ayrıldım. Öyle Pendik'i geçince içime bir gariplik falan


da çökmedi; gittiğim kazayı, staj gördüğüm vilayetin ufak bir


numunesi gibi tahayyül ediyor, -İki sene oturmaktan ne çıkar?..-


diyordum, -İnsan pişkinleşir, hayatı anlar!-


 


 Kasaba, istasyona üç saat uzaktaydı. Ancak gece yarısı gelebilen


köhne forda binerken şoför:


 


 -Yollar bozukçadır beyim- dedi, -birkaç yerde ineceğiz!-


 


 Bu laf biraz zihnimi bulandırdı.


 


 Yarım saat ancak gitmiştik, birden durduk.


 


 -Yolu kaybettik!..- dediler.


 


 -Şose yok mu?..-


 


 -Var ama tamir ediliyor, otomobil geçmez!..-


 


 -Ne yapacağız?..-


 


 -Yolu arayacağız!..-


 


 Gece zindan gibiydi. Otomobil karanlık bir odaya kapatılmış


bir kedi gibi alevden gözleriyle dört tarafa atılıyor, duruyor,


geriye dönerek tekrar koşuyordu. Ova düzdü. Zulmet (karanlık) göz


alabildiği kadar uzuyordu. Tam iki saat böyle kah otomobille,


kah inerek fenerle dolaştık. Nihayet yol dedikleri birkaç araba


izini bulabildik.


 


 Sallana sallana yarım saat daha gitmiştik, arabamız gene


durdu:


 


 -İneceksiniz beyim!..-


 


 İndik, önümüzde yaya çıkılması bile güç bir yokuş vardı.


Kısa fakat dik bir yokuş. Otomobil evvela geriledi. Sonra avına


atılan bir tazı gibi şiddetle fırladı. Bu hız onu ancak yarıya kadar


çıkarabildi. Artık canlı bir mahluk gibi soluyor, homurdanıyor,


lakin bir adım ileri gidemiyordu. Döndü, yokuşa arkasını


verdi; böyle çıkmak istedi... Ama yalnız bir iki adım fazla yürüdü.


Şoför kan ter içinde iniyor, artık isyan eden motörün kolunu


çeviriyor, arkadan dayanıyor, bu esnada küfürlerin de binini


bir paraya savuruyordu. Nihayet bizim de yardımımızla


makine yokuşun başını buldu.


 


 Bu şekilde birkaç kere daha inip bindikten sonra hızlı hızlı


sarsılmamızdan kasabanın kaldırımlarına geldiğimizi anladım.


 


 Güneş uzaktaki dağların arkasında kollarını gererek uyanırken


ben belediye reisinin evinde yumuşak bir yer yatağında


uykuya sarılıyordum...


 


 ..


 


 Birkaç hafta zarfında şehri ve civarını gezdim. Ahalisini


gözden geçirdim.


 


 Hayatımda bu kadar inkisara uğrayacağımı tasavvur edemezdim.


 


 Memleketin bende bıraktığı yegane intiba basitlik oldu. Burada


tabiat basit, muhit basit, halk basit, hulasa her şey basitti...


 


 Benim gibi karmakarışık ruhlu bir adamın böyle yerlerde


ne hale gireceğini tasavvur et.


 


 Ahali manasız ve fesattı.


 


 Bilir misin Güzin, bambu bastonlar olur, ben onları çok severim;


çünkü bünyelerinde değişiklik vardır, düz değildirler...


 


 Bir de hezaren bastonlar vardır: Bunlar düz olmakla beraber


ağaçları asildir, temizdir, onun için iyidirler.


 


 Bazan kavak ağacından da baston yaparlar... Düşün ne


berbat şeydir bunlar!.. Düz, basit, sonra da nevileri adi.


 


 Hadi bunlara da saf oldukları için tahammül edilebileceğini


farz et!.. Ya içleri de kurtlu olursa?..


 


 İşte burada halk adi, alelade ve çürük ruhluydu.


 


 Anadolu'da işsizliğin doğurduğu yegane iş olan dedikodu,


almış yürümüştü. Mektep muallimi hususi muhasebe memurunu,


tapucu müddeiumumiyi (savcıyı), malmüdürü şube reisini çekiştirir,


on dakika sonra da kahvede beraberce tavla oynayıp garson


kızlara sarkıntılık etmekten sıkılmazdı.


 


 İlkmektep müdürü müfettiş olmak için çalışırdı, çünkü alacağı


harcırahlarla, çalgılı kahve kızları uğruna girdiği borçları


ödeyecekti...


 


 Belediye reisi mebus olmak için faaliyet gösterirdi, çünkü


şimdi diş geçiremediklerinin o zaman tepesine binecek, ahbaplarına


caka satacaktı...


 


 ..


 


 Tabiatta da hiç değişiklik yoktu... Oh... O birbiri arkasına


uzanan nihayetsiz sıra dağlar!.. Gerçi kasabanın karşısında


-herkesin ilk vesilede methini yaptığı- bir çamlık vardı, güzeldi,


ama buraya yakışmıyordu. Bu esmer dağların ortasında,


kirli bir bakkal önlüğüne yamanmış yeşil kadifeyi andırıyordu.


 


 Dağların üstünde ne bir ağaç, ne iri bir kaya vardı. Yalnız


ufak ufak çakıllar... Hani şose yollarına dökerler, en büyüğü


yumruk kadar taşlar olur ya, sanki onları almışlar, avuç avuç


serpmişler... Neye benziyordu biliyor musun?.. Zımpara kağıdına;


ömrümüzü, zevklerimizi törpüleyecek bir zımpara kağıdına...


 


 Köyler, bilmem neden, dağ köşelerine, çukur vadilere yapılmıştı.


Kireçli, beyaz dağların dibine sığınan bu mamureler (bayındır,


insan bulunan yer) insana cibinlik köşelerindeki tahtakurusu


yuvalarını hatırlatıyordu.


 


 -Konuşacak, dert yanacak bir adam!..- diye kendi kendime


haykırdım...


 


 Yoktu... Malumat sahibi, derin, muğlak bir kimseye rast


gelmek mümkün değildi.


 


 Müthiş surette yalnız kaldığımı hissettim. Ah!.. Bilhassa bu


kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne acı oluyor yarabbi!..


 


 İstanbul hasreti beni fena halde sardı. Evleri, sokakları, denizleri,


insanları gözümden gitmiyordu. Aksaray'da karpuz satan


bir külhanbeyi, bana bu Orta Anadolu kazasının en yüksek


memurundan daha cana yakın, daha tabii, daha konuşulur geliyordu.


 


 Bir gün İstanbul'a gönderilen bir tahriratı (yazıyı) imzalatmaya


getirdikleri zaman:


 


 -Ah!..- dedim, -Şu mübarek yerin ismini yazmak bile tatlı!..-


 


 Yerli katibin yanında yaptığım bu hafifliğe sonra kendim


de kızdım.


 


 Her şeyi bırakarak buraya gelmek isteyince, karşıma istikbal


hülyalarım, mektepte muhayyilemin süsleyip püsleyerek


kafama yerleştirdiği tasavvurlarım çıkıyordu. Ama öyle bir hale


geldim ki, çıldıracaktım. Düşünüyordum: Gidersem istikbalimi


kaybedecektim, fakat durursam aklımı... Yalnız kaldığım


günlerde benim yegane dostum olan aklımı... Her şeyden fazla


sevip beğendiğim akılcağızımı!


 


 Ne kuvvetliymişim ki; bir siyah fanila bana oradan ayrılmak


çılgınlığını yaptıracak tahassüsleri (duyguları) verinceye kadar


tahammül ettim.


 


 Kış gelmiş; kar, yerli tabirle, güdük devenin kuyruğuna


çıkmıştı. İstanbul'unki onun yanında konfetidir. Orada kar her


yerdeki gibi yumuşak, tatlı değil; dolu gibi iri, yerleri tekmeler


gibi sert yağar, biraz sonra da rüzgar onları alarak çöl kumları


gibi yüzünüze fırlatırdı... Güneşi bulutların arasından alay


eder gibi dilini çıkardığı zaman görebilirdik...


 


 Bir sabah uyanınca gene kar yağmakta olduğunu gördüm.


Hava bazan önümüzdeki camii göstermeyecek kadar bulanıyor,


bazan da ta uzaklardaki dağlar bile görünüyordu. Sanki tabiat


büyük bir sinema makinesini net yapmaktaydı... Karşımızdaki


çamlığa yakın karlar, aktörlerin beyazlatmak için saçlarına


serptikleri pudraları andırıyordu.


 


 Titreye titreye kalktım. Ceketi omuzuma atarak yüzümü


yıkamaya gittim...


 


 Gelip aynanın karşısına geçince, tanımadığım birisi bana


baktı... Şaşırdım. Aynada ince bıyıklı, siyah fanilalı, ceketi


omuzunda bir külhanbeyi duruyordu. Bu... Bu... Bendim, yeni


bırakmaya başladığım bıyıklarım, dağınık saçlarım, aba ceketimle


bendim... Ama sırtımdaki siyah fanila? Nereden gelmişti


bu?.. Bu bıçkın fanilasını ne zaman giymiştim?..


 


 Zihnimde bir şimşek çaktı: Dün bir kutu fanila alarak eve


yollamıştım, demek içlerinde bir tane de siyah varmış; ben de


gece çamaşır değiştirirken farkında olmadan giymişim!..


 


 Birden değiştiğimi hissettim... O kadar süratle değişmiştim


ki, eski benliğimle yeni benliğim arasındaki ayırıcı çizgiyi


elimle tutabileceğimi zannediyordum...


 


 Aynadaki adam gözleriyle bana şöyle diyordu:


 


 -Gafil!.. Burada seni sıkan, halk, muhit değil kendi mevkiindir;


sen efendi olmak kabiliyetinde değilsin... Sen nizam, kanun


gibi kayıtlara tabi olamayacak kadar serserisin... Muayyen


bir daire, muayyen bir ikametgah seni sıkar, sana hergün değişen


bir iş, her gece değişen bir yatak lazımdır... Ne yazık ki


bunları daha şimdi anlayabiliyorsun... Artık yapacağın, mukadderin


olan yaşayışa avdettir. Bunun için de evvela başından


melon şapkayı, sırtından kolalı gömleği çıkarmalı, siyah fanilanla


tam bir uçarı olmalısın... Göreceksin ki hayatın zevki değişikliktedir...


Ama öyle elbise değiştirir kadar basit olanlarında


değil, hayatına yeni bir istikamet verecek kadar büyük tenevvülerde


(çeşitliliklerde)...


 


 Bundan sonra aç kalmayı spor, dayak yemeyi eğlence bilecek,


kendinden kuvvetli olanlara aktör, kendinden zayıf olanlara


hakim, enayilere karşı insafsız olacaksın... Bilmelisin ki, yaptıkların


zekanın hamakate (aptallığa) galebesinden ibarettir... Artık hayatının


sahifelerinden yeisi, bedbinliği, kederi sil, çünkü kuvvetli


bir kafanın sevince çeviremeyeceği ıstırap yoktur... Hadi...


Düşünme... İstanbul'a dön... Kendi hayatına dön!..-


 


 Aynadaki adam sustu. Dikkat ettim, eski kaymakama hiç


benzemiyordu. Vücudunda bir kıvraklık, gözlerinde hayatı anlayan


bir parıltı vardı...


 


 Bu adam saçlarını tarar, kollarını gerdiği zaman fanilasının


altında şişkin memeleri belirirse çok güzel olacaktı... Siyah elbiselerine


aykırı düşen bıyıkları bile, şimdi dudaklarını tatlı tatlı


gölgelendirmeye başlamıştı.


 


 İki gün sonra İstanbul'daydım. Tasavvur ettiğim hayata


kavuştum. Bana vatanperverlikten, oraların tenvire (aydınlığa,


aydınlatılmaya) ihtiyacından bahsetme! Söyleyeceklerin doğrudur,


lakin -burada sesini alçalttı- lakin bizim için, yani benim içinde


yetiştiğim gençlik için, memleket muhabbeti bir fantezi, feragat


lügatten silinen bir kelime, hodbinlik en makul seciyedir.


 


 Benim başkalarından farkım; samimiyetim, düşüncelerimi


açıkça söyleyip yapmamdır.


 


 Adaaam sen de, işte aç kaldığım yok. Ara sıra ahbaplara da


rastlıyorum, beni davet ediyorlar, gülüp eğleniyoruz. Ama bazıları


yol göstermeye, nasihat etmeye kalkıyorlar ki, gece yarısı


evlerini bırakıp kaçtığım oluyor.


 


 ..


 


 Yavaşça ellerini uzatarak sandığın kayışını yakaladı.


 


 -Uzun konuştuk, Güzin!- dedi, -Canını sıktım. Ara sıra geçerken


uğrarsan hem boyarız, hem de bir iki laf atarız... Bana müsaade...-


 


 Kutusunu afili bir tavırla omuzuna vurarak yürüdü. Güzin


Hanım arkasından baktı, baktı, sonra dudaklarını bükerek o da


yürümeye başladı. Ve bir parça uzaklaştıktan sonra yavaşça mırıldandı:


 


 -Kaçık!-


 


 1927


 


 ...


 


 Komik-i Şehir (Ünlü Komik)


 


 İ


 


 -Yeni bir tiyatro kumpanyası gelmiş!..-


 


 Bu haber kasabaya seferberlik havadisleri kadar çabuk yayıldı.


 


 Akşamüzeri bir elinde çıngırak, öteki elinde kocaman bir


levha ile eşeğe binerek sokakları dolaşan boyalı cüce, arkasında


şalvarlı çocuklardan, kahveci çıraklarından bir kuyruk sürükledi.


 


 Çınarlı çeşmede su dolduran kadınlar, testilerin üstüne


oturarak, biri gitmeden biri gelen bu tiyatrolara beddua


ettiler.


 


 Müddeiumumi, mugayiri ar ve haya (edep ve namusa, ahlaka aykırı)


danslara, oyunlara karşı ne gibi tedbirler alınacağını düşündü...


 


 Kopuklar, kör Veysel'in meyhanesinde kafa kafaya vererek


daha yüzlerini görmedikleri kızların güzellikleri hakkında iddialar


yaptılar.


 


 Münevver gençler, meydan yerindeki eczanenin önüne iskemle


atıp bu heyetin -kıymetli sanatkaranesine- dair münakaşada


bulundular.


 


 Kırtasiyeci, dekor yapmak için mukavva alıp parasını vermeden


giden öteki kumpanyayı düşünerek birkaç küfür savurdu...


 


 Herkes boştu, herkese iş lazımdı, herkes az çok alakadar oldu.


 


 İİ


 


 Candarma kaymakamlığından (eskiden yarbay karşılığı bir rütbe)


mütekait belediye mimarının eseri olan taş tiyatro binası daha


tamamlanmamıştı. Fakat içinde oyun verilebiliyordu. Memleket büyükleri


erkenden locaları doldurmuşlardı.


 


 Birinci loca kaymakamın...


 


 Bu, mülkiyeden yeni çıkmış, İşkodralı bir gençtir... Emsalinde


bulunan her şey kendisinde var: Ukala, kendini beğenmiş, kötücül


(kötü göz sahibi)...


 


 Sokakta başını ileri uzatarak, bastonunu kaldırımlara sert


sert vurarak bir yürüyüşü var ki...


 


 Akıl itibariyle herkesten üstün olduğuna kanaat etmiştir...


Kazanın doktorlarıyla bile, ders anlatan bir müderris tavrıyla


konuşur...


 


 Hayatta namuslu adam tasavvur edemez: Ona göre bütün


kadınlar orospu, bütün erkekler buna benzer illetlerle malul,


yahut hırsızdır..


 


 Yanında oturan da candarma kumandanı. Kaymakamın


hemşerisi... Bilseniz ne habistir... Memlekete yeni gelen memurlara


her türlü kolaylığı gösterir... Sırf onlarla ahbap olarak


gece toplanmaları yapmak, böylece aile kadınlarıyla çeşmiçerez (içli


dışlı olmak) geçinmek için...


 


 Büyük bir hırsı da -iki kelimeyi bir araya getiremediği halde-


içtimalarda nutuk söylemektir. Her milli bayramda hükümet


meydanında masanın üstüne çıkar:


 


 -Evet arkadaşlar... Evet... Bu memleket, evet...- diye saatlerce


öter...


 


 Nedense kaymakamla da pek anlaştılar.


 


 Öteki loca müddeiumuminin...


 


 Bu da Manastır'ın Ohri kazasından bir Arnavut'tur. Domuz


itlafındaki (öldürmedeki) hizmetinden dolayı nasıl takdirname aldığını


anlatan ziraat müdürünü dinliyor, ara sıra:


 


 -Dil mi fendım?.. Şayanı ayret!- diye kafasını sallıyor...


 


 Diğer localar da boş değil.


 


 Hususi muhasebe memuru, harcırahları eksik tahakkuk ettirmekteki


maharetiyle meşhurdur. Şişman göbeğini locanın kenarına


dayayarak aşağıya, iki polis refakatinde umumhaneden


gelen sermayelere bakıyor.


 


 Gazete müdürü, yanındakilere, devlet ricaliyle nasıl içlidışlı


olduğunu, mebusların çoğunu nasıl isimleriyle çağırdığını


anlatmakla meşgul.


 


 Belediye azaları ara sıra koridora çıkıyor, biraz sonra bıyıklarını


silip ağızlarına leblebi atarak giriyorlar... Bu kasabanın


kaçak rakıları pek enfestir...


 


 Eşraf kızlarına süzgün süzgün bakan genç zabitler, arkadaşlarının


ensesine vurarak kibar şakalar yapan muallimler de


bu localardadır.


 


 Aşağıda ise herkes sarhoş, kafayı çeken gelmiş... Kimisi


bol keseden kabak çekirdeği ısmarlıyor, kimisi yanındakinin


yakasından tutmuş, dili dolaşarak:


 


 -Söyle... Yakarız değil mi... Ha?.. Ha?.. Söylesene, yakarız...


Değil mi?..- diye bağırıyor. Öteki onu dışarı çıkararak hava


aldırmaya çalışıyor.


 


 İİİ


 


 Perde açıldı...


 


 Alakadarları birkaç kişiden ibaret olan kantolar oynandı.


 


 Son açılışta herkes karşısında çarlistoncu Suzan'ı buldu.


 


 Bir alkış koptu. Klarnet, ud, trampetten ibaret olan cazbantla


beraber dans başladı. Belli ki çok oynamış, fakat üstünden


çiftetelli edasını atamamıştı. Ayakları yumurta çalkalamak


için kullandıkları teller gibi birbirine dolaşıyor, gözlerine inen


oksijenli saçlar, kibar bir el vuruşuyla geriye atılıyordu.


 


 El şakırtıları, tekmeler, ıslıkların gayretiyle bu numara birkaç


kere tekrar edildi.


 


 Perde kapandığı zaman herkes coşkundu, müddeiumumi


ziraat müdürüne eğildi:


 


 -Akiki zenatkar... Dil mi fendım?..- dedi; mutadı (alışkanlığı)


üzere başını bir daha salladı...


 


 Bir sürü düettolar, kuvarettolar oynandı, yırtık sesli kız,


karşısındaki pazen şalvarlı cücenin karnına vurarak:


 


 -İnandın mı hey budala hah hah ha...


 


 Turp sıkayım aklına hah hah ha... -


 


 Dedikçe, hususi muhasebe memurunun karnı, gülmekten


locanın kenarını yıkacak gibi sarsılıyordu...


 


 Bunlar da bitti...


 


 On beş dakika istirahatten sonra feci dramlar, kahkahalı


komediler başlayacaktı...


 


 İV


 


 Komik-i şehir Rahmi, sahnenin arka kapısından dışarı bakarak söylendi:


 


 -Of... be, ne kar bu?..-


 


 Sonra arkasında duran aktris Viktor'a döndü:


 


 -Amma berbat memleket ha!..- dedi, -Üç gün evvelki hava


neydi, şimdiki hava ne!..-


 


 Yavaş yavaş kapıları kapadı, etrafına bakındı... Kimse yoktu...


Viktor'u elinden tutarak kendine çekti, kucakladı...


 


 Dört seneden beri beraberdiler... Rahmi bir mızıka binbaşısının


Harbiye'yi yarıda bırakarak tuluatçılığa heves eden oğlu,


Viktor İzmirli bir Yahudi zengininin kızıydı...


 


 Babası galiba bir para meselesi yüzünden intihar edince


-herkesin kolayca tasavvur edebileceği birtakım safhalardan


sonra- bu seyyar tiyatro kumpanyalarına girmiş, Garbi Anadolu'yu


senelerce dolaşmıştı...


 


 Bir gün, Edremit'te, yarım yamalak bir heyetle oyunlar veren


Rahmi'ye tesadüf etti...


 


 Bu kızıl saçlı, yeşil gözlü, güzel ve biraz da delişmen komik


kendisini yanına aldı...


 


 Seviştiler, fakat bu aşkları, nedense kumpanya değiştikçe


değişen aktris sevdalarından biri olmadı...


 


 Rahmi artık onu kantoya falan çıkarmadı, piyeslerde, komedilerde


ufak tefek roller verdi.


 


 Böyle olduğu halde, Viktor, boyalı aktrislerin yanında çok


göze çarpıyordu. Hatta birkaç akşam evvel birisi altın saatini:


 


 -Var ol be!..- diyerek bağırarak dramın en heyecanlı yerinde


sahneye fırlatmıştı...


 


 Rahmi onu bir dakika yanından ayırmıyordu... Öteki aktörlerle


konuşmasına bile razı değildi... Kendisinden başkasının


onun sarı saçlarına, güzel yüzüne bakmasına dayanamazdı...


 


 Dolgun vücudunu kucakladığı zaman, mavi damarları belli


olacak kadar şeffaf yüzüne bakıyor, sevincinden ağlamak istiyordu.


Biliyordu ki, yaşadıkları yaşamak değildir... Fakat bu


tuluatçılık öyle bir şeydir ki, bir kere yakalanan yakasını kolay


kolay sıyıramaz... Kumar gibi, sigara gibi bir şeydir. Aç kalır,


soğuk han odalarında geceler, herkesten istihfaf (aşağılama) ve tahkir


görür, lakin onu gene bırakamazlar...


 


 En iyi sanatlar, en kazançlı işler onun bir nüktesine, bir


sahne irticaline (doğaçtan oynanan bir sahne anlamında) feda edilir...


 


 V


 


 Rahmi sahneye girdi:


 


 -E...- dedi, -hazırlandınız mı bakalım?..-


 


 Tiran rollerini yapan Münir yanına sokuldu:


 


 -Hazırız!..- Sonra kulağına eğilerek:


 


 -Biliyor musun Rahmi?- dedi, -Birkaç akşamdan beri ön


tarafa oturup mariz çıkaran, patırtı yapan külhanbeyler yok


mu?.-


 


 -Bu akşam yoklar değil mi?.. Ben göremedim...-


 


 -Tabii göremezsin... İki üç tanesi dışarıda dolaşıyor, ötekiler


de içeride kuytu köşelere sinmişler... Bir gidip gelmeler falan


var ama... Hani biraz tetik olsak fena olmaz...-


 


 -Dağ başında mıyız yavrum?..-


 


 Ayrıldılar, Rahmi kuşkulandı... Fakat ehemmiyet vermemeye


çalıştı... Aldırmadı...


 


 -Evhamlı çocuk...- diye güldü.


 


 Oyun başladı...


 


 Oyun epeyce ilerledi...


 


 Rahmi sahnedeydi...


 


 Viktor Rahmi'nin boynuna sarılmıştı...


 


 Piyes Namık Kemal'in -Zavallı Çocuk-uydu...


 


 Viktor söylüyordu:


 


 -Muhabbet, Atacığım... Muhabbet...-


 


 Birden ortalık karıştı...


 


 Birbiri arkasına tabancalar patladı... Salondaki ve sahnedeki


lüks lambaları söndü; korkanlar, üzerlerine lambaların sıcak


gazları dökülenler bağırışıyorlardı...


 


 Herkes birbirini çiğneyerek kaçıştı...


 


 Rahmi paltosunun cebinde elektrik fenerini ararken bir tabanca


kabzası yedi...


 


 Aklı başına geldiği zaman sahne, polisler, candarmalarla


dolmuştu... Ayağa kalkar kalkmaz bağırdı:


 


 -Viktor... Nerede Viktor?..-


 


 Müddeiumumi ifadesini almak için susturdu:


 


 -Anlatmanız lazımdır nasıl oldu mesele... Dil mi fendım?..-


 


 Vİ


 


 O gece sabaha kadar uyuyamadı... Ortadan kaybolanlar


Viktor'la Suzan'dı...


 


 Halbuki Suzan biraz sonra geldi... Çok çabalandığı için herifler


bırakmışlardı: -Tırnaklarımla yüzlerini parçaladım...- diyordu...


Viktor'un baygın ve Çömlekçizade'nin kucağında olduğunu söyledi...


 


 Rahmi sabahı zor yaptı... Şafakla beraber candarma kumandanının


dairesine gitti... Ortalığı süpüren bir neferden başka kimse yoktu...


 


 Dışarıda, kar altında dolaştı... Kahvelere girdi çıktı... Vakit


geçmiyordu.


 


 Meydan yerindeki büyük saat dokuzu vurdu...


 


 Rahmi topuklarına kadar kara gömülerek dolaştı...


 


 Saat buçuğu çaldı...


 


 Saat onu çaldı...


 


 Candarma kumandanı gocuğuna bürünmüş, çizmelerini


çekmiş, elinde dikenli bastonuyla göründü.


 


Rahmi koştu. Fakat öteki bunu görür görmez: -Gördünüz


mü akşam yaptığınızı?.. Başımıza iş açtınız!- diye azarladı..


 


 -Biz mi beyim?..-


 


 -Elbet siz... Hep kendi ihtiyatsızlığınız!-


 


 -Niçin efendim?.. Ne yapabilirdik ki?..-


 


 Cevap vermedi... Rahmi sordu:


 


 -Yalnız... Bir takip falan çıkmadı mı daha?..-


 


 Yürüye yürüye odaya gelmişlerdi. Dik dik baktı:


 


 -Ne takibi?.. Bu havada mı?..-


 


 Şaşırdı: -Nasıl... Onları bırakacak mısınız?..-


 


 -Getirirler!..-


 


 -Ne zaman?.. İstediklerini yaptıktan sonra, değil mi?.. Neye yarar?..-


 


 Öteki, çizmelerini sobada kurutarak, cevap verdi:


 


 -Pencereden dışarı bak bakalım... Bu havada sen gider misin?..-


 


 -Giderim... Yanıma iki candarma verin, giderim!..-


 


 -Hadi be sersem...- diye mırıldandı.


 


 Rahmi coştu... Çıldıracaktı... Bağırdı:


 


 -Peki ama, siz bu memleketin inzibatını temine memur değil


misiniz?.. Herkes canını ve namusunu size emanet etmedi


mi?.. Mesul olacağınızı düşünmez misiniz?.. Bu yaptığınızın


korkaklık olduğunu düşünmez misiniz?-


 


 -Posta!-


 


 Bir nefer girdi.


 


 -At şunu dışarı!..-


 


 -Baş üstüne beyim!- Rahmi'ye döndü:


 


 -Buyurun!-


 


 O zaman: -Yapmayın yüzbaşım!- diye yalvardı, -Allah aşkına


yapmayın... Bir tek candarma... Ben yayan yürüyeyim...


Yalnız bir tek süvari candarma verin. Beraber gidelim.-


 


 -At dışarı!-


 


 Nefer kolundan tuttu.


 


 O, sallana sallana çıktı.


 


 Vİİ


 


 Rüyada gibiydi... Ne yapacaktı?.. Kime gidebilirdi bu yabancı yerde?..


 


 Hükümet yok muydu?.. Başlarında kendilerinin hür, namuslarının


emniyette olduğunu söyleyen bir hükümet yok muydu?..


 


 -Oh!- dedi, -Sahi... kaymakama çıkmadım. Ona söylerim,


yalvarırım, hatta tehdit ederim.-


 


 Yürüdü... Hükümet konağına girdi:


 


 -Beyim... Akşam siz de vardınız... Kadınlarımızdan birisini


kaçırdılar... Bir takip çıkarsanız.-


 


 -Hay hay... Şimdi candarma kumandanına yazarım.-


 


 -Efendim, ben ona gittim: Beni dışarı attı. Bu havada takip


olmaz, dedi. Yalvardım... Bağırdım... Dinlemedi...-


 


 -Ya...-


 


 Düşündü... Herhalde kumandanın istemeyişinde bir sebep


vardı... Pencereden baktı... Hakikaten kar çılgın gibi savruluyordu.


 


 -Peki... Siz gidin, ben çaresine bakarım.-


 


 -Çok teşekkür ederim beyim.-


 


 Rahmi çıktı. Söz almış demekti... Handa biraz oturdu...


Öğleden sonra hükümete uğradı. Kaymakamın yanına girdi:


 


 -Beyim... Takip çıktı mı?..-


 


 -Haaa... Bak unutmuştum!-


 


 -Oh... beyim, nasıl olur ya?..-


 


 -Hem biliyor musun... Boşuna külfet... Nasıl olsa birkaç


güne kadar getirirler.-


 


 -Fakat bu birkaç günde... Buna nasıl tahammül edilir?..-


 


 -Canım herhalde kadının da gönlü vardı. Bak... Öteki nasıl


kurtulup gelmiş...-


 


 -Baygınmış efendim...-


 


 -Laf!..-


 


 -Beyefendi... Boş şeyler konuşuyoruz... Vakit geçecek!..-


 


 Öteki kızdı... Kendisine, kazanın kaymakamına bu laf söylenir miydi?..


 


 -Boş şeyler mi konuşuyoruz?.. Biliyor musun ne dediğini?..


Bir orospu için başımıza iş mi açacaksın?-


 


 Bu sefer Rahmi kızdı:


 


 -Orospu... Orospu ha... Kaymakam bey... O, sizin namuslu


geçinenlerinizden bile namusludur!..-


 


 Bu lafa da kızmak lazım geldiğini hissetti:


 


 -Edepsiz... Takip çıkarmıyorum!..-


 


 Nasıl?.. Takip çıkarmıyor muydu?..


 


 Niçin kendisine hakim olamamıştı, niçin böyle münasebetsiz


laflar söylemişti?.. Bunu tamir etmeliydi:


 


 -Beyim...- dedi, -beyciğim... Kusuruma bakmayın... Pek


perişan oldum... Aklım başımda değil... O benim için her şeydir


beyim... Ben onsuz yapamam... Siz de gençsiniz; siz de


sevmek nedir bilirsiniz... Şimdi onun ne halde olduğunu düşünmek


bile beni çıldırtıyor... Yalvarırım kaymakam bey...


Emredin de iki candarma olsun çıkarsınlar...-


 


 -Havalar açılsın da o zamana kadar gelmezse karakollara


sordururuz...-


 


 -Bekleyemem... O kadar bekleyemem... Muhakkak deli


olurum...-


 


 Ellerini uzatarak yalvardı:


 


 -Oh beyim... Onu buldurunuz, onu buldurursanız size ne


kadar dua edeceğiz... Sizi ne kadar seveceğiz... İnsanlardan


büsbütün yüksek bir kimse olarak tanıyacağız, -sözlerine bir


dram edası verdi- siz bizim aşkımızın yegane mabudu olacaksınız...


Siz bizim...-


 


 -Amma yapışkan şeysin be!- diye bağırdı, -Odacıyı çağıracağım


şimdi...-


 


 Bu adamı rikkate (duygulandırmaya çalışmak anlamında) getirmeye


çalışmak neticesizdi... Gözyaşlarını avuçlarına silerek çıktı...


 


 Kaymakam koltuğunun arkasına yaslanarak derin bir oh çekti:


 


 -İyi ki candarma kumandanına sordum... Çömlekçizadelerle


uğraşıp dertsiz başıma dert mi açacaktım?..- diye söylendi.


 


 Vİİİ


 


 Rahmi akşama kadar dolaştı ve bedelinin yarısını vererek


birkaç gün için bir at kiraladı... Tek başına Viktor'u aramaya gidecekti...


Atı alır almaz sabahı falan beklemeden yola çıktı...


 


 Şehirden uzaklaşınca gece olmuştu. Hayvanını onların gittiği


söylenen Türkmen köylerine doğru sürdü. Kar kesilmiş,


bulutlar hafiflemişti, ay bunların arkasında kurşuni abajurlu bir


elektrik ampulü gibi hafif hafif parlıyordu... Yalnız soğuk bir


rüzgar vardı. Nihayetsiz ovaların karlarını yalayıp gelen bu


rüzgar sanki her mesamesine (deri üzerindeki gözle görülmeyen delikler,


gözende) kızdırılmış bir iğne sokuyordu... Muşambasına daha iyi sarıldı,


fakat ayakları fena halde üşüdüğü için attan indi, dizginleri koluna


geçirerek hızlı hızlı yürümeye başladı...


 


 Karlar ayaklarının altında, ağızda kauçuk çiğneniyormuş


gibi sesler çıkarıyordu... En ufak bir hareket bile yoktu... Ara


sıra durarak etrafı dinlediği zaman, cebindeki saatin tıkırtısından


başka şey duyulmuyordu...


 


 Kağnı tekerleklerinin siyah izlerini taşıyan yollar, beyaz


kar sahralarının ortasında, bir ölü elinin mor damarları gibi


kıvrıntılar yaparak uzuyordu...


 


 -Ne bitmez yollar yarabbi!..- diye söylendi... Üç gün, tam


üç gün yürüdü... Hastalıklı köylülerden ekmek istedi. Tezek


alevinde ısınan çocuklara bir kerpicin üstüne oturarak ders anlatmaya


çalışan köy muallimlerinden yol ve haber sordu...


 


 Üçüncü gündü. Öğleye doğru büyük bir çam ormanından


eli tabancasında, kurt sesleri dinleyerek geçerken, uzaklarda at


nallarının sesini duydu...


 


 Biraz sonra tepeden dört beş süvari göründü. O, kenara çekilerek


bekledi, yaklaştıkları zaman gördü ki bunlar aradıklarıdır


ve birisinin kucağında Viktor yatıyor. Hemen önlerine çıktı...


Onlar bunu görür görmez filintalarını doğrultarak:


 


 -Depreşme!..- diye bağırdılar... Yaklaşınca kendi aralarında


müzakereler oldu. Sonra birisi inerek Rahmi'nin üstünden


silahlarını aldı, tekrar atına atladı. Kucaklarında baygın duran


kadını karların üstüne bırakarak gerisingeriye dörtnala uzaklaştılar...


 


 Siyah yamçılarının eteklerini savurarak beyaz çam dalları


arkasında gözden kayboldukları vakit Rahmi ne yapacağını


düşündü...


 


 -Dönmeli!..- dedi.


 


 Viktor'u kucağına alarak hayvana atladı... Ağır ağır yürüdü...


Soğuk yoktu... Hele ormandan çıktıkları zaman güneş bile


görünmeye başlamıştı. Kış günlerinin bu tatlı öğle güneşi bulutların


arasından ovaya, karların üstüne uzandıkça insan kendisini


altın sütunlu bir kubbenin altında ve bir mermer sarayda


zannediyordu.


 


 İX


 


 Dört gün sonra, bir gece yarısı kasabaya girdiler... Zayıflamışlar,


sararmışlar, boğazlarına kadar çamura batmışlardı...


Karlar eridikçe balçıklaşan yollar, zamklı kağıtlara yapışan sinekler


gibi onları çabalandırmıştı...


 


 Handa, Rahmi Viktor'u kendi eliyle soydu, yatağa yatırdı...


Onun rutubetten sızlayan ayaklarını avuçlarıyla ovarak


ısıttı...


 


 Sac sobalı ufak odaya bütün kumpanya efradı birikmiş:


 


 -Aşkolsun be- diyorlardı, -biz seni gürültüye gitti sanmıştık...-


 


 O anlattı... Heriflerin Viktor'u şehre kadar getirmek zahmetine


bile katlanmayarak karların ortasında nasıl bıraktıklarını;


dönüşte kalmak istedikleri köylerin kendilerini nasıl istemeyerek


kabul ettiklerini anlattı..


 


 Kaymakamla candarma kumandanının kendisine neler


yaptığını anlattı.


 


 X


 


 İki gün sonraydı; öğle üzeri Rahmi yol tedarikleri yapmak


için çarşıya gitmişti. Bir candarma geldi:


 


 -Viktor Hanım'ı kaymakam bey istiyor, bazı şeyler soracakmış!- dedi...


 


 Başını cama dayayarak uzak dağlara bakan Viktor, duygusuz


bir makine gibi hazırlandı. Çünkü komiserlerin, candarma


kumandanlarının, kaymakamların çağırmasına alışkındı... Bu


vukuatı eksik olmayan hayatta kaç kere istintaklar (sorgular)


geçirmiş, kaç kere toprak zeminli tevkifhanelerde yatmıştı...


 


 Xİ


 


 Kaymakam odada yalnızdı... Viktor girince:


 


 -Geçmiş olsun- dedi, -inşallah hepsi cezalarını bulacaklar...-


 


 Evvelce bir takip bile çıkarmayan adam şimdi alakadar


oluyor, ince ince sualler soruyordu. Bunun tek sebebi işgüzarlıktı.


Bazı kötü niyetlilerin: -Meseleyi örtbas etti!- demelerine


meydan vermemek için, hazır kadın da bulunmuşken, bir faaliyet


göstermeliydi. Nasıl olsa işin gürültülü patırtılı kısmı geçmişti...


 


 Yalnız konuşma ilerledikçe tuhaf tuhaf bir şeyler olduğunu


hissetti... Gözlerini Viktor'un beyaz, solgun yüzünden, koyu


mavi gözlerinden ayıramıyordu. İçinden: -Amma enfes şey


be!..- diye söylendi.


 


 Bu kadına karşı zapt edilemez bir hırs duyuyordu...


 


 Koltuğundan kalkarak kızın yanındaki iskemleye oturdu.


Elleri iradesini dinlemeyerek, onun aşağıya doğru mecalsizlikle


sallanan uzun kollarını yakalamak istiyordu.


 


 Niçin çekiniyordu sanki?.. Bu sapa kazanın kralı demek


değil miydi o?.. Kim hesap sorabilirdi kendisinden?.. Bilhassa


böyle bir tiyatrocu kız için!..


 


 Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Damarlarında dolaşan kan değil,


yanardağ lavlarıydı sanki. Her uzvu geriliyor, titriyor, dudakları,


farkında olmadan, dişleri arasında parçalanıyordu. Ne söylediğini


şaşırmıştı:


 


 -Senin bu kadar güzel olduğunu bilseydim takibe kendim


çıkardım!- diyor, müfrit hareketlerden menetmeye çalıştığı elleriyle


onun omuzlarına dokunuyordu.


 


 Nihayet kaynayan bir çaydanlık gibi taştı... Viktor'un kollarını


sımsıkı yakaladı:


 


 -Gel!- dedi, -Gel!.. Bitirdin beni!..-


 


 Genç azalarının kuvvetiyle unu kucakladı... Bazan solan,


bazan kırmızılaşan titrek dudaklarını kadının gerdanına yapıştırdı...


 


 Viktor serbest kalan bir eliyle onun başını itmeye çalışıyor:


 


 -Ne yapıyorsunuz?.. Çıldırdınız mı?.. Ne yapıyorsunuz?..-


diye bağırıyordu...


 


 Odanın öteki başındaki kanepeye götürmek için kucakladığı


esnada kadın silkindi... Kollarını kurtardı, o zaman kaymakamın


aklına bile getirmediği bir şey oldu:


 


 Beyaz, zayıf bir kol kalktı... Kaymakamın suratına şiddetle


indi.


 


 Kaymakam ince parmakların tombul yanağında bıraktığı


izleri ovuşturarak masanın yanına sıçradı.


 


 Aç bir köpek iştahla sarıldığı bir et parçası ağzından kapıldığı


zaman, nasıl kızar ve vahşileşirse, kaymakam da öylece


kızdı, vahşileşti ve kudurdu...


 


 Öyle adamlar vardır ki, haysiyet, şeref gibi kayıtlara aşina


olmadıkları halde, gurur ve nahvetlerine (kibir, burnu büyüklük)


dokunulur, acizleri yüzlerine çarpılırsa kendilerini kaybedecek kadar


hiddetlenirler.


 


 Bu da, her ne kadar sakin olmaya, itidalini (soğukkanlılığını)


muhafazaya çalışıyorsa da, gözleri bir noktaya dikilmiş, bu tokada


mükemmel bir mukabelede bulunabilmek için düşünüyordu:


 


 Masanın üstündeki kalemi şiddetle aldı... Titreyen elleriyle


beş altı satır yazdı.


 


 Kapının önündeki hademeye karakol kumandanını acele


çağırmasını söyledi, o gelince kağıdı uzatarak:


 


 -Bu kadını al...- dedi. -Fahişelik yapıyormuş; Çömlekçizadelerle


dağa falan kaçmış, evvela hükümet doktoruna, sonra da


umumhaneye götürürsünüz...-


 


 Birbiri arkasına gelen bu vakaların aptallaştırmış olduğu


Viktor'u kolundan tutarak götüren karakol kumandanına:


 


 -Dikkat edin ha... Mesul ederim!- diye bağırdı.


 


 Biraz sonra odaya gelen candarma kumandanına vakayı


anlattı ve hiddetle mırıldandı:


 


 -Görsün kaymakam tokatlamayı!..-


 


 Dişlerini çıkararak sırıttı... Islık gibi bir sesle: -Hem ne zaman


olsa elimizde demektir- dedi, -yalnız arası biraz soğusun!..-


 


 Xİİ


 


 Bu son vaka Rahmi'yi fena halde sarstı, muvazenesi bozuldu.


Bir meczup gibi sokaklarda dolaşıyor, her gördüğü adamın


yanına sokularak derdini anlatıyor, muavenet (yardım), merhamet


dileniyordu.


 


 Kaç gece kaymakamın kapısı önünde bir köpek gibi uluyarak


ağladı... Kaç kere candarma kumandanının yolunu bekleyerek


onun eteklerine sarıldı... Kaç gece umumhaneye girmek


isteyerek nöbetçi candarmadan azar ve tekme yedi.


 


 Kumpanya efradı da artık dağılmaya başlamışlardı. Yalnız


eski patronlarını bu halde bırakıp gitmeye gönülleri razı olmayan


dört beş kişi, onu kandırmaya, buradan götürmeye çalışıyordu..


 


 Gene bir akşamdı, alacakaranlıkta evine giden kaymakam,


yolda Rahmi'ye tesadüf etti:


 


 -Gene mi sen?..-


 


 -Viktor'u bana ver!- dedi. -Viktor'u bana ver, bir saat bile


beklemeden buradan gideceğim.-


 


 Beklenmedik bir cesaretle kaymakamın yakasından tuttu:


 


 -Eğer vermezsen... O zaman... Biliyor musun... O zaman


seni öldürürüm... Bu elimle... Boğazını sıkarım... Seni zevkle...


Kahkahayla öldürürüm... Bilsen seni öldürmek ne tatlı


olur... Yarın dairene geleceğim... Onu orada bulurum değil


mi?.. Yoksa!..-


 


 Ellerini uzatarak korkunç işaretler yaptı... Hızlı adımlarla


dolaşık sokaklarda kayboldu...


 


 Kaymakam şaşırmıştı, bu gözlerin sahibi dediğini yapacağa


benziyordu... Bu adam bir deliydi... Öyle ya... Adamakıllı deli.


 


 Sonra bu vaziyet, halk arasında ufak tefek mırıltılar çıkmasına


da sebep oluyordu...


 


 Bir çare... Bütün bunları toptan temizleyecek bir çare lazımdı...


 


 Güldü... Bir fabrika gibi şeytani fikirler yapan kafası, bu


çareyi de bulmuştu:


 


 Ertesi gün, Komik-i Şehir Rahmi Bey kumpanyası, birçok


vukuata, memleket inzibatını ihlal edecek ahvale sebebiyet verdiklerinden,


bir yaylıya doldurularak, idareten kaza hududu


haricine, -iki candarma refakatiyle- çıkarılıyordu...


 


 Xİİİ


 


 Yaylı, çamurlu yollarda acı, boğuk sesler çıkararak ilerliyordu...


Hava kapanık ve sıkıntılıydı... Üzerinde yer yer su birikintileri


duran ova, kirli bir sofra muşambasını andırıyordu...


Alçak bir tavan gibi, ıslak yerlere yaklaşan bulutlarla, ufkun


manzarası münasebetsiz ve çirkindi. Tepelerinde beyaz kar yığınları


duran kırmızı topraklı dağlar, Rahmi'nin gözüne, iltihaplı


kan çıbanları gibi görünüyordu...


 


 Öğleye doğru Üzümcü Deresi'nin çağıltısı işitildi... Arabacı:


 


 -Çay taşmış diyorlardı... Galiba köprü korkuluklarını da


sel götürmüş... Su çoksa geçemeyiz...- dedi. Geldikleri zaman


suyun epeyce alçalmış olduğunu gördüler... Araba, tekerlekler


dokundukça yerinden oynayan kalasların üzerinde sarsılarak


yürüdü. Dere, aşağıda, çağlayan şiddetiyle akıyordu. Çamurlu,


asabi sular bazı büyük taşlara çarparak köpürüyorlar, sonra beyaz


bir sakal gibi uzayarak kayboluyorlardı... Köprünün ortasına


gelmişlerdi... Birdenbire atlar şaha kalktı... Başlarını kaldırıyorlar,


tepine tepine köprünün kenarına yaklaşıyorlardı. İçeride


feryatlar koptu... Nasıl oldu bilinemez, araba -birbiriyle konuşarak


yanından giden iki candarmayı da sürükleyerek- aşağıya


uçtu. Kahverengi sulara gömüldü...


 


 XİV


 


 Bir gün odasında:


 


 -Teverrüm ettiği melfuf tabip raporuyla de teeyyüd eden


umumhane sermayelerinden (verem olduğu ilişteki doktor raporuyla da


doğrulanan genelev kadınlarından) Viktor'un hastaneye sevki...-


hakkındaki evrakı okuyan kaymakamın yanına topal birisi girdi


ki bu, mahut vakadan -sakat olarak kurtulabilen yegane


adam- candarmalardan biriydi...


 


 Hastaneden yeni çıktığı için dermansızdı, bir kanapenin


ucuna ilişti:


 


 -Beyefendi!.. İçime dert olacak da...- diye başlayarak birçok


şeyler söyledi.


 


 Bilhassa, o vakanın, söylendiği gibi kaza olmadığını, çünkü


köprünün üstünde giderken arabanın içindekilerden kızıl saçlı


bir adamın atılıp dizginleri yakaladığını, şiddetle asılarak arabacının


ve hayvanların mukavemetine rağmen dereye sürüklendiklerini anlattı...


 


 Fakat kaymakam kendisine, -Herhalde korkuyla hayalet


görmüş olduğunu, böyle zırva lafları bırakmasını, sonra elalemin


alay edeceğini, hatta mesuliyeti bile olduğunu, hülasa çenesini


kapatmasını- söyledi...


 


 1928


 


 :::::::::::::::::


 


 KAĞNI


 


 Kağnı


 


 Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşı'nda


Sarı Mehmet'i vurdu.


 


 Otuz evli köy birbirine girdi. Şaşırdılar. Herkes korku içinde


candarmaların gelmesini bekliyordu. Halbuki karakol buraya


altı saat uzakta idi; köyden kimse cinayet haberini götürmedikçe


on beş gün bile uğramazlardı. Bu; köylünün aklına en geç


geldi; ondan sonra köyün ihtiyarları kahvede Hüseyin'in babası


Mevlüt Ağa'nın etrafına toplandılar. Sarı Mehmet'in bir tek


ihtiyar anasından gayri kimsesi yoktu. Onu karşılarına aldılar;


davacı olmaması için kendisine nasihat etmeye başladılar. İmam:


 


 -Ülen kocakarı- diyordu. -Dava edersen ne kazanacaksın?


Kim gider de Mevlüt Ağa'nın oğlu adam vurdu diye şahitlik


eder? Etse bile sen ayda bir iki defa kasabaya gidip her seferde


dört beş gününü gavur edersen tarlanı kim eker, işine kim bakar?


Kasaba iki günlük yol, gidersin, şahitlerin gelmedi, haftaya


uğra derler, mahkemen talik olur. Sen gününü şaşırıp gidemezsin,


candarma seni alır götürür, gayrı kendin istesen bile


yakanı sıyıramazsın, evin barkın yıkılır. İşte bir kazadır oldu.


Cenabı Hak böyle istemiş, Allah'ın emrine mahkeme ile mi karşı


koyacaksın? Ne yapsan oğlun geri gelmez. Gel bu işi kapatalım.


Sarı Mehmet'in sana zaten bir faydası yoktu ki; düğünde


seyranda gezer, sattığın iki şinik ekinin parasını avratlara yedirirdi.


Bak Mevlüt Ağa bundan sonra seni hep kollayacağını süylüyor. Ne dersin?-


 


 Bütün bu sözleri oturduğu yerde başını sallayarak dinleyen


ve çapaklı, ağlamaktan kızarmış gözlerini, budaklı bir dala


benzeyen iri mafsallı, çatlak derili elleriyle silen kocakarı, imam


lafını bitirdikten sonra da hep aynı şekilde sallanmakta devam


ediyordu. Bir demet kuru ot gibi başındaki yamalı ve kirli örtünün


altından fırlayan kınası solmuş kır saçlarını yüzünden ve


ıslak yanaklarından çekti. Anlaşılmaz şeyler mırıldandı.


 


 Orada oturanlardan birkaçı daha kocakarının karşısına geçip


çömelerek yarı kandırır, yarı tehdit eder şekilde uzun uzun


söylendiler: -Öyle değil mi, ha? Diyiversene, ha! Aklın yattı


mı? Diyiversene!- diye diller döktüler.


 


 Bu sırada ölü dışarıda, kahvenin bahçesindeki peykede bir


hasırın üstünde yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi.


Başucunda iki üç sinek dolaşıyor, vınlıyordu. Biraz ötede,


güneşten gözlerini kırpıştıran bir sürü ufak çocuk, ellerinde


boylarından büyük değneklerle ve hiç seslerini çıkarmadan bu


üstü örtülü ölünün, keçenin alt ucundan fırlayan ayaklarına bakıyorlardı.


Tabanları ve topuğu tamamen delik kalın bir yün


çorabın içinde donuk bir sarılık alan bu hareketsiz ayaklar ve


bunların üzerinde uçan ve kalkıp inerken güneşe rastlayınca


yemyeşil parlayan sinekler onları eğlendiriyordu. Ara sıra içlerinden


biri uzaklardan kendisini çağıran anasının sesine koşuyor,


biraz sonra yine koşup gelerek eski yerini ve kımıldamayan


tavrını alıyordu.


 


 Kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar. Kocakarı oğlunun başucuna


gidip oturdu. Bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarlıktan


ve hastalıktan bir nohut kadar ufalmış olan gözlerini


silmeye başladı. Bir hastanın başını bekliyor gibiydi. Elini ağır


ağır sallayarak sinekleri kovalıyordu. Bir ihtiyar, kısık sesiyle


bağırarak çocukları evlerine gönderdi. Diğerleri de yavaş yavaş


dağıldılar. Birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürdüler. Akşama


doğru her şey eski haline gelmişti. Sanki uzun bir hastalıktan


sonra eceliyle ölmüş kadar sükunetle ölü yıkandı ve gömüldü.


Mevlut Ağa, ezandan evvel Sarı Mehmet'in anasına iki


tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekağıdı şeker yolladı.


 


 Bir ay kadar sonra idi, köye iki süvari candarma geldi.


Kahvenin önünde indiler. Bunları görünce muhtarın yüreği


-hop- dedi, çünkü bunlar karakolun candarmaları değildi, herhalde


vilayetten geliyorlardı. Candarmaların biri kahvede hemen


kağıt kalem çıkardı, muhtardan başlayarak herkesin ifadelerini


almaya koyuldu. Öbür candarma köyün meydanında


aşağı yukarı dolaşıyordu.


 


 Mesele derhal köye yayıldı. Savrukların Hüseyin'le kavgalı


olan ve kasabada pabuççuluk yapan Garip Mehmet, köylülerden


duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirmişti. Müddeiumumi


evvela kendisi doktoru da alıp gelecekti. Sonra


ağustosun bu sıcağında at üstünde günlerce yolculuğu pek gözüne


kestiremedi; işi tahkik etmelerini söyleyerek açıkgöz iki


candarma yolladı. Doktor, daha ihtiyatlı bulunmak için, eğer


bir cinayet varsa cesedi çıkarıp kasabaya getirmelerini candarmalara


sıkı sıkı tembih etti.


 


 Sarı Mehmet'in anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. Yalnız:


-Ben kimseden davacı değilim!- dedi. -Oğlun eceliyle mi


öldü, vuruldu mu?- sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele


ediyordu. Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı, fakat hükümet


kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç


geliyordu. Otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında


köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti.


O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve


tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman


daha gençti de...


 


 Sonra Mehmet geri gelecek değildi, Mevlüt Ağa'yı düşman


etmekten de hayır çıkmazdı; sonra köyde açlıktan ölürdü.


Onun için hep inkar etti.


 


 İkindiüstü candarmalar mezarlığa gidip köylülerle Mehmet'in


ölüsünü mezardan çıkarttılar. Ancak yarım metre kadar


toprağın altında olan ceset, şiddetle taaffün ediyordu (kokuyordu).


Herkes beş on adım geri çekildi. Candarmalar Mehmet'in anasını


çağırarak: -Koş bakalım kağnıyı! Oğlunu kasabaya götüreceksin...


Doktor muayene edecek!- dediler.


 


 Kadın: -Yavrumu mezarında bile rahat komadılar!- diye


iki yanını dövüyor ve bütün Anadolu kadınları gibi ses çıkarmadan


ve pek az hıçkırarak ve çömelerek ağlıyordu. Mütemadiyen


sallanmakta ve çatlak, kuru yumruklarını ağzına ve gözlerine


götürmekte idi. Candarmanın biri ayağıyla hafifçe arkasından


dokundu: -Kalk bakalım!- dedi.


 


 Kadın kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça


parça olmuş bir yorgana sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi,


ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı. Bunları


yaparken ikide birde duruyor ve bir müddet ağlayıp kendi


kendine söylendikten sonra tekrar başlıyordu. Gece olduktan


sonra yalnızca yola düzüldü. Candarmalar daha evvel muhtarı,


imamı, Savrukların Hüseyin'i birbirine bağlayarak önlerine


katmışlar ve yollanmışlardı.


 


 İhtiyar kadın, iki sıska ve küçük, birer eşek kadar küçük


öküzün çektiği kağnının arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak;


elinde değnek, ağlamaktan kısılmış sesiyle öküzlere bağırmaya


çalışarak, yürüyordu. Yaz gecelerinin parlak ay ışığı


altında çakalların sesini bastıran bir gıcırtı ile ağır ağır ilerleyen


bu kağnı, hiç de bir ölü taşıra benzemiyordu: Öküzler sırtlarına


vuran aydınlık altında canlı ve gürbüz; yamalı yorgan ve köhne


kağnı fevkalade kıymetli bir madenden yapılmış gibi güzel


ve yeni görünüyorlardı. Kadının gölgesi, elindeki değnekle beraber,


beyaz taşların, çalıların üzerinden atlayarak metrelerce


uzanıyor, rakseder gibi sıçrıyordu.


 


 Halbuki altmışlık kadın, kağnıdan yayılan ağır koku ile


sersemlemiş, sendeleye sendeleye yürüyor, bazan birdenbire


hızlanan öküzlerin yanında gitmeye çabalıyordu. Yavaş yavaş


ayakları sürüklenmeye, ağlamaktan, içine akıta akıta ağlamaktan


daralan göğsü nefes alamamaya başladı.


 


 Kağnının kenarına tutunarak biraz daha yürüdü. Ayakları


birbirine dolaşıyordu. Öküzlere -oooha- diye bağırmak istedi,


sesi boğazından çıkmadı; elleri kağnıdan kurtuldu, yere yuvarlandı,


tozların içinde tekrar ayağa kalkarak koştu. Karşıdan


doğru yeni çıkan serin bir rüzgar üçetekli entarisini ve şalvarının


paçalarını uçuruyor, yırtık yazma başörtüsünü siyah bir


bayrak gibi dalgalandırıyordu. Kağnıya yetişemeden tekrar


düştü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü.


 


 Kağnı, taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak


ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkararak ve


ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif


bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.


 


 (Varlık, 15.09.1935)


 


 ...


 


 Kamyon


 


 Kamyon, Zincirli Han'ın dar ve basık kapısından, yan duvarlara


sürtünüp sıvaları dökerek ve üzerine bağlanmış sepetlerle


çuvalları dört tarafa fırlatarak ıkına sıkına çıktı. Şoför bir


eliyle direksiyona yapışmış, dört metre genişliğindeki sokağın


karşı tarafındaki berber dükkanlarına girmeden sola manevra


yapabilmeye uğraşıyor, öteki eliyle de ağzına peynirli pide tıkıyordu.


Toz, çamur, benzin, makine yağı tabakalarının altında


elbisesinin ve yüzünün rengi pek belli olmayan şoför yamağı


arka tarafta durmuş, iki yana koşarak şoföre:


 


 -İleri!.. Geri!.. Yana!..- diye işaretler veriyor, bir taraftan da


soğan ekmek tıkınıyordu. Kamyon, içindeki yirmi iki müşterisiyle


beraber sokağa çıkıp biraz ilerledikten sonra durdu. Uzaktan


doğru koşup gelen bir çocukla, otomobilde heybesini bacaklarının


arasına almış değirmi sakallı birisi fiskos edip konuşmaya


başladılar. Ara sıra duyulan -Buğday, veresiye defteri,


şinik, sekiz metre kara dimi...- gibi sözlerden, İzmir'e giden


manifaturacının, oğluna; dükkan idaresi ve köylülerle veresiye


muamelesinin şekli hakkında son talimatı verdiği amlaşılıyordu.


İkide birde sabırsızlıkla arkasına dönüp bakan şoföre şöyle


bir başını çevirip:


 


 -Dur azıcık... patlamadın a!..- diyor; sonra gözlerini müşterilerde


de gezdirerek sözünün yalnız şoföre değil, başka sabırsızlananlar


varsa onlara da dokunur olduğunu anlatmak istiyordu.


 


 Bu sırada, sırtında eski bir heybe ile çok genç bir köylü otomobile


yaklaştı; tereddüt eder gibi bir müddet şoföre baktıktan sonra:


 


 -İzmir'e mi?- diye sordu.


 


 -Oraya!..-


 


 -Beni de alır mısınız?-


 


 -Yer yok!..-


 


 Delikanlı hemen arkasını döndü, uzaklaşmaya başladı. Fakat


şoförün penceresine dayanarak ona birtakım şeyler havale


eden esmer, uzun boylu, sırım gibi incelmiş boyunbağlı birisi


arkasından bağırdı:


 


 -Gel buraya! Hey... Delikanlı!..-


 


 Köylü döndü. Esmer, uzun boylu adam şoföre:


 


 -Ne diye yer yokmuş, arkada bir yere sıkışmıştır!..- dedi.


 


 Bu adam kamyonun sahibi idi. Şoför yüzünü buruşturarak


indi. Delikanlıdan yarım lira peşin aldı. Sonra, arabanın arka


kapağını gevşeterek eğri bir şekle koyan ve üzerine çullarını seren


öteki köylüleri sıkıştırıp, yeni gelene bir yer açtı. Zaten dizleri


üzerine çömelerek ancak sığışabilen yolcular hem; -olmaz,


buraya nasıl sığar!- diye söyleniyorlar, hem de her setre pantollunun


emrine itaate alışık bir tavırla birbirlerini iterek yer açıyorlardı.


Genç köylü bir kıyıya çömeldi, heybesini altına aldı ve


kamyon, hızla bir sarsıldıktan sonra yürüdü.


 


 Şoförün yanında oturan siyah elbiseli, gümüş çerçeveli


gözlük takmış; yaşlıca, sünepe tavırlı bir adam -Beyşehir taraflarına


dava toplamaya giden bir avukat- başını arkaya çevirerek!


-Uğurlar olsun cümlenize!- diye bağırdı. İçerdekiler hepsi


birden aynı sözü tekrarladılar. Konya'dan çıkıp Beyşehir'e giden


yolun başlangıcındaki dik yokuşu tırmanmaya başlayınca,


herkes yanındaki ile veya çaprazlama ta öbür baştaki biriyle lafa


koyuldu; birkaç kişi yalnız cigara içip dumanını savuruyordu.


Birbiri arkasına dizili tahta sıralarda oturmayıp yarım lira   


eksiğine en arkada yere çömelen ve kamyonun şiddetle sarsılan


bu kısmında ikide birde, başlamak üzere olan uykularından fırlatılan


köylüler, cıgara da içmeyerek, boş gözlerle bakışıyorlardı.


 


 ..


 


 Sonradan gelen genç köylü ilk defa otomobile biniyordu.


Benzi sapsarıydı. Bunun yarısı alışmadığı bir şeyde hızlı hızlı


götürülmenin verdiği heyecan ve korkudan, yarısı da başka bir


şeyden geliyordu.


 


 Konya'ya bir saat ötedeki bir köyden olan bu delikanlı otomobile


binmişti, İzmir'e gidecekti. Araba İzmir'e gelince şoför


yolcuları selametlemeden evvel nedense yol parasının üstünü


toplamak adetindeydi. Bunu genç köylü de biliyordu, fakat yazık


ki şoförün bu isteğini yerine getirecek vaziyette değildi. Yanında


beş parası bile yoktu.


 


 Mahsuller para etmeyince, vergiler ödenmez hale gelince,


evde tuz, gaz tükenip yerine yenisini koyamayınca oğul babasını


bir kenara çekmiş:


 


 -Baba, ben gidip şehirlerde çalışayım. Bak, köyün yarısı


gitti, İzmir'de çok iş varmış. Fabrikalarda adamına göre yarım


lira yevmiye bile veriyorlarmış. Kışın burada kalıp yük olacağıma,


gidip ekmeğimi ararım, harman zamanında gene gelir, tarlada


çalışırım...- demişti. İhtiyar babası aklı ermediği ve fakirlikten


söz söyleyemez, fikir ortaya atamaz hale geldiği için peki


dedi. Ve on sekiz yaşındaki delikanlı, bundan evvel İzmir'e gidip


gelenlerden akıl danışmaya gitti.


 


 İzmir'e gitmek için evvela Konya'dan otobüse binmek lazımdı.


Beyşehir, Karaağaç, Ödemiş üzerinden iki üç günde varılıyordu.


Yol parası beş lira idi. İzmir'e varınca hemşerileri bulup,


ötesini onlardan öğrenmek lazımdı.


 


 Delikanlı bunun üzerine yol parası tedarikine çıktı. Fakat


evindeki eski bir çifteye bir liradan fazla veren bulunmadı. Beş


lira gibi mühim bir parayı köyde bir araya getirebilmek, bir


hafta uğraştığı halde, mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırmış


bir halde iken bakkalın oğluna rastladı. Bu çocuk bir zamanlar


babasının yanından kaçıp şoför muavinliği yapmıştı. Kendisine


akıl öğretti:


 


 -Ülen, sen deli misin? Otomobile de para mı verilirmiş?..-


dedi ve ona, şoföre yarım lirayı peşin verdikten sonra bir daha


beş para vermemesini, İzmir'e yaklaştıkları zaman usulca arkadan


atlayarak tüymesini ve İzmir'e yayan girmesini söyledi.


 


 Yalnız şunu da ilave etti:


 


 -Amanın tetik ol, İzmir'e girmeden otomobili durdurup


yol parasını toplarlar. Sen daha evvel atlamazsan yandığın


gündür. Şoförler seni yatırıp suyunu çıkarana kadar döverler,


üstelik de don gömlekten gayrı neyin varsa alırlar...-


 


 İşte bu on sekiz yaşındaki köylü delikanlısı, cebindeki elli


kuruşu peşin verdikten sonra, böylece on parasız otomobile


binmiş, İzmir'e ameleliğe gidiyordu.


 


 Yolculuğun ikinci günü akşamına doğru genç köylü olduğu


yerde rahat oturamamaya başladı. Yola çıkalıdan beri açtı.


Köyden beraber aldığı azıcık yufkayı daha biner binmez yemişti.


Yanı başında kuru ve siyah bir ekmeği ağır ağır geveleyen


köylülere yutkunarak bakıyor, sanki başı dönüyormuş gibi


gözlerini kapayarak kafasını kamyonun sarsılan tahtalarına dayıyordu.


Sonra birdenbire irkiliyor, yerinden azıcık doğrularak


öne, şoföre doğru bakıyor, tekrar sıkıştığı yere büzülüyordu.


İçinde, otomobil ilerledikçe büyüyen bir korku ona ara sıra açlığını


unutturuyor, yahut açlıkla karışarak onu sersemletiyordu.


İzmir'e yaklaştıklarını yolcuların konuşmalarından anlamıştı.


Fakat ne kadar yaklaştılar? Atlayacak, kaçacak zaman geldi mi?


Eğer daha çok varsa bu Allah'ın dağlarında gece yarısı yolu nasıl


bulacak, buralarda nasıl geceleyecek? Ya candarmaların eline


düşerse?.. Ya şoför parayı vermeden atlayıp kaçtığını karakola


haber verirse?.. O zaman candarmalar kendisini dövmezler


miydi? Acaba candarmaların dayağı mı daha kötü idi, şoförün


dayağı mı? Belki otomobildeki müşterilerden bir merhametli


çıkar da bunu dövdürmezdi. Fakat bu kadar adamın içinde


rezil olmak vardı. Üstelik don gömlekle kalacaktı. Bu kılıkta


İzmir'e nasıl girer, hemşerilerini nasıl arardı? Atlamaktan başka


çare yoktu...


 


 Fakat atlamayı nasıl becerecekti? Kamyon, arkasında atılmış


pamuk gibi bir toz yığını bırakarak koşuyor, dar dönemeçlerde,


içindekileri bir yandan bir yana fırlatarak, kıvrıntılar yapıyordu.


Birçok defa gördüğü halde hiç içine binmediği bu acayip


şey, çıkardığı gürültü ve insanı sersem eden hızıyla, ciğerlere


ve beyne dolan sıcak benzin kokusu ile birdenbire korkunç


bir kılık alan bu makine ona anlaşılmaz bir ürkeklik veriyordu.


Bu toz, gürültü ve sürat kargaşalığı içinde dumanlanan kafasından,


bozuk bir rüya şeridi gibi, köyü, kendisine anlatılan İzmir'in


hayalinde yarattığı vuzuhsuz şekilleri, şoförün benzin


kokulu yüzü, Beyşehir'de inen gözlüklü avukatın siyah ceketinden


fırlayan sıska ensesi geçiyordu.


 


 Ara sıra otomobil herhangi bir sebeple yavaşlar gibi olunca


delikanlı yüzünde zapt edemediği bir dehşet ifadesiyle yerinden


fırlıyor, -Acaba duracak mı? Para toplamaya mı başlayacak?-


diyor; araba tekrar hızlanınca derin bir nefes alarak yerine


çekiliyor ve atlamak için kati kararını veriyordu. Fakat nasıl


atlayacak? Bu kamyon, bu gitgide gözünde büyüyen, bütün


hislerine alışamadığı ve ezici tesirler yapan korku makinesi


kendisini bir kıskaç gibi yakalamıştı. Buradan kurtulmasına


imkan olmadığını sanıyordu. Gözleri alev alev olmuş, dört tarafına


bakınıyor, etrafındaki köylülerin, ön sıralarda oturan


efendilerin hep kendisine baktıklarını, biraz kımıldasa yakasına


yapışacaklarını zannediyordu. Alnından yanaklarına doğru terler


akıyor ve şakaklarındaki ayva tüylerini ıslatıyordu.


 


 Otomobil birdenbire yavaşladı. Yolun sol tarafı sarp bir


kesme idi ve sağ tarafta, iki minare boyunda bir yar, esner gibi


ağzını açmıştı. Yol birdenbire darlaşıyordu. Motörün hafifleyen


gürültüsü arasında aşağıdan doğru gelen bir su şırıltısı duyuluyordu.


Henüz taş bile döşenmemiş olan şosenin bu kısmında


çökme ve kayma tehlikesi bulunduğu için yolcular burada yayan


yürür ve otomobiller yavaş yavaş ilerlerdi. Bunun için otomobili


tamamen durdurmadan şoför başını arkaya doğru çevirdi ve:


 


 -Haydi beyler!- dedi.


 


 Birdenbire arka tarafta bir hareket oldu: Delikanlı, gözleri


dönmüş, korkudan titreyerek, kendini dışarıya, yolun üstüne


fırlattı. Fakat daha durmamış olan otomobilden bu tersine atlayış


ona muvazenesini kaybettirdi; olduğu yerde birkaç kere


döndükten sonra ayağı boşa gitti ve eliyle çalılara tutunmaya


çabalayarak, kafası sivri taşlara çarpa çarpa ve arkasından acı


bir hışırtı ile akan topraklar ve ufak taşlarla birlikte, yardan


aşağıya, şimdi şırıltısı daha çok duyulan dereye doğru yuvarlandı.


 


 Ayda Bir, Eylül 1935


 


 ...


 


 Kafakağıdı


 


 Akşamüzeri hapishaneye bir sürü adam getirdiler. Hepsi


elli kadar vardı. Bu kadar kalabalığı süngü takmamış iki candarmanın


arasında görünce yol parası borcundan buraya geldiklerini anladık.


 


 Nizamiye kapısından girince avluda sıra oldular. Bir gardiyan


elindeki kağıda bakarak yoklama yaptı. Ondan sonra duvar


kenarına dizilerek çömeldiler, konuşmadan bekleşmeye başladılar.


 


 Kılıkları pek perişandı. Poturları parça parça sarkıyordu ve


çoğunun ayağında kunduraya benzer bir şey bile yoktu.


 


 Sırtlarında devetüyü çuldan kısa ve gene parça parça cepkenler,


bunun altında solmuş, lime lime yıpranmış ve yamadan


görünmez olmuş mintanlar vardı. Siperini sağ veya sol yanaklarının


üstüne getirdikleri kasketleri yağ içindeydi ve yırtık siperden


koyu sarı mukavvalar fırlıyordu.


 


 Yanlarına koydukları çul heybelerin yan yatan ağızlarından


birkaç somun kara ekmek, birkaç dürüm yufka ve bazılarınınkinden


birkaç taze soğan yaprağı görünüyordu.


 


 Hangi koğuşa gideceklerini ve ne yapacaklarını söyleyen


olmadığı için uzun zaman beklediler. Aralarında ara sıra bir


şeyler fısıldaşıyorlardı. Kendi köylerinden birkaç mahpus yanlarına


sokulunca isteksiz ve çekingen tavırlarla onun suallerine


cevap veriyorlar, ara sıra başlarını başka tarafa çevirip uzaklara


bakarak bu konuşmaya devam etmekten pek hoşlanmadıklarını


anlatıyorlardı.


 


 Hakikaten, tanımadıkları mahpuslardan ziyade hemşerilerinden


tanıyor gibiydiler. Katilden veya başka ağır cürümlerden


yatan kendi köylülerinin karşısında, yol parası veremedikleri


için hapse düşmüş olmak onlara pek ağır geliyordu.


 


 İçlerinde bir de ihtiyar vardı. Görünüşte altmışı çoktan aşmış


olan bu adamın artık yol parası vesaire ile alakası olmasa


gerekti. Mavi damarları fırlamış ve kütükleşmiş ellerinde tuttuğu


eğri ve kalın bir sopaya dayanarak kalkabiliyor ve iki kat olmuş


belini hemen bir yere yaslamak için duvarın yanına gidiyordu.


 


 Kupkuru ve uzun çenesinde birkaç tel sallanmakta, dökülerek


adamakıllı seyrekleşen ak saçlarının altında lekeli ve pul


pul olmuş bir deri parlamaktaydı.


 


 Üstü başı ötekiler kadar, hatta daha fazla perişandı. Belindeki


meşin silahlık, belki altmış senenin kahrını çekmiş olduğu


için, tüylenmiş, çatlamış, taban astarı gibi incelmişti.


 


 Yanına yaklaştım. İhtiyarlıktan ufalmış gözlerle bana baktı.


Geçeceğimi sanarak başını gene başka tarafa çevirdi.


 


 Yanına diz çöktüm:


 


 -Merhaba, dede!- dedim.


 


 Dönüp baktı. Gözlerinde ufak bir hayret parladı ve döndü.


 


 -Eyvallah!-


 


 Her yeni gelene söylenen beylik cümleyi söyledim:


 


 -Geçmiş olsun!-


 


 -Sağ ol!-


 


 Tekrar önüne baktı. Bir cıgara çıkarıp verdim. Titrek elleriyle


aldı, sonra silahlığından teneke bir tabaka çıkararak açtı.


İçinde bir tutamdan az tütün tozu ve bir fitilli çakmak vardı.


Bunun seferberlikten kalma olduğu besbelliydi. Avcunun içi ile


hızlı hızlı çaktı, sonra fitili düzeltip birkaç kere daha denedi. Bir


türlü yanmıyordu. Bu sırada benim yakıp uzattığım kibritle cıgarasını


ateşledi ve ağır ağır, derin derin çekti.


 


 Ben gene sordum:


 


 -Vukuatın ne, dede?-


 


 -Ne vukuatı oğul, susa yolu parası veremedik!-


 


 -Kaç yaşındasın?-


 


 -Ne bileyim? Seksen olmalı!..-


 


 -Nasıl olur? Altmışını geçenlerden yol parası istemezler...-


 


 -Benden istiyorlar...-


 


 -Bir yanlışlık olacak.-


 


 -Yanlışlık değil oğul!- dedi ve anlattı:


 


 -Dört oğlum vardı, birisi katilden hapse düştü, sekiz sene


yattıktan sonra öldü; ikisi seferberlikte gitti; biri de candarma


idi, eşkıya takibinde vuruldu, topal kaldı, şimdi köyde oturur,


benim elime bakar. Öbür oğullarımın çocukları yoktu. Bunun


da bir tek oğlu oldu, o da sekiz yaşında sıtmadan öldü. Öleli


yirmi yılı aşkındır. O zamandan beri topal oğlumla otururuz.


Benim kocakarı ile topalın karısı tarlayı sürer, ekerler, ben de


harmana yardım ederim, topal da çardakta oturup bostanı bekler,


kıt kanaat geçiniriz. Üç sene evvel bizim ağa dere boyundaki


ufak tarlamıza sahip çıkar oldu. Bağırdık çağırdık, fayda etmedi.


Oğlan sakat, bende de derman yok, hakkımızı kendimiz


arayamadık. Mecbur olduk hükümet kapısına düşmeye. İki sene


mahkememiz sürdü. Bizim tapumuz filan yoktu ama, bütün


köylü o tarlanın bize dededen kaldığını bilirdi. Bunu soran olmadı,


ağa yalancı şahit dinletti, mahkemeyi kazandı. Mahkeme


sürerken benden kafakağıdımı istediler, nereden bulayım? Askerden


döneli devlet kapısına işim düşmemişti; aradım aradım


yok... Sonra mushafın arasında bizim topalın ölen oğlunun kafakağıdını


buldum. Onun da adı Mehmet'ti. Kafakağıdı değil


mi, hep bir, dedim, vilayete kaydını gördürdüm, yeniden adres


verdim.


 


 Mahkemede bir şey çıkmadı. Vilayete gelip giderken öbür


tarlayı yüzüstü koyduğumuzla kaldık. Altı ay sonraydı, köye


tahsildarlar geldi. Yol parası vereceklerin arasında muhtar beni


de okudu. Yanlış olacak diye kulak asmadım. Birkaç kere gelip


gittiler, aldırmadım. Yirmi senedir yol parasından muaftım.


 


 Bu sefer tahsildarlar candarmayla beraber geldiler. Yol parası


vermeyenlerle beraber beni de aldılar; ben seksen yaşındayım


dedim ama, dinleyen olmadı. Nüfusa geldik, defteri açıp


baktılar, daha yirmi dokuz yaşındasın dediler. Amanın etmeyin,


halime bakın dedim, olmaz, tevellüdün işte burada, adresin


de belli, diye dayattılar. Cebimdeki nüfusu çıkarıp verdim,


orada da 29 gösteriyormuş, o zaman aklım erdi ama, neyleyim?


Daha çok kurcalarsan başına iş açılır, dediler. Ben de sesimi çıkarmadım.


Altı lirayı bir denkleştirebilsem verir kurtulurdum


ama, bu zamanda altı liranın yolu nerde? Kaderde yazılıymış


dedik, geldik buraya...-


 


 Gülmeye başlamıştım:


 


 -Ama babacığım, hiç insan torununun nüfus kağıdını alır


mı?- dedim.


 


 Bıkkın bir tavırla elini salladı ve:


 


 -Ne olurmuş sanki?- diye mırıldandı, -Hepsi devletin kağıdı


değil mi?-


 


 Ağaç, 14.03.1936


 


 ...


 


 Gramofon Avrat


 


 Azime bu kızı eline geçireli bir sene bile yoktu. Fakat adı


şimdiden bütün Konya hovardalarının arasında yayılmış, bunun


sayesinde Azime'nin çıkınına yeşil yeşil bangonotlar dolmaya


başlamıştı.


 


 Yaşı daha yirmi sularında idi. On beş senelik oturak avratlarından


güzel oyun oynuyor, bütün türküleri, en zorlarını bile,


gözünü kırpmadan söylüyordu. Bir yanık sesi vardı ki... Bu ses


için ismi Gramofon Avrat olmuştu. Asıl adı pek malum değildi.


Nereden geldiğini de bilenler azdı. Dilinin epeyce düzgün olduğuna


bakılırsa herhalde şehirde bir efendi yanında evlatlık


kalmış olacaktı. İki sene evvel ilk defa olarak Dereköylü bir delikanlının


yanında Meram'da bir oturağa gelmiş, ondan sonra


bir iki ay bu çocukla dolaşmıştı. Dereköylü bir gece kavga arasında


vurulup ölünce bütün öteki kimsesiz ve efesiz oturak kadınları


gibi Azime'nin eline düştü. Azime ne tükenmez hazine


yakaladığını bilmez değildi. Kızı evvela terzi Mürüvvet'e götürüp


hanımlar gibi giydirdi, ayağına tokalı pabuçlar aldı, bir


hafta, on gün istirahat ettirdi. Ondan sonra bir geceliğine oturağa


göndermek için otuz, kırk, yerine göre yüz lira alarak ve sürüyüp


götürmesinler diye yanına kendi adamlarından bir silahlıyı


-efesidir, yalnız göndermez- diye katarak kızı çalıştırmaya başladı.


 


 Anasının beşibiryerdelerini, babasından kalan iki dönüm


tarlayı, Araplar Mahallesi'ndeki eski evi satan her delikanlı paralarını


kuşağına basıp Azime'ye geliyor ve bir gececik oynatmak


için Gramofon Avrat'ı istiyordu.


 


 Öteki avratlar hep yaşlı kadınlardı. Oyundan anlayan hovardaların


beğenebileceği bir oyun, ancak on beş yirmi senede


öğrenilebiliyor ve bu müddet içinde yüzler, kalın düzgün tabakaları


altında saklanacak kadar çöküyordu. Az ışıklı çıraların


veya sönük lambaların ziyasında oynayan bu kadınların yüzlerinden


çok ayaklarına ve türlü türlü ahenklerle kıvrılan vücutlarına


bakıldığı için yüzlerinin ve yaşlarının pek ehemmiyeti yoktu.


 


 Fakat bu Gramofon Avrat... Daha bu yaşta, yıllanmış kadınlardan


güzel ve ustaca oynayan, en kıvrak şarkıları konuşuverir


gibi kolayca söyleyen, rakı verirken adamın gözlerinin içine


bakıp gülen bu yaman kadın öbürlerine benzemiyordu. Bu


kız için millet birbirini kırıyordu. Azime kızı oynatacak olanların


akıllı uslu olmalarına ne kadar dikkat ederse etsin, her oturakta


muhakkak kavga çıkıyor, silah atılıyor, adam vuruluyordu.


Fakat şeytan kız, bunların hepsinden yakayı kurtarmasını


biliyordu. Tam kavga alevlenip kendi yüzünden dövüşenler


kendisini unutunca usulcacık sıvışıyor, onu getiren ve asla kavgaya


karışmayan adamla beraber, kapının önünde bekleyen


arabaya atlayıp bağlar arasından dolaşarak -Azime yengesine-


geliyordu.


 


 Gramofon Avrat'ın acayip bir huyu vardı: Bir gördüğünü


bir daha hiç hatırlamıyordu. Uğruna evini barkını harcayanları


bile ikinci görüşünde tanımamazlıktan geliyor, daha doğrusu


sahiden tanımıyordu. Çünkü karşısındaki kendisini ona hatırlatmak


için: -Nasıl bilmezsin canım, Silleli'nin bağına gittik


ya... Orada Küçük Ali beni bıçakladı da dört ay hastanede yattım


ya!..- dedikçe öyle masum bir tavırla: -Bilemedim hay


efendiciğim, bilemedim işte!- derdi ki, yalan yaptığını söylemek


insafsızlık olurdu.


 


 Kendisini alıp götüren ve oynatanların, hatta bir iki gece


yanlarında alıkoyanların ne zengin ne de -aslan gibi delikanlı-


olmaları, bunların Gramofon Avrat'ın kafasında yer bırakmalarına


yetmiyordu. Yalnız bir kişiyi ve uzun zaman unutmadı:


 


 Azime'nin eski dostlarından Rumelili bir Hüseyin Ağa vardı.


Konya'dan istasyondan çıkınca insanın karşısına dizilen bir


sürü çift atlı paytonların belki dörtte biri bu adamındı. Azime'ye


araba lazım oldu mu, buna haber salar, Hüseyin Ağa da


işin sonunda bazan vukuat da çıkabileceği için en genç ve kuvvetli


arabacısı Murat'ı yollardı.


 


 Bu delikanlı, hiç konuşmadan, hiç arkasına bakmadan kendisine


söylenen yere atları sürer, hangi bağa gidilirse, kapısının


önünde bekler, çağırılsa bile içeri girmez ve sabaha karşı oturak


bitince yahut bir vukuat çıkıp silah sesleri ve bağırışlar arasında


Gramofon Avrat bağdan dışarı fırlayınca hemen atların torbalarını


alır, dörtnala şehre dönerdi.


 


 Ne kadın ona, ne o kadına bir laf söylemiş değildiler. Aylardan


beri onun doru atları ve hafif arabası kadını birçok yerlere


götürdüğü, birçok yerlerden, bazan arkalarından atılan


kurşunlara rağmen, selametle evine getirdiği halde, belki bir


kere adamakıllı birbirlerinin yüzüne bakmamışlardı.


 


 Fakat bir gece Murat hastalanıp yerine başka arabacı gelince


Gramofon Avrat bindiği arabadan atladı ve gitmem diye dayattı;


ne yalvarmak, ne bağırmak fayda vermedi. Azime pohpohlamak


için birkaç gün sonra bunu oğlana söyleyince o, aldırış


etmezmiş gibi, omuzlarını silkti.


 


 Bir gün Meram'ın ta öbür başında bir oturağa gittiler. İçerde


sazlar çalınıp şarkılar titreşen dut yapraklarında dolaşırken,


dönen ve oynayan kadınların kaşık sesleri taşlı bir yolda dörtnala


koşan at nalları gibi geceye yayılırken, her zamanki şey oldu:


Bağırmalar, sövüşmeler başladı. Birkaç silah sesi duyuldu.


Murat başını çevirerek bağın tenha kapısına baktı, neredeyse


bu kapıdan çıkıp arabaya atlayacak olan kadını ve -efesini-


gözledi. Fakat bunun yerine içerden keskin bir kadın sesi çınladı:


 


 -Amanın Murat yetiş, beni vurdular!-


 


 Oğlan yerinden sıçrayarak bahçe kapısını omuzladı. İçerde


hala boğuşanlar vardı. Birkaç kişi kadını kucaklayıp bağ evine


sokmaya çalışıyorlardı. Kadın Murat'ı görünce ellerini ona


doğru uzattı ve ilk defa olarak ona, hem de çok şeyler söyleyen


gözlerle, baktı. Murat yavaşça ceketinin cebinden iri nagantını


çıkararak oradakilere doğru sıktı; onlar, nereden geldiğini anlamadıkları


bu ateşten şaşırdıkları sırada çabucak kadını yakalayıp


dışarı fırladı ve arabaya atlayarak şehrin aksi tarafına, dağlara


doğru sürdü.


 


 Fakat buraları iyi tanımadığı ve sığınacak kimsesi olmadığı


için birkaç gün sonra candarmaların eline düştü, kendisini hapishaneye,


kadını hastaneye kaldırdılar. Gramofon Avrat hastaneden


çıkınca ilk işi Murat'ı sormak oldu. Tabanca attığı zaman


yaralananların biri öldüğü için, delikanlı, esbabı muhaffefesi


(hafifletici sebeplerden dolayı ceza indirimi) filan çıktıktan


sonra, tam on iki buçuk sene yemişti.


 


 Bu günden sonra kadın ne bir oturağa gitti, ne eline kaşık


alıp oynadı, ne de güzel ve yanık sesini duyan oldu. Evvela


yaşlıca birinin yanına kapatma girdi. O kendisini kapı dışarı


edince de umumhaneye düştü. Fakat her salı günü muhakkak


hapishaneye gidip Murat'ı görür, ya birkaç kuruş para, yahut


da yağ, bulgur, cıgara gibi bir şey bırakırdı. Aralarında bir iki


kelime bile konuşmadıkları halde kendi uğruna hiç düşünmeden


adam vuran bu çocuğu, vücudunu satıp kazandığı paralarla


besliyor, belki de artık yalnız bunun için çalışıyordu.


 


 Resimli Herşey, 05.12.1935


 


 ...


 


 Arap Hayri


 


 Mektep kitaplarındaki haritalarda bir insan eli kadar küçük


görünen Anadolu, çeşit çeşit birbirine benzemez insanlarla


doludur. Öbek öbek kasabacıklar, kendi içlerine kapanmış birer


küçük dünyadır. Gerçi, bozkırları altmış kilometre ile geçen trenin


ara sıra durduğu tenha istasyonlardan veya tenezzüh otomobillerinin


yarım saat için mola verdiği ağaçlı hükümet meydanlarından


bu dünyayı görebilmek kolay, hatta mümkün değildir,


fakat yirmi beş yolcu taşıyan bir Şevrole kamyonla buralara


gelip üç dört gece kıraathanenin üstündeki otel kılıklı yerde


yahut avlusu çamur ve benzin kokan handa kalanlar, eğer


gözleri kör değilse, hayatın akışına sessizce uyup giden, başlıbaşına


bir dünya görürler. Fakat bu da görmek değildir: Oralarda


uzun zaman oturmak, akışa kapılarak yaşamak lazımdır.


Birkaç büyük şehrimizi dolduran ve dünyayı oradan ibaret sananlar


bu kasabalara geldikleri zaman, ne kadar ayrı bir alemin


insanları olduklarını anlarlar. Kendileri için ehemmiyetli olan


birtakım şeylerin buralarda adının bile anılmadığını, senelerin


burada ancak resmi birkaç binada ve kahvenin mermer masasının


üzerinde çay lekeleriyle yatan bir iki gazetede yürüdüğünü,


yaylı arabanın yerini tutan otomobilin, küçük bir daire üzerinde


ağır ağır dönen hayatta bir değişiklik yapmadığını fark


edince şaşırır ve hemen kaçmak isterler.


 


 Bilmezler ki bu donmuş sanılan hayatın da büyük dalgaları,


şehirlerdekine nazaran daha az aktörce, daha çıplak ve içten


ihtirasları, daha sarsıcı maceraları vardır. Bu maceralar büyük


bir olağanlık içinde geçip gittiğinden roman veya piyes haline


konulmazlar, pek seyrek olarak bazı gazetelerde bir taşra muhabirinin


mektubu olarak çıkar ve unutulurlar.


 


 Bizim burada anlatacağımız vaka bu nevidendir; fakat şimdiye


kadar hiçbir gazetede çıkmamıştır.


 


 Beyşehir'in en mühim ve lüzumlu adamı, muhakkak ki boyacı


Arap Hayri idi. Berberin kapısının kenarında küçük sandığına


ayaklarını, çamur sıvalı duvara sırtını dayayarak uyuklarken


onun bu ehemmiyetinin farkına varılmazdı. Diz boyu toz


içinde yüzen bu kasabada herkes kundura boyatmanın saçmalığını


biliyor ve böyle bir lüksü bayramlara saklıyordu. Hatta


bunun için Hayri yalnız Beyşehir'i değil, dört beş saatlik yerlerdeki


Seydişehir'le Akseki'yi de idare ediyordu. Konya'dan bir


kamyon gelince hemen şoförün yanına gider, onun makine yağı


içindeki postallarını temizleyip boyar ve makine Seydişehir'e


doğru kalkıp giderken kutusuyla beraber çamurluğa yapışırdı.


 


 Hayri'nin kıymeti muayyen günlerde ve birdenbire anlaşılırdı.


Valinin, kolordu kumandanının veya bunlara yakın mertebede


başka bir devletlinin otomobili, Beyşehir Gölü'nün üst


tarafından doğru, iki yanı bağlar ve ağaçlarla sarılı şoseyi toza


bulayarak sökün etti mi, derhal kasabayı bir telaş kaplar, gelen


ile -teşerrüf- edecek olan veya bunu ümit eden ne kadar memur


ve eşraf varsa birer adam göndererek Hayri'yi çağırtırlardı.


Kendisine kimsenin muhtaç olmadığı zamanlarda bile ağır


bir istiğnayı (tokgözlülük, nazlanma) her haliyle belli eden bu


boyacı, kendisine Arap ismini verdiren ve koyu kahverengi bir köseleye


benzeyen yüzünün derisini hafifçe buruşturur, koşup gelenleri,


gülümsemeye benzeyen bir ifade ile karşılardı.


 


 Hakimin gönderdiği mübaşir, kaymakamın gönderdiği


candarma, istihkam taburu kumandanının gönderdiği odacı


birbiriyle Hayri'yi paylaşamazlar ve çekişmeye başlarlardı. O


zaman Hayri çamur sıvalı duvara dayadığı başını ve arkaya


doğru kaykılan vücudunu azıcık bile kımıldatmadan dik gözlerle,


önünde bağırıp çağıranları süzer ve nihayet sabrı tükenen


kaymakamın candarması ötekileri hızla itip:


 


 -Kalk ülen! Basarım tokadı ha!- diye bağırınca ağır ağır


sandığını yakalayarak candarmanın önüne düşerdi.


 


 Bazan bu arayıcılar onu her zamanki yerinde bulamazlar,


soruşturmaya başlarlardı. O zaman, gölgeli dükkanında bir


başçavuşun veya bir köy mualliminin bıyıklarını kırpan berber


başını çevirmeden bağırırdı:


 


 -Akseki'de, Akseki'de, Arap'ı aradınızsa Akseki'de!..-


 


 Ve üç dört gün sonra Beyşehir'e dönerek kendi yokluğunda


arandığı haberini duyan Hayri, eski yerine oturur, önünden geçen


kaymakamın tozlu ve burunları yukarı kıvrık sarı iskarpinlerine


gülerek bakardı.


 


 Hayri'nin kıymeti bir de kasabaya tuluat kumpanyaları gelince


anlaşılıyordu. Para vaziyetleri yüzünden bir arada beş altı


kişiden fazla seyahat edemeyen bu kumpanyalar ikinci derecedeki


aktörlerini indikleri yerin garsonlarından, çıraklarından ve


boşta gezenlerinden seçmek adetinde idiler ve onların Beyşehir'deki


gediklileri bu Hayri idi. Bir oyuncu kumpanyası gelir


gelmez Hayri'nin yüzü büsbütün tuhaf bir ciddilik alır, tavırları


daha bir kurumlu olurdu. Sandığını kahve ocağına saklatır,


heyetin adeta vekilharçlığı, rehberliği, hatta bir dereceye kadar


direktörlüğü vazifesini üstüne alırdı... Kahvenin üstündeki


otelde ancak bir tek çıplak oda tutabilen bu -Genç Türk- veya


-Asri Temsil- heyetinin gıdasını tedarik için kolunda sepetle


alışverişe çıkan ihtiyar kantocu Şaziment'le beraber zerzevatçı


ve kasapları dolaşır, beraber pazarlık eder, paranın üstünü kendisi


sayıp alır, elleri dolu olan kantocunun çantasını açıp bunları


oraya attıktan sonra, öteberinin de yarısını kendisi yüklenirdi.


 


 Temsillerde esas vazifesi perdecilik olmakla beraber rollere


çıktığı, hatta bazan birkaç laf ettiği de olurdu. Onu görünce


seyircilerin hepsi kahkahayı bastığı halde Hayri gülmez, hatta


kızgın ve istihfaf eden (hafifseyen, küçümseyen) bir bakışla


aşağıyı süzerdi.


 


 Kasabaya son gelen kumpanya, -Sahir Süha-nın -Sanatkar


Gençler- temsil heyeti idi. Hanay Kahve dedikleri iki katlı gazinonun


üst katında, daha geldikleri akşam, elbiselerinde otomobil


yolculuğundan kalma tozlarla oyun vermeye başlamışlardı.


 


 Bu gelenlerin arasında, Sahir Süha'nın karısı olduğu söylenen


Adalet isminde bir genç kadın vardı. İlk akşamdan itibaren


derhal göze çarptı. Zayıf ve ufak tefek olduğu için, güzelliğine


rağmen, bu gözü ette olan seyircilere hoş görünmeyebilirdi; fakat


çok güzel oyunlar oynuyor, nefis halk şarkıları söylüyordu.


Birçok oturak alemi kadınlarının, Meram bağlarında bir gençlik


bıraktıktan sonra, ancak otuz beş kırk yaşında erişebildikleri


bir ustalık ve hünerle kıvrılan, koşan ve dönen bu genç kadına


bakarken insan, etrafı kerpiç duvarlı bir bağda, kötü fener ışıkları


arasında, uçar gibi rakseden ve hareketlerinin görülmemiş


güzelliği ve ahengi içinde yüzlerinin buruşukları ve boyaları silinen


o oyuncu kadınlardan birini gördüğünü sanıyordu. Bu


aktris Adalet, ayaklarının ve ellerinin hareketine köy oyunlarının


güzelliğini ve sadeliğini, oturak oyunlarının sarhoş edici


kıvrıntılarını koymasını bilmişti. Bu yüzden, köylü, efendi, esnaf,


bütün seyirciler hep birden kendisine tutuldular. Onun küçük


avuçlarının arasında tahta kaşıklar kırıldıkça oturanların


göğsünden iniltiler fırlıyordu. Sesi insanın gözlerini yaşartacak


kadar yanıktı ve söylediği şarkıları o kadar benimseyerek söylüyordu ki,


 


 Uzun uzun kavaklar,


 


 Dökülüyor yapraklar;


 


 Ben yarime doymadım,


 


 Doysun kara topraklar...


 


 derken gözlerin önünde, sarı yapraklarını hafif bir rüzgara


kaptıran ince uzun kavaklar ve bunların dibinde küçük bir


tümsek belirir gibi oluyordu. Perde açıldığı zaman gazino tekmeler


ve alkışlardan yıkılacak gibi sarsılıyor ve herkes kendine


göre tutkunluğunu gösteriyordu. Sarhoş bir saraç çırağı ağlıyor;


bir nüfuzlu zat otelci ile hususi konuşmalara girişiyor; istihkam


taburunda ihtiyat zabitliği yapan bir edebiyat muallimi


gözlüğü buğulanarak başka dünyaları dolaşıyor ve kulağından


kafasına bir şurup gibi akan bu halk şarkılarına kalbinin avuçlarını


uzatıyordu. Fakat, sahnede, perdelerin büzülüp toplandığı


sağ köşenin arkasında oturan ve elinde perde iplerini tutarak


gözlerini oyuncu kadına diken Hayri bu tutkunların en sahicisi


idi. Çok kere kadının oyunu bittiği halde o dalgın dalgın bakmakta


devam eder, seyircilerin gürültüleri ve alaycı kahkahaları


başlayınca kendine gelerek silkinir ve iplere asılırdı.


 


 Öteki kadınların oyununu, bulunduğu yerde, arkalıksız bir


iskemleye oturarak seyrederdi ve galiba müşterilerden ayrı olmamak


için iskemlesini biraz sahneye sürerek başını perdenin


kenarından çıkarır, herkesin baktığı taraftan sahneye bakmak


isterdi.


 


 Fakat Adalet ortaya gelince derhal iskemlesini içeri çeker,


seyrederken kimse tarafından görülmek istemezdi.


 


 Ancak genç kadın kendisini adamakıllı oyunun humması


içine atınca Hayri de yavaş yavaş kendini unutur gibi olur,


adım adım ilerler ve kenara toplanan perdenin arkasından evvela


öne doğru uzanmış başı, sonra eski, elbiselerinin içinde titriyormuş


gibi görünen gövdesi meydana çıkardı.


 


 Oyundan başka zamanlarda da Adalet'in yanından ayrılmıyor


ve göl kıyısına gezmeye giderlerken olsun, kahvede oturup


hesaplaşırlarken olsun, hep hazır bulunuyor ve emir bekliyordu.


Sahir Süha böyle bir adamları olduğu için adeta iftihar


duymakta idi ve aklına bir şey gelmesine de imkan yoktu. Nitekim


bütün kasabada da hiç kimsenin aklına ciddi olarak Hayri'nin


Adalet'e tutulacağı gelmezdi. Yalnız Adalet bunun farkına


varmış görünüyordu. Bu çok pişmiş ve ruhu muhakkak ki


çok kazınmış kadında zavallı Hayri'ye karşı adeta acımaya


benzer hisler belirmişti. Ona bir şey sipariş ederken sesine okşamak


isteyen tonlar karışıyordu. Hayri'nin gözleri kadının yüzüne,


binlerce defa onun uğruna ölebilecek bir bağlılıkla dikilirken,


Adalet tatlı bir gülümseme ile çocuğa isteyebileceği şeylerin


hepsini birden vermiş oluyordu.


 


 ..


 


 Kumpanyanın gideceği günün gecesi kasabanın ileri gelen


memurlarından birkaçı, istihkam taburunun göldeki tombazlarıyla


bir göl ve ay ışığı safası tertip ettiler. Dört tombaz yan yana


getirildi ve üzerine kalaslar kondu, masalar yerleştirildi, rakılar


ve yemekler kenarlara dizildi, aktris Adalet ile kocası denilen


Sahir Süha da bu eğlentiyi şereflendirdiler. Arap Hayri ve


birkaç neferle bir iki odacı sofralara hizmet ediyorlardı. Hayri


pek sessiz ve durgundu. Hizmet ettiği masalardan kendisine


rakı uzatıyorlardı; o bunları alıp bir nefeste dikiyor, fakat hiç


değişmeden işine bakıyordu. Gitgide herkes cıvıttı. Adalet fitil


gibi oldu ve Sahir Süha bir kenarda sızdı. Göğsü bağrı çıplak


genç kadın birkaç ayık hovardanın kucağında dolaşıyordu. İki


neferden başka ayakta hiç kimse yoktu. Arap Hayri diz çökmüş,


yaşlıca bir adamın kucağında yatan ve gözleri kendisine


rastlayınca yüzünü -anlarsın ya!- demek isteyen bir sarhoş gülüşü


kaplayan Adalet'e bakıyordu. Sal gölün orta yerlerinde


hafif hafif sallanıyor ve demir teknelere çarpan minimini dalgalar


cıvıldar gibi sesler çıkarıyordu. Aşağıların rüzgarsızlığına


karşı gökteki küçük bulutlar o kadar çabuk koşuyorlardı ki, ay,


bunların birinden çıkıp ötekine girerken, kalasların üzerine serilen


bu sarhoş yığınının üstünde bin bir türlü gölge oyunları


yaratıyordu.


 


 Hayri, koyu meşin yüzü ay ışığından ve gözleri kendinden


parlayarak, hep diz üstü çökmüş ve elleri dizlerinin üzerinde,


Adalet'e bakıyordu. Hem yaşlı adam hem de kadın uyumuşlardı.


Adalet'in gerdanı açıktı. Ay onun yükselip alçalan beyaz


göğsüne yeşilimtırak bir ışık gönderiyordu.


 


 Sal yavaş yavaş sallanmaya başlamıştı, neferler ön tarafta


sahile doğru kürek çekiyorlardı. Yüz metre kadar ötede, gölün


kıyısında siyah ve bodur söğütler görünüyordu. Hayri hafifçe


eğildi, yaşlı memurun uzun ve pis tırnaklı ellerini genç kadının


göğsünden çözdü ve onun zaten küçücük olan vücudunu kucaklayarak


tombazın kıyısına sürükledi; orada, ayın birdenbire


bulutlardan kurtularak dökmeye başladığı serin ışık altında,


kadının yüzüne uzun uzun baktı; ince ve rengi kaçmış dudaklar


hafif hafif kıpırdıyor ve dağınık siyah kaşların altındaki göz


kapakları bir nabız gibi atıyordu.


 


 Hayri uyuyan kadını kalasların üzerine yatırdıktan sonra


kendisi kenara tutunarak yavaşça aşağıya, göle doğru süzüldü,


ay ışığı altında göğsü kabarıp inen kadını gürültüsüzce kendine


doğru çekti; bir eliyle kenarı tutuyor, ötekiyle onu kucaklıyordu.


Hayri'nin kucağından aşağı doğru uzanan ayakları suya


dokununca kadın gözlerini açar gibi oldu; fakat bu sırada çocuk


salın kenarını bıraktığı için birdenbire ve gürültü çıkarmadan


ikisi de suya gömüldüler.


 


 Ay sarhoşların yağlı ve şiş gözlerine vurarak parlıyordu.


Neferler hiçbir şeyin farkında olmadan, gözleri kıyıdaki karanlık


söğütlerde, suları şıpırdatarak kürek çekiyorlardı. Tombazların


demir gövdelerine vuran sular kuş cıvıldamalarına benzeyen


sesler çıkarıyordu.


 


 Varlık, 01.05.1935


 


 ...


 


 Bir Şaka


 


 Konya Hapishanesi'ne ilk girdiğim gün Cavit Bey'le tanıştım.


Beni ihtilattan menederek (sanıkların ya da tutukluların görüşmesini,


bir araya gelmesini engelleme) başgardiyanın yattığı odaya kapamışlardı.


Gece olunca nöbetçi gardiyan kapımı açarak beni yukarıya, -yüze gelen


mahpuslar- koğuşuna götürdü.


 


 Gaz lambalarının asılı durduğu duvarların kenarlarındaki


minderlere oturarak yavaş yavaş konuşan, mangalları karıştıran,


fasulye ayıklayan, Kuran okuyan mahpusların arasından


geçerken hepsi süratle yerlerinden kalkıyorlar, -geçmiş olsun


beyim!- diye mırıldanıyorlardı.


 


 Gardiyanla beraber ufak bir odaya girdik. Burada dört beş


kişi vardı. Kapı açılınca -şırrak!- diye bir tavla kapandı. Fakat


oyuncular gelenin köse gardiyan, yani ahbap olduğunu görünce


tavlayı telaşsızca bir kenara koydular. Ötekiler duvar kenarında


yığılı duran ve üstleri birer halı ile örtülen yataklara yaslanmışlardı.


Gözleri yarı kapalı, düşünüyorlar veya düşünmüyorlardı.


Köşede, bir mangalın başında, saçları makine ile kesilmiş,


çok zayıf bir adam oturuyor, çay demliyordu. Gözleri küllü


ateşte, hafif hafif sallanırken dudakları da kımıldıyor gibiydi.


Yaşı otuz beş sularında olabilirdi. Bizi görünce odadakilerin


hepsi ayağa kalktılar: -Geçmiş olsun, buyurun şöyle...- diyerek


yer gösterdiler. Kim olduğumu söylemeye hacet yoktu. Hepsi


haber almışlardı.


 


 Çay demleyen adamın yanına oturduk. Bu adam Cavit


Bey'di.


 


 ...


 


 Bu Cavit Bey Adapazarı taraflarında bir yerde muhasebe-i


hususiye memuru iken bacanağını vurmuş. Neden vurduğu


pek belli değil. Sinirli bir adam olduğu için ihtimal birden bir


parlama neticesinde bunu yapmış. Galiba karısını bacanağından


kıskanıyormuş. Aradan sekiz sene geçtiği ve Cavit Bey


Konya'ya gönderileli ancak altı ay olduğu için işin esasını öğrenmek


kolay değildi. Yalnız dışarıda iken pek huysuz, kavgacı,


rakıya düşkün olduğunu söyleyenler vardı. O zaman on beş


sene vermişler. Karısı ve şimdi on dört yaşlarında olması icap


eden bir oğlu, o vakadan sonra kendisiyle bütün alakayı kesmişler.


 


 Cavit Bey bunlardan hiç bahsetmezdi. Hatta onun hapishanenin


dışında da yaşamış olduğunu tahmin etmek güçtü. O burada


hapishanenin taşlardan, demir parmaklıklardan, candarmaların


mavzerlerinden ayrı olan maneviyatını, ruhunu yaşatıyordu.


Doğrudan doğruya hapishanenin manevi tarafıydı.


 


 İlk günlerde bana başucundaki rafımsı yerden aldığı el


yazması bir kitaptan Tur Dağı'na (Musa Peygamber'in Tanrı'yla


karşılaştığı dağ), Hallac-ı Mansur'a (asılarak öldürülen (M.S. 922)


bir mufasavvıf), Münkir, Nekir'e (ölümden sonra insanları sorguya


çekeceklerine inanılan iki melek) dair yerler okurdu. Kitabın koyu


vişneçürüğü ile kahverengi arasındaki meşin cildi kurt yeniği içinde ve


dökülmek üzere idi. Kabın iç sayfalarında acemi yazılar, içi esrarlı


çizgilerle dolu daireler, vezni bozuk beyitler vardı.


 


 Onun eski hayatı hakkında duyulanlara inanmak güçtü.


Akşamları az ateşli mangalın başında hafif hafif sallanan, gayet


yavaş sesle konuşan, kendisine bir şey söylendiği zaman ilkönce


anlamayarak insanın yüzüne saf bir gülümseme ile bakan,


sonra bir cevap verebilmek için gözlerinin kenarını buruşturup


alnını gererek kendini zorlayan bu adamı başka türlü, mesela


rakı masası başında tasavvur etmek elden gelmiyordu.


 


 Mahpuslar yalnız paralılara ve zorbalara itibar ettikleri


halde Cavit Bey'e merhametle karışık bir hürmetleri vardı. Bazan


istidalarını ona yazdırıp beş on kuruş verirlerdi. Hiçbir yerden


on parası gelmeyen ve devletin verdiği bir tayına kalan bu


adama hali vakti yerinde mahkumlar para, erzak vererek yardım


ederlerdi.


 


 Bu da onlara, akşamları gene o hafif sesiyle dini ve mistik


dersler verirdi. Ve onlar bu karmakarışık ve içine Arapça cümleler


serpiştirilmiş sözleri hiçbir şey anlamadan derin bir alaka


ile dinlerlerdi.


 


 Cavit Bey de söylediklerini pek anlamış değildi. Birçok birbirine


benzeyen ve birbirine zıt bilgiler ve fikirler kafasında,


tıpkı, hafif rüzgarlı bir havaya serpilmiş kuş tüyleri gibi, uçuşup


duruyorlardı. Bu, onlardan hangisini yakalayabilirse, eline


hangisi gelir, yüzüne hangisi sürünüp geçerse onu söylüyordu.


Bunun için kendisiyle konuşmak zor, sözlerini anlamak imkansızdı.


Birçok grameri düzgün cümleler ağzından yavaş yavaş


dökülür, fakat bu cümleler, hatta bu cümlelerin içindeki kelimeler


birbirine manaca bağlanamazdı.


 


 Bir gün doğduğum günü sordu. İçi takvim gibi çizgiler,


münhani (eğri) işaretlerle dolu bir defteri karıştırdı; zayiçeme


(Yıldızların belli zamandaki yerlerini, durumlarını gösteren cetvel)


baktı ve bana burcumu ve huylarımı söyledi. Bu günde doğanlar


halim selim ve felaketleri hafif ve devamsız olur, dedi. (Birinci


noktayı bilmem fakat ikincide galiba yanılıyordu.) Ben, felaket


içinde olan her adam gibi, kolay inanır olmuştum. Beraat edeceksin


diye verdiği teminatı dinliyor ve ümitlere düşüyordum.


Mahkum olduktan sonra da evrakımın temyizden bozuk geleceğini


rüyalarımı tabir ederek, haber verirdi.


 


 ...


 


 Cavit Bey asıl Havzalı idi. Galiba oralarda akrabaları da


vardı. Konya gibi gurbet elde hapislik ona çok ağır geliyordu.


İstida vererek Samsun Hapishanesi'ne naklini istemişti. İstidasında


sıhhi vaziyetini öne sürdüğü için hastaneye, heyet muayenesine


gönderildi. Ondan sonra heyecan içinde neticeyi


beklemeye başladı. Ve ben bu günlerde ömrümün en büyük


münasebetsizliğini yaptım.


 


 Hapishanenin hareketsizliği, vukuatsızlığı, yeknesaklığı


içinde hayatın ufak hadiseleri bile o kadar ehemmiyet alır, o kadar


büyür ki, mesela mahpusların bir köpeğinin ölmesi insan


ruhları üzerinde, dışarda iken ancak bir yangının, bir zelzelenin


yapabileceği tesiri bırakır. Bir akşam komşu koğuşa gitmek


için gardiyanlardan izin istemek, açıktaki bir memurun devletten


iş istemesi kadar mühim bir şeydir. Çok küçük başlayan bir


vaka bile, her türlü meşguliyetten uzaklaştırılmış ve ufak bir


odaya hapsedilmiş olan bu kafalarda yavaş yavaş büyür, bir


ehemmiyet alır, hatta bir zaman için hayatın tek hedefi olur.


 


 Sonra bir hapishaneden ötekine gönderilmek dışardan bakınca


ehemmiyetsiz, hatta kelepçeli yolculuğun zorlukları düşünülünce,


fena gibi görünürse de, bildik yerler, tanıdık muhitler


hiçbir yerde hapishanede olduğu kadar şiddetle aranılmaz.


Görüşme günleri kapıya kimsesi gelmeyenler, mahkumlar arasında


en zavallı sayılırlar. Bunun için gurbet hapishanesine düşenler


hep memleketlerine nakil için uğraşırlar.


 


 Ben bunları o zaman bilmediğim, düşünmediğim için Cavit


Bey'in bu nakil işine bu kadar ehemmiyet verişini gülünç


buluyordum. Samsun da hapishane, burası da hapishaneydi.


Bunun için ufak bir şaka yaparak hep beraber biraz gülmekte


bir fenalık görmedim.


 


 Cavit Bey'in, hastanedeki rapor işini, bir hafta kadar evvel


tahliye edilmiş bir malmüdürü takip ediyordu. İki üç günde bir


kapıya gelerek havadis verir, hakikatte bir hiçten ibaret olan bu


havadisler Cavit Bey'i o gece uykudan mahrum ederdi.


 


 Bir gün, akşamüstü bu malmüdürünün ağzından bir tezkere


yazdım: -Vakit geç olduğu için sizi göremedim, sıhhatiniz


yalnız naklinize değil, cezanızın teciline sebep olacak kadar


sarsılmış göründüğünden heyeti sıhhiye (sağlık kurulu) tahliyeniz hakkında


rapor yazıyor. Müteessir olmayınız. Çıktıktan sonra nasıl olsa


kesbi afiyet (sağlığını kazanma) edersiniz!- dedim. Bu ufak kağıdı o


gün izinden gelen bir gardiyana vererek kendine gönderdim, kağıdı dışarda


malmüdüründen aldığını söylemesini de tembih ettim... Bu işten


birkaç mahkumun daha haberi vardı. Gardiyan gülerek tezkereyi


aldı ve yukarı götürdü.


 


 Nedense o anda Cavit Bey'in bu şakaya inanıvermesi ihtimalini


düşündüm ve yaptığıma birdenbire pişman oldum...


 


 Cavit Bey sahiden inandı. Yukarıdan kıs kıs gülerek inen


mahkumlardan biri, onun, elinde tezkere ile odadan odaya koştuğunu,


herkese müjde verdiğini söyledi.


 


 İçim cız dedi; ne yapacağımı bilemeyerek şaşırdım kaldım.


Herkes katıla katıla gülüyordu. Ben gitgide daha azaplı bir nedamet


içine düşüyordum. Nihayet işi düzeltmek için koşarak


yukarı çıktım. Tam merdiven başında kendisi ile karşılaştım.


Beni kolumdan tuttu, sesi titreyerek:


 


 -Çıkıyorum!- dedi ve tezkereyi uzattı.


 


 Aldım. Okuyormuş gibi yaptım. Sonra kaşlarımı çatarak:


 


 -Ama niçin seviniyorsunuz? Hasta olduğunuzu yazıyor!- dedim.


 


 Bu ehemmiyetsiz şey üzerinde durduğuma şaşıyormuş gibi


yüzüme baktı:


 


 -Bir kere çıkayım da, sonrası kolay. Ölsem ne olur?- dedi.


Benim sözlerimi dinlemeden, heyecanla, fakat gene o yavaş


sesiyle anlatmaya devam etti:


 


 -Ben zaten bunu dün akşam gördüm. Havza'daki evde


oturuyormuşuz, ablamın küçük bir oğlu vardı, pek severdim,


altı yaşında iken ölmüştü. O geldi kolumdan tuttu: 'Gel dayı


bahçeye çıkalım!' dedi. İşte bak... Çıkıyorum!-


 


 Kolumu bıraktı, ufak adımlarla koşarak gitti.


 


 Ona bu coşkunluğu, bu hudutsuz saadeti içinde hakikati


söyleyebilecek cesareti kendimde bulamadım.


 


 Cavit Bey, bütün koğuşa, çıkınca nerelere gideceğini, nasıl


iş tutacağını anlatıyordu. O zamana kadar hiç ağzına almadığı


halde bu akşam birdenbire karısından ve çocuğundan bahsetmeye


de başlamıştı. Oğlu için -Büyümüştür kerata...- diyor ve


karısının ismini söylemeyerek sadece -bizimki- diyordu. Ve bu


-bizimki-, bütün mülkiyetiyle -benimki!- demek istiyordu. Etrafındakilerin


yüzündeki alayı fark etmeyecek kadar kendini hülyalarına kaptırmıştı...


 


 Herkes yattıktan sonra da Cavit Bey'in sabahlara kadar


Kuran okuduğunu; dualar ettiğini, hatta uzun uzun ağladığını


ertesi sabah mahkumlardan duydum.


 


 Ömrümün en acı saatlerini yaşadım.


 


 Öğleye doğru Cavit Bey işi sezer gibi oldu. Birkaç mahkumun


pek açık alayları onun kulağını bükmüştü. Acı hakikatin


tesiri, saadetindeki kadar büyük oldu. Yıldırım çarpmış gibi


bahçedeki kütüklerden birinin dibine çöktü. Sonra kalktı, sarhoş


gibi sallanarak yukarıya, odasına çıktı. Hiç kimse yanına


gitmeye cesaret edemiyordu. Felaket, nedense, başkalarında olduğu


zaman bile bizi yanından kaçırıyor.


 


 Cavit Bey iki üç gün kendini toparlayamadı. Benim için:


-Ondan böyle şey beklemezdim!- dediğini haber aldım, fakat


kendimde gidip özür dileyecek kuvveti bile bulamadım.


 


 ...


 


 Bu hikaye burada biter: Fakat ben, bununla münasebeti


olan başka bir vakayı da şuracığa koymaktan kendimi alamıyorum:


 


 Rapor şakasından bir hafta kadar sonra hapishane müdürlüğüne


benim hakkımda bir kağıt geldi:


 


 -İstanbul müddeiumumiliğine teslim edilmek üzere candarmaya


teslimi- deniliyordu.


 


 Sevindim. İstanbul ne kadar olsa daha alışkın olduğum bir


yerdi. Arkadaşlarım çoktu. Gelenim, gidenim fazla olurdu.


Gerçi Konya'da da yalnız değildim, fakat bu nakil bir değişiklikti


ve bana fena gelmedi. Hemen eşyalarımı topladım. Kitaplarımı


bir sandığa yerleştirdim, vakit geç olduğu için herhalde


yarın gidecektim. O akşam koğuş koğuş dolaşarak tanıdıklara,


tanımadıklara: -Hoşça kalın, Allah kurtarsın!..- dedim. Cavit


Bey'in odasına gittiğim zaman o hemen yerinden kalktı ve yanıma


gelerek elimi sıktı, hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya


başladı. Dargın ayrılmak istememişti. Bir müddet beraber oturduk.


Kendisi İstanbul Hapishanesi'nden buraya geldiği için


oradaki bazı nüfuzlu mahpuslara tavsiyeler yazdı, biraz serbest


olmak, rahat edebilmek için lazım olan hususi malumatı verdi.


 


 ..


 


 Ertesi gün akşama doğru candarmalar nizamiye kapısına


geldiler. Ben kitap sandığımı evvelce yollamıştım. Kolumda


paltomla bahçedeki mahpusların arasından geçtim. Fakirler yavaşça


yanıma sokularak beş on kuruş istiyorlardı. Hepsine biraz


bir şey uzattım. Ancak tahliye edilenlerin yaptıkları bu cömertlik


bana onlarınkine benzer tatlı bir zevk veriyordu. En


sonra Cavit Bey'i gördüm. Tekrar elimi sıktı ve ben ona da iki


lira verdim... Tahliye edilen mahkumların birçoğu gibi...


 


 Fakat ben tahliye edilmiyordum. Ve trene bindikten sonra


candarmanın elindeki sevk kağıdına bakınca gördüm ki, İstanbul


müddeiumumiliğine, Sinop Hapishanesi'ne gönderilmek


üzere teslim edilecektim. Bunu okuyunca çöker gibi oldum. Bir


deniz kenarında yapyalnız duran bir hapishane gözlerimde


canlandı ve içinde bir tek bile tanıdığım olmayan o yalı şehrini


düşündüm... -Gurbet hapishanesi!- dedim...


 


 Zorlukları, azapları anlatmakla tükenmeyecek bir yolculuktan


sonra Sinop'a geldim... Hapishane ve şehir o kadar fena


görünmedi bana... Mahpus her şeye çabuk alışır, mahpus kalender


olur...


 


 Fakat geldiğimden on gün kadar sonra Konya'dan aldığım


bir mektup beni hem güldürdü, hem de uzun uzun düşüncelere


daldırdı.


 


 Mektup Cavit Bey'dendi. İstanbul'a değil Sinop'a gönderildiğimi


öğrenince bütün arkadaşların çok üzüldüklerini söylüyor


ve şöyle devam ediyordu:


 


 -Kardeşim, size yaptığım büyük fenalığı vicdanıma mazur


gösterebilmek için beni affettiğinizi söylemeniz lazım. Size karşı


olan hatam büyüktür. Bir müddet için hiddetime yenilmiş,


bana yaptığınız o şakadan sonra geceleyin temiz kalple Allah'a


dua ederek: 'O da bana yaptığı gibi bir şeye uğrasın!..' demiştim.


Duamın bu kadar çabuk kabul edileceği ve size bu kadar


ağır dokunacağı aklıma gelemezdi... Yaptığım bu kötülüğü bana


bağışlayınız!..-


 


 Ayda Bir, Ekim 1935


 


 ...


 


 Duvar


 


 Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede


kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda


çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular


damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir


parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen


uzaklaşırlardı.


 


 Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak


ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran


şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı


zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım


ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra


aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi


yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır?


Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan


ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kuşun


bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya


gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti


hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha


iyi değil midir?


 


 Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses, hürriyeti


gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek


için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak


ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler bir bahar


havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi.


Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen küçük


beyaz bulutlar benden bir tek teselliyi: unutmayı alırlardı.


 


 Ve burada konuşulan şeyler hep eskiye, dışarıya ait şeylerdi.


Sanki hiç kimse buraya girdikten sonra yaşamıyor, yahut


hafızası bunu zapt etmiyordu. Buradaki hayattan bahsetmek


lazım gelince de o kadar isteksiz anlatılırdı ki, insanda, söyleyene


azap veren bu şeyleri susturmak arzusu uyanırdı.


 


 Yalnız kır saçlı bir mahpus bana hapishaneye ilk geldiği senelere


ait bir vaka anlattı. Belki bunu ona sıkılmadan anlattıran,


içeriden ziyade dışarıya ait olmasıydı. Bu, yarı kalmış bir firar


hikayesiydi.


 


 Yalnız daha evvel hapishanenin duvarlarından bahsedelim:


 


 Avlunun dört tarafını çeviren surlar kara tarafında kalın ve


birbiri arkasına birkaç tane idiler. Bir zamanlar burası şehrin iç


sarayı imiş ve şimdi sarı yüzlü, sakallı ve dünyadan uzak zavallıların


dolaştığı bu bahçede asırlarca önce genç cariyeler, belki


aynı hürriyet aşkıyla gözlerini yukarı çevirip denizi dinleyerek,


dolaşırlarmış. Bu kalın surlar onları hem yabancı gözlerden,


hem de düşmandan korumak için yapılmış.


 


 Şimdi yer yer çöken ve üzerlerinde biten bin türlü ot altında


taşları görünmez olan bu duvarların garp köşesindeki kısmının


yıktırılmasına başlanmıştı. Buraya yeni münferit (hapishanede


tek kişilik hücre) daireler yaptırılacağı söyleniyordu.


 


 Bir gün yukarıda söylediğim kır saçlı mahpusla birlikte bu


yıktırılan duvarı seyrediyor, kazmayı vurdukça parça parça


aşağı dökülen harçlara bakıyorduk. Sekiz metre kadar geniş


olan surun yıktırılması epey uzun sürüyordu ve dış bahçenin


bu tarafına gelmelerine müsaade olunan emniyetli yahut eski


mahpuslar, uzun seneler içinde pek bol olarak görülmeyen bu


-eğlenceyi- sabahtan akşama kadar oturup seyrediyorlardı.


 


 Duvar yarı yarıya yıkılmıştı ki, benim yanımda sesini çıkarmadan


duran kır saçlı mahpus yavaşça kulağıma eğildi:


 


 -Bir zamanlar ben bu duvardan kaçacaktım!- dedi.


 


 Merakla yüzüne baktım. O, bahçenin bir kenarındaki kuru


ayva ağacına doğru yürüdü. Yan yana çömeldik, gözlerini parça


parça aşağı düşen duvardan ayırmadan anlattı:


 


 -Dokuz sene evvel, yeni hapse düştüğümün birinci senesinde


bu duvarların dibinde ahşap dükkanlar vardı. Bazı mahpuslar


orada marangozluk, oymacılık, kuyumculuk yapar ve


çıkardıkları işleri dışarıdaki komisyonculara vererek limana gelen


vapurlarda sattırırlardı. Biz de, cürüm arkadaşımla birlikte,


evimizden beş on kuruş getirterek şu şimdi yıkılan duvarın


önündeki bir dükkanda çalışmaya başladık. Sessiz insanlar olduğumuz


için müdür bizi koruyordu. Biz de karımızdan ona


üç beş kuruş ayırıyorduk. Fakat ne bu iş, ne de kazanç bize dışarısını


unutturamıyordu. Düşün! İkimiz de yirmi iki yaşındaydık.


Dışarıda ele avuca sığar şey değildik. Bir, orospu kadın yüzünden


vukuat yapıp içeri düştüğümüz zaman, burada birkaç


günden fazla kalacağımızı aklımız kesmiyordu. Fakat cezamız


tasdik olup on beş sene yüklendikten sonra aklımız başımıza


geldi. Daha doğrusu aklımız başımızdan gitti. Ama ne yaparsın?


Dört taraf dört duvar. Belki af çıkar; cezasını sonuna kadar


yatan kaç kişi var ki?.. diye kendimizi avutmaya çalıştık.


 


 Bir gün dükkanın bir köşesinde tutkal kaynatıyorduk. Çanağın


altına sürdüğüm odun, duvarın taşına çarptı. Bana, taş


yerinden oynar gibi geldi. Hemen ateşi ve çanağı oradan kaldırdım,


taşın soğumasını beklemeden yapıştım. Azıcık kireç


döküldükten sonra, koca bir tepsi ekmeği kadar büyük olan taş


yere düştü. Eğilerek içeri baktım. Gözlerime inanamayacaktım:


Uzakta, ta ileride dar bir ışık görünüyordu. Hemen arkadaşımı


çağırdım. O da yere yatarak bakmaya başladı. Sonra bana dönüp:


 


 'Bu delikten dışarı çıkmak zor olmasa gerek, hemen kaçalım!' dedi.


 


 Ben kendisine 'düşünelim' diye cevap verdim. Acemilik etmeye


gelmezdi. Akşama kadar iş göremedik, bir içeri, bir dışarı


dolaştık.


 


 Bazı geceler, iş çok olursa, gardiyana beş on kuruş vererek


dükkanda kalmak mümkündü. Gardiyan, koğuş yoklamasında


bizi mevcut gösterirdi. O akşam düdük çalıp herkes koğuşlarına


giderken Arap gardiyanın eline bir yirmi beş kuruşlukla bir


tutam esrar sıkıştırdık. O da: 'Hapishaneden banker olup çıkacaksınız


ellalem!' diye yarenlik ederek gitti. Gece oluncaya kadar


ceviz takozlarını keserle yontup sözümona sedefli nalın yaparak


vakit geçirdik.


 


 Yatsıdan sonra lambayı köşeye çekerek taşı oradan aldım,


arkadaş pencereden nöbetçi gardiyanı gözlüyordu. Kafir Arap


her sefer esrarı çekince bir köşede uyur kalırdı ama, bu sefer


domuzuna dolaşacağı tutmuştu. Ben delikten içeri süzüldüm.


Gözüm öbür baştaki delikteydi. Ay ışığı olmadığı için orası


şimdi koyu yeşil bir fener gibi parlıyordu. Biraz daha sürünerek


ilerledim. Sırtım taşlara dokunuyor, enseme kireçler dökülüyordu.


İki adam boyu kadar gittikten sonra birden ferahladım.


Elimle iki yanımı, üstümü yoklayınca geniş bir yerde olduğumu


anladım, yine yoklaya yoklaya doğruldum.


 


 Burası üç adım eninde, üç adım boyunda bir yerdi. Başımı


eğerek ayakta durabiliyordum. Duvara dayanarak solumaya


başladım. Sürünürken oldukça yorulmuştum. Böylece biraz


bekledikten sonra dükkan tarafında bir patırtı oldu ve delik karardı.


Önce korktum, sonra baktım bizim oğlan geliyor. Sanki


bu yerin dibindeki delikte bizi duyacaklarmış gibi, yavaş sesle:


 


 'Arap gardiyan uyudu mu ki?' diye sordum. Yattığı yerde


ilerlemeye çalışarak: 'Öyle olmalı, yarım saatten beri dolaşmaz


oldu!' dedi. O benden daha zor sürünebiliyordu. Nihayet benim


durduğum yere geldi, hemen:


 


 'Burası ne biçim yer?' diye sordu. Sonra ellerini duvarda


gezdirerek söylendi:


 


 'Vıyy, her yanlar da yaş!'


 


 Elimle onu aradım, parmaklarıma meşin bir torba dokundu.


O zaman ne diye zor zoruna sürüklenebildiğini anladım.


 


 Gündüzün acele ile bu torbayı bulmuş, belli etmemek için


yalnız kendi tayınlarımızı içine koyarak saklamıştık. Belki bir


gün, iki gün insan yüzü göremeyecektik...


 


 Ben bunu unutmuştum bile, arkadaş unutmamış ve beraber


getirmiş. O da biraz dinlendikten sonra: 'Haydi bakalım


dayan!' dedim. Bu sefer o öne düşerek şimdi daha yakına gelen


deliğe doğru ilerlemeye başladı. Ben de yere uzanarak arkasından


gitmeye hazırlandım. Önümdeki, birdenbire durdu: 'Buradan


geçilmez!' dedi. Başı deliğe yaklaştığı için, dışarıda, kalenin


üstünde dolaşan candarmanın duymasından korkuyor ve


yavaş konuşuyorduk. Sonra, sesi taşların ve kendi elbiselerinin


arasında boğulmaktaydı. Ben kalktım; o geri geri sürünerek


geldi.


 


 'Delik birdenbire darlaştı. Bir taş var, onu söktürmek lazım.


Ondan sonrası yine ferah!' dedi.


 


 O sıkıntılı yolu bir daha geçerek dükkana döndüm. Bahçeyi


bir güzel dinledim: Ne ayak sesi, ne de Arap'ın öksürüğü


duyulmuyordu. Lambayı biraz açtım. Sandığın içinden bir keski


ile bir çekiç alarak geri döndüm.


 


 Ondan sonra sıra ile deliğe girip çalışmaya başladık. Ses çıkarmamak


için çekici hiç kullanmıyor, yalnız keski ile taşın etrafındaki


harçları dökmeye, taşı oynatmaya çabalıyorduk. Bizi


dışarı atacak olan deliğe yarım adım bile yoktu. 'Bir şu taş düşse!'


diyordum.


 


 Gözüm karanlığa alıştığı için dışarısını seçebiliyordum.


Karşımda öteki surun taşları vardı. Fakat bu surlar pek harap


olduğu için aralarından geçmek kolaydı. Kasabadaki oğlanlar


bile kuzularını alıp burada yayarlardı. Bu vakadan sonra hepsini


tamir ettirdiler.


 


 Böylece her birimiz üç dört kere girip çıktık. En son ben


girmiştim. Yarım saat kadar uğraştıktan sonra taş, bir sürü sıva


ile beraber, önüme yuvarlanıverdi. Sevincimden deli gibi oldum.


Arkada sesleri duyan arkadaşım da sabırsızlanıyordu. Ellerimle


sımsıkı sarılarak taşı geri geri getirdim. Onu bir kenara


iter itmez deliğe doğru atıldım.


 


 Fakat ben bu işle uğraşırken hiç dışarı doğru göz atmamıştım;


deliğe yaklaşınca ne bakayım: Şafak sökmüş bile.


 


 Başımı yavaşça uzattım ve elli adım kadar ötedeki kalede


nöbetçi candarmanın gölgesini gördüm.


 


 Tere gömülüvermiştim. Ağır ağır geriye döndüm ve:


'Yazık, kaçamayız!..' dedim.


 


 Arkadaşım evvela güldü ve deliğe kendisi girdi. Fakat biraz


sonra o da geldi. Karşı karşıya durduk, artık gözlerimiz birbirimizi


seçiyordu.


 


 'Bu akşam geçti, başka bir akşam inşallah!' dedim.


 


 Fakat bu kadar yaklaştıktan, hatta serbestliğin içine böyle


başını uzatıp baktıktan sonra insana geri dönmek pek zor geliyor.


Arkadaş başını salladı:


 


 'Başka akşamı falan yok, bu akşam gideriz!' dedi.


 


 'Artık bu akşam kalmadı, bugün diye konuş!'


 


 'Peki, bugün gideriz!'


 


 İlkönce ben de geri dönmeyi ister değildim, fakat bunun


lazım olduğunu ona anlatırken onu değil kendimi kandırdım.


En sonunda sözlerime o kadar inanmış ve kendimi o kadar korkutmuştum


ki: 'Sen istersen git, ben kalırım, candarma kurşunuyla


geberecek halim yok!' diye bağırdım, hızla geriye dönüp


dükkana doğru sürünmeye başladım. O arkamdan bağırdı:


 


 'Ülen gitme! Candarmanın gözünü avlar, daha ortalık adamakıllı


aydınlanmadan otların arasına sine sine gideriz!' dedi.


 


 Fakat benim yüreğim, kör olası bir korku, bir can korkusu


ile öyle yaman atmaya başlamıştı ki, üstümü başımı yırta yırta


kendimi dükkana zor fırlattım ve taşı eski yerine kapatarak sabahı


ve koğuşların açılmasını bekledim.


 


 O gün kuşluk vakti iş meydana çıktı. Gardiyanlar, candarmalar


dükkana doluverdiler. Ben yarı korkudan, yarı şaşkınlıktan


aptala dönmüştüm. Taşı çektiler, delik meydana çıktı. Eğilip


bakınca öbür baştaki delik, bu sefer kocaman olarak görünüyordu.


Yol bomboştu... Bir candarma mavzerini uzatarak iki sıkı


attı. Kurşunların karşı surlara vurdukları duyuldu. Hemen


bütün dükkanları boşalttılar. Duvarlar muayene edildi, bizim


arkadaşın kaçtığı delik iki yandan ördürüldü ve bir daha böyle


dükkan açmak falan yasak edildi.


 


 Ben çok dayak yemedim. Kendim kaçmadığım için hapishane


müdürü, karakol kumandanı, hatta müddeiumumi halime


acıdılar. Fakat keşke dayaktan öldürselerdi!..-


 


 Kır saçlı mahpus bir müddet sustu. Yarı kapalı gözleri bir


hayali kovalıyor gibiydi. Başını bana çevirmeden, küfrediyormuş


gibi keskin keskin:


 


 -Ah... ne enayilik ettim!- dedi, -Ne enayilik ettim! Bir candarma


kurşunu on beş seneden daha mı kötü sanki? Bir korku


yüzünden gençliğimi yok ettim.-


 


 -Halbuki o... kim bilir şimdi nerelerdedir? Bir daha buralarda


görünmedi. Herhalde uzak bir memlekette, kendisini tanımayanlar


arasında yerleşti, akıllı uslu adam oldu... Belki çoluk


çocuğa da karışmıştır. İstesem ben de onunla beraber olabilirdim.


Fakat bir dakikalık korku... O kahrolası korku...-


 


 Çenesinin adaleleri gerilmişti. Hayatımda kendisini bu kadar


istihkar eden, kendisine bu kadar kızan insan görmedim;


her gün üst üste yığılarak müthiş bir kin halini alan bu nefret


dudaklarından çıkarak bir tükürük halinde kendi korkaklığının


yüzüne fırlatılıyordu.


 


 Karşıda ameleler duvarı iyice alçaltmışlardı, ikimiz de ayağa


kalkarak o tarafa yürüdük. Tam bu sırada gürültüyle birkaç


taşın yuvarlandığı duyuldu.


 


 Ameleler geri fırladılar. Yanımdaki gülümsemeye çalışarak:


-O benim söylediğim boşluğa geldiler galiba, duvarın tam orta


yerindeki boşluğa... Ben o zamandan beri çok düşündüm, ama


bunun ne diye yapıldığını bulamadım. Kim bilir, eski zamanlarda


burada duvar içinde yollar, kapılar mı vardı?- dedi.


 


 Ameleler bu sefer taşların düştüğü deliğe yaklaşmışlar, içeri


doğru bakıyorlardı. Birkaç taşı daha ellerine alıp bir kenara


koyduktan sonra birdenbire, yüzlerinde elle tutulabilecek bir


dehşet ifadesiyle, doğruldular...


 


 Etrafta bulunanlar ve bunların arasında kır saçlı mahpusla


ben, o tarafa yürüdük; artık bir metreye kadar inmiş olan duvara


tırmanarak deliğe yaklaştık. Herkes halka olmuş, ses çıkarmadan,


aşağı bakıyordu. Bunları aralayarak biz de sokulduk ve


gözlerimizi oraya çevirdik...


 


 Elime birisinin yapıştığını, sımsıkı tuttuğunu ve sinirli sinirli


titrediğini hissettim.


 


 Orada, binlerce seneden beri güneş görmemiş olan rutubetli


taşların üstünde bembeyaz bir insan iskeleti uzanıyordu.


 


 Çoğu birbirinden ayrılmış olan kemiklerin ayak ucunda bir


çift eski kundura, yanı başında meşin bir torba vardı.


 


 Başımı kaldırarak yanımdakine baktım. O hala elimi tutuyor


ve sinirli sinirli sıkmakta devam ediyordu.


 


 Yüzü sapsarıydı ve bu yüzde, henüz ölümden kurtulanlarda


görülen şaşkın bir hayata sarılış vardı...


 


 Ayda Bir, 01.05.1936


 


 ...


 


 Pazarcı


 


 Tekaüt olduktan sonra karısının memleketi olan Ege Denizi


kıyılarındaki bu kasabada ufak bir dükkan açıp tuhafiyecilik


yapmak istedi. Pek becerikli idi. Balkan Harbi'nde yaralandıktan


sonra da bir kere istifa ederek askerlikten ayrılmış, Üsküdar'da


Uncular Sokağı'nda ufak bir yağ ve sabun dükkanı açmıştı.


O zaman üç ayda işini o kadar ilerletti ki, karşı sırada daha


büyük bir mağaza tutarak oraya taşındı. Fakat seferberlik çıkınca


işler karıştı, tekrar askere istediler. Bir hastalık bahane


ederek gitmemenin imkanını bulmak üzere idi; karısı tutturdu,


-İlle beli kılıçlı zabit isterim, ben yağcı karısı olayım diye sana


varmadım!- dedi. O da sesini çıkarmadı. On sene, Çanakkale'den


Afyonkarahisar'a kadar birçok yerlerde, cephe gerisi hizmetinde


olsa bile, epeyce yıprandı. Bu sefer tekaüt olduğu zaman


saçları adamakıllı beyazlanmıştı.


 


 Elindeki birkaç yüz lira ile açtığı tuhafiyeci dükkanı ilk zamanlar


oldukça iyi işliyor, yani kendisini, karısını ve iki çocuğunu


geçindiriyordu. Mahalle arasında ufak bir meydana bakan


ve adı tuhafiyeci dükkanı olmasına rağmen içinde kınadan


gazyağına, çorap ipliğinden defter ve kaleme kadar her şey bulunan


bu basık yerin önü, akşamları, topukları aşınmış takunyalı


ve saçları otuz örgülü kızlarla, elinde bir gaz şişesiyle bekleyen


ve birbiriyle kavga eden yalınayak oğlan çocuklarıyla dolardı.


Yüzer paralık, beşer kuruşluk alışverişlerini ettikten sonra


yollarda yarım saat eğlenerek evlerine giden bu çocukların


akını bitince, dükkanın önüne iskemlesini atar, çeşmeden dönen


ve testiyi taktıkları kollarının mukabil tarafına 45 derecelik


bir zaviye (açı) ile meyleden biraz daha büyük çocukları ve camiye


akşam namazına giden ihtiyarları seyrederdi. Bu mahallede


oturan bir iki memur, geçerken onunla birkaç laf atarlar ve o,


dükkanını kapayarak bunların en sonuncusuyla beraber evine


yollanırdı.


 


 Fakat çocukları yavaş yavaş büyümeye başlamışlardı ve


basık tavanlı dükkanın kazancı onları biraz güç geçindiriyordu.


Mesela iki seneden beri kendi sırtına bir elbise yaptıramamış,


yüzbaşılığından kalma üniformalarını bozdurarak giymişti.


Gene bozdurarak ilk mektebin son sınıfına giden oğluna palto


yaptırdığı kurşuni pelerinini, bir zamanlar, ağarmamış saçlarının


altında ve dik omuzlarında dalgalanır gibi kıvrılan bu şimdi


havı dökülmüş kumaşı, sıska oğlunun sırtında gördükçe


gözleri yaşarır gibi oluyordu. Balkan Harbi'nden sonra ticarete


atılan o eski ve becerikli adam bu değilmiş gibi, vaziyeti bozuldukça


çekingen ve şaşkın bir hal alıyordu.


 


 Nihayet kirayı da veremeyerek dükkanı kapattı. İçindekileri


eve taşıdı, sonra iki gaz sandığı alarak pazarcılığa başladı.


 


 Kasabaya birer saat uzaklıkta iki ufak kasabacık daha vardı;


birinde salı, birinde perşembe günleri pazar kurulurdu.


Kendi kasabalarının pazarı da cumartesi idi. Haftanın bu üç


gününde dükkandan kalan ufak tefek mallara, şube reisliği


yaptığı zamanlar yanında yazıcı olarak bulunmuş olan ve buranın


büyükçe tüccarlarından sayılan bir gençten veresiye aldığı


şeyleri de katarak bir köşede ufak bir sergi açıyor; heybelerini


bir kenara bırakan ve çekişe çekişe pazarlık eden köylü kadınlara


hafif ve hala tatlı sesiyle beğendirmeye çalışarak, makara,


sakız, düğme, gelin teli satıyordu. Öbür kasabalara gitmek için,


yalnız o günlere mahsus olarak kiraladığı bir eşeğe, içerisine


bütün o çorap kutularını, iplik çilelerini, kına torbalarını doldurduğu


iki gaz sandığını yükler, güneş doğmadan yola çıkarak


erkenden, pazarı olan kasabaya varırdı. Orada kendisine


pek hürmet eden bir helvacıdan genişçe bir kapı kanadı alarak


kaldırıma yatırır, kapının dışarıda boşta kalan kısmını taşlarla


besler, sonra onun üzerine çeşit çeşit kutuları açardı. Kışın yağmur


bastırıp bunları yarı ıslak toplayarak bir dükkana sığındığı,


yazın göğsü bağrı açık, ak saçları ter içinde, yanı başında bir


kağıtta duran kirazlardan ağzına birkaç tane atıp serinlemeye


çalıştığı olurdu.


 


 Akşama doğru köylüler -aksata-yı (alışverişi) bitirip eşeklerini öne


katarak yola düzüldükleri ve güneş fersiz ve eğri ışıklarıyla


gözleri kamaştırır olduğu zaman, o, yarı kapalı gözlerle en tatlı


meşguliyetine; hatıralarıyla oynamaya başlardı. O zaman ta


mektep sıralarından, Harbiye'nin arka duvarından atlayıp kaçarak


Beyoğlu'nda çapkınlık etmekten başlayan ve Anadolu ve


Rumeli'nin küçüklü büyüklü birçok şehirlerinde, köylerinde


dopdolu geçirilen bir hayat, gözlerinin önünde inanılmayacak


kadar canlı bir resmi geçit yapardı.


 


 Halinden şikayetçi olan ve bulunduğu vaziyete asla alışamayan


bütün insanlarda olduğu gibi onun da muhayyilesi,


kendisini bile şaşırtan bir mükemmellikle işliyordu. Kafasının


içinde, kah Arnavutluk'ta sarp bir kayanın üzerindeki kaleden


bulanık vadinin görünüşü; kah Yalvaç'ta nişanlanıp sonra dedikodu


yüzünden ayrıldığı ve bu yüzden uzun zaman içkiye vurduğu


tüfekçi ustasının kızı; kah İstanbul'un o zamanki levantenlere


mahsus eğlence yerlerinden birinde Rum kızları ve kendisi


gibi izinli arkadaşlarla geçirdiği bir alem; kah bir azgın yağız


at; bir muharebe meydanı; hulasa elli senelik ömrünün her


safhasından, bazan pek ehemmiyetsiz, bazan hayatının gidişini


değiştirmiş bir parça diriliyor, hem de dün olmuş gibi canlı, vuzuh


içinde ve tesirli olarak yeniden yaşıyordu.


 


 Eşeğini önüne katıp, alışverişin bıraktığı on beş yirmi lirayı


cebine atarak sarp ve büyük bir tabiatın bütün güzelliğini


toplayan yollardan kendi kasabasına dönerken bile, bu hatıralardan


ayrılmazdı. O kadar bugünden uzak, o kadar eski hayatının


içinde yaşıyordu. Yanı başında onunla beraber eşeklerini


önlerine katan ve harıl harıl alışveriş lafı eden Alanyalılar,


önünde yırtık pabuçlarını sürüye sürüye giden ve toplayabildikleri


sadakaları torbalarına doldurup sırtlarına vuran profesyonel


dilenciler, dahaa birçok köylüler, nane yağcılar, bir yaylı


araba ile geçen manifaturacılar, ortalığı toza bulayan bir otomobille


yoldakileri iki yana fırlatan zeytinyağı fabrikatörleri


ona, tanımadığı, yeryüzünde bulunduğunu bile bilmediği bir


memleketin adamları gibi yabancı, uzak, sis içinde görünüyorlardı.


 


 Bir gün, bir vaka onu bugünden alarak eski hayatının ta ortasına;


bütün romantikliği ve acayipliği ile muhayyilesinin


dünyasına götürdü. Böylece hayatının son ve güzel hadisesini


yaşadı, fakat bu, aynı zamanda onun her şeyinin sonu oldu:


 


 Gene böyle grup halinde pazardan dönerlerken, dar bir boğazda,


fundalıkların arasından üç silahlı göründü. Etrafındakilerin


şiddetli korku nöbetleri geçirdiklerinin, telaşla kaçacak


yer aradıklarının farkına bile varmayan eski zabit, -Soyunun!-


diye bağıran boğukça bir sesle kendine geldi. Derhal eli ceketinin


iç cebine gitti. Pazardaki alışverişin bıraktığı yirmi iki lira


burada idi ve bu bütün sermayesinin yarısından fazlasıydı.


 


 Birkaç haftadan beri ağızlarda, karı meselesi yüzünden dağa


çıkan ve birkaç köy basan bir eşkıyanın lafı dolaşıyordu; fakat


bu sıkı zamanlarda onun böyle yol kesecek kadar ileri gideceği,


her şeyden kuşkulanan Aksekili aktarların bile aklına gelmemişti.


Üzerlerine dikilen silahların karşısında herkes süratle


soyunuyor ve çeşit çeşit elbiseli adamların yerinde beyaz çamaşırlı


ve titreşen şekiller kalıyordu. Eşkıyalardan biri uzakta ve


silahı elinde bekledi, öteki ikisi yolcuların yanına gelerek yerdeki


elbiseleri karıştırdılar, bütün paraları ve saatleri aldıktan


ve elbiselerden de kendilerine üç takım seçtikten sonra, bir köşeye


birikmiş bekleyen pazarcıların yanına giderek ağızlarının


içini, avuçlarını muayene ettiler ve parmaklarından gümüş yüzükleri


söküp aldılar.


 


 Akşamın alacakaranlığında, ağaçların yukarıdan doğru gelen


uğultusuyla derenin aşağıdan gelen şarıltısı arasında bu beyazlar


yığını ve onların arasında, çamaşırlarından daha beyaz


kalmış kolları ve seyrek beyaz saçlarıyla eski zabit hiç de gülünç


olmayan bir manzara idi. Dudaklarının kenarı acı acı bükülmüştü,


kah eşkıyaların karıştırdıkları gaz sandıklarının altında


öteye beriye dönen eşeğe, kah gözleri patlayacakmış gibi


dışarı fırlayan Alanyalı manifaturacıya bakıyordu.


 


 Eşkıyalar işlerini bitirdikten sonra bunlara üstlerini giymelerini


söylediler. Ondan sonra silahlarını doğrultarak: -Hadi


bakalım, marş!- diye bağırdılar. Herkes ağır ağır ve adeta ayakları


gitmek istemeyerek yürüyordu. Geride durup bekleyen eşkıyanın:


çete başının önünden geçerken hepsi korkudan önlerine


bakıyorlardı. Kafilenin en sonunda giden eski zabit başını


kaldırarak orada, yarı adam boyu yüksekliğinde bir taşın üstünde


silahına dayanmış duran adama uzun uzun baktı, merakla


baktı ve sonra gözlerini ileri çevirerek yürümeye başladı.


Fakat eşkıya birdenbire bulunduğu taştan atlayıp onu kolundan


yakaladı, kendine çevirerek, gitgide koyulaşan akşamın


içinde hayretle baştan aşağı süzdü. Sonra, elleri yanına çekilmiş,


gözleri hüzün içinde: -Beni tanımadın mı bey?- dedi.


 


 O baktı, bu zayıf, sinirli, kırmızımtırak gözlü yüze dikkatle


baktı, sonra omuzundan tutarak yavaş sesle: -Tanıdım, sen şey


değil misin?- dedi ve onun ismini söyledi. Bu karşısındaki,


kendisi bir zamanlar Çanakkale'de divanıharp azası iken, askerden


kaçan, sonra bir gece yarısı kapıya gelip: -Aman bey,


beni kurşuna dizdirme, ben teslim olacağım!- diye yalvaran


bu taraflı bir neferdi. O zaman divanıharpte onu kurtarmış,


sonra da bir ay kadar yanına emirber almıştı. Namuslu bir çocuk


olduğu halde çok sinirli ve ataktı. Ufak bir laf için arkadaşları


ile boğaz boğaza girerdi. Bu yüzden yanında fazla alıkoyamayarak


karargaha göndermiş ve o zamandan beri bir daha adını bile duymamıştı.


 


 Öteki hemen arkadaşlarını çağırarak eski zabiti onlara tanıttı,


elini öptürdü. Aldıkları parasını geriye verdikten sonra,


onun birkaç misli daha da para verdiler. Eski neferin: -Vah beyim,


siz bu hallere mi geldiniz!- derken gözleri yaşarıyor gibiydi.


Kendisinden bahsederken: -Ne yapalım beyim, bir namus


meselesi yüzünden başımıza bu işler geldi. Eh, aç da durulmuyor,


Allah taksiratımızı affetsin!- dedi. Zabiti en çok sarsan şey,


eski neferinin tavırları idi. Hiçbir zaman kendisine karşı eski


muamelesini değiştirmiyor, elleri yanında, adeta bir iş buyurmasını


bekliyordu. Öteki iki kişi de biraz geride ve elleri göbeklerinde


bekliyorlardı. Biraz daha konuştuktan sonra: -Hadi beyim,


geç kaldım, bizi gönülden çıkarma duanı bekleriz!- diyerek


onu gönderdiler.


 


 Eski zabit, ormanın yukarısından gelen uğultusu ile derenin


aşağıdan gelen şarıltısı arasında, gözleri karşı yardan doğru


çıkan ayın ilk ışıklarında, ağır ağır yürüyordu. İçerisi bu dereden


çok daha büyük birtakım nehirlerle dolup boşalıyor, kah


gülüyor, kah gözleri yaşarıyordu.


 


 Fakat kasabaya gelenler hemen meseleyi karakola haber


vermişlerdi. İçlerinden biri bunun geriye kalıp eşkıyalarla uzun


boylu görüştüğünü de saklanıp seyretmiş ve candarmalara bildirmişti.


Şehre girerken yakalayıp ifadesini almaya götürdüler.


Üzeri arandığı zaman çıkan paralar ve biraz perişan gözleri,


şüpheleri büsbütün arttırdı. Eşkıyalarla sözlü olduğu, onlara


habercilik ettiği iddiasıyla tevkif edildi. Tahkikat ilerleyince


meselenin meydana çıkacağı muhakkaktı; fakat buna vakit kalmadan


o, tevkifinin yirminci günü, ömrünün o belki en geniş


günürtü kovalayan bu dar günlere tahammül edemeyerek hapishanede


öldü.


 


 Varlık, 01.07.1935


 


 ...


 


 Apartman


 


 Siri damın üzerinde, keskin bir koku dağıtan yaş tahtalara


keseri vuruyor, bir taraftan da batıya doğru inmeye başlayan


güneşi gözlüyordu. Ağustosun sonuna yaklaştıkları için mal


sahibi çatının çabuk örtülmesini istemişti. Yağmurlar başlar diye


korkuyordu. Bunun için sekiz kişi iki gündür hep çatıda uğraşıyorlardı.


 


 Öğleyin şöyle on dakika dinlenip biraz ekmekle yarım karpuz


yemiş, hemen işe başlamıştı. Böyle yüksekte (apartman beş


katlı idi) ve yarı yatmış, yarı ayakta durarak yaş tahtalara abanmak


ve mütemadiyen başının üst tarafmda keser sallamak insana


sersemlik, hatta baş dönmesine benzer bir şey veriyordu.


 


 Bir akşam olsa, bir eve gitse, bir arka üstü yatsa ve karısı ile


küçük kızına şöyle göğsünü kabarta kabarta bir bağırıp çağırsa!..


 


 Mal sahibi karşı apartmanda oturuyordu (orası da kendi


malı idi). Onun için burada bağırmak değil, hızlı bile konuşamıyorlardı.


Herif bazan pencereyi açıp göbeğini kenara dayayarak


saatlerce baktığı ve ara sıra: -Orasını iyi kapat!- yahut:


-Lakırdıyı bırakalım!- diye emirler verdiği için işçilere, o olmadığı


zaman da devam eden bir çekingenlik gelmişti. Sessiz sessiz


çalışıyorlardı.


 


 Birdenbire irkildi. Etrafına bakınırken ilerideki sokak başında


küçük bir küfecinin iki kat olmuş geldiğini gördü. İçi, safrası


kabarmış gibi, allak bullak oldu. Eliyle yarı çivilenmiş tahtalardan


birine yapıştı, aşağıya doğru dikkatle bakmaya başladı.


 


 Küfeye yükletilen eşyanın altında, ayakları sokağın bozuk


taşlarına yapışıkmış gibi adımlar atarak ilerlemeye çalışan küçük


hamal kendi oğlu idi.


 


 Bir gün iş bulup on gün bulamadığı sıralarda, onu, zaten


sebebini anlamadan iş olsun diye gönderdiği mektepten almış,


bir daha göndermemişti.


 


 Bir karısı ve bu oğlundan başka iki de kız çocuğu vardı.


Ayın en çok on gününde aldığı en çok altmışar kuruşla bunları


doyuramıyordu. Küçük oğlan ufaktan çalışmaya başlamalıydı.


 


 Ucuzca bir eski küfe aldıktan sonra onu pazarlara gönderdi


ve çocuk gününe göre yirmi yirmi beş kuruşa kadar kazanıp


getirmeye başladı. Büyüdükçe belki beş on kuruş daha fazla da


çıkarabilirdi.


 


 Fakat bu sefer fena yüklemişlerdi. Alnına güneş vurdukça


terlerin parıldadığını o buradan görebiliyordu. Çocuğun yanında


giden uşak kılıklı bir adam ara sıra ona durup bir şeyler söylüyor,


galiba: -Yürüsene be!- filan diyordu.


 


 Yaklaştıkları zaman küfenin içinde neler olduğunu da seçmeye


başladı. Bir sürü şişelerin arasında irili ufaklı konserve


kutuları vardı, renkli kağıt kuşaklara sarılmış teneke kutular.


Ve sonra şişeler, kısa, tıknaz, fıçı biçiminde, huni biçiminde, dar


boğazlı, şiş gerdanlı ve içinde beyaz, yeşil, vişne rengi ve kan


rengi sular bulunan birçok şişeler. Çocuk bu ağır yüklerin altında


yıkılacak gibi yürüyordu.


 


 Çocuğun yanında yürüyen adamı tanıdı: Apartman sahibinin


uşağı idi. Herhalde bu akşam karşıda ziyafet olacaktı. Bu


içkiler, bu çeşit çeşit balık ve konserve kutuları bunu gösteriyordu.


 


  Küfeci ve uşak karşı apartmanın kapısına geldiler. Çocuk


ufacık elleriyle duvara tutunarak bir ayağını merdivene attı.


Babası yukarıdan bu ayağın pazılarının nasıl titreye titreye gerildiğini


gördü. Fakat çocuk öteki ayağını bir türlü kaldıramıyordu.


Yük herhalde çok ağır olacaktı. Uşak canı sıkılmış bir tavırla


ve eli arkada seyrediyordu. Çocuk bir hamle daha yaparak


o basamağı ve aynı güçlükle öteki üç basamağı çıktı, kapıdan


içeri girdi.


 


 Babası yukarıda adeta nefes bile almayarak bekliyordu.


Ustabaşı damın öbür ucundan: -Hey... durma!- diye bağırdı.


Silkinerek, keseri başının üzerindeki tahtalara vurmaya başladı.


Fakat aklı hep arkada, karşı apartmanda idi. Ara sıra gene durarak


dinliyor, fakat kalbinin gümbürtüsünden başka bir şey


duymuyordu. Biraz sonra, keser seslerinin arasında, kulağına


şangırtıya benzeyen bir ses geldi. Durdu, geriye ve aşağıya


doğru eğilerek dinlemeye başladı. Karşı apartmanın içinde kalın


bir ses bağırıyordu. Fakat söylenen sözleri anlamak mümkün


değildi. Ara sıra ince bir vızıldanma kulağına gelir gibi


oluyordu. Biraz sonra sesler kapıya yaklaştı.


 


 Yukarıdaki adam büsbütün eğilerek bakmaya başladı. Kapıdan,


önce oğlu çıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bir eliyle küfesini


ipinden tutup sürüklüyor, öteki eliyle de sağ dizini ovuşturuyordu.


Bu ayağı kan içindeydi.


 


 Arkasından uşak göründü. Çok kızgındı:


 


 -Haydi bakalım, çek arabanı!- diye çocuğa bağırdı.


 


 Çocuk büsbütün ağlamaya başladı. Bu arada anlaşılmaz


bir şeyler söylüyordu. Öteki hızla bağırdı: -Defol ulan! Senin


yüzünden ben de laf işittim! Taşıyamayacaktın da ne diye yüklendin...-


 


 Çocuk yine bir şeyler mırıldandı. Uşak:


 


 -Pamuk yükletecek değildik ya!..- dedi.


 


 Çocuk gözlerini silmeye başlayarak:


 


 -O kadar yerler dolaştırdınız, paramı verin hiç olmazsa!-


diye yalvardı.


 


 Öteki omuzlarını silkti:


 


 -İki şarap şişesi kırıldı, yüz ellişerden üç lira... Bir de para


mı istiyorsun?- diyerek apartmanın köşesindeki ufak kapıdan


içeri girdi. Çocuk hala orada duruyor ve uuuf, uuuf... diye ağlıyordu.


Ayağından sızan kanlar apartmanın önündeki beyaz


parkeleri kırmızıya boyamıştı.


 


 Babası yukarıdan donmuş gibi bakıyor, bir şey söyleyemiyordu.


İşe karışır ve çocuğun kendi oğlu olduğu anlaşılırsa mal


sahibinin kendisini kovacağını zannediyordu. Öyle ya, -Çocuğu


niçin ağlattınız?- yahut, -Çocuğun parasını verin!..- demeye


kalksa derhal defedilirdi. İşinden ayrılıp aşağıya da gidemezdi.


Zaten bunları bu anda hiç düşünmüyordu. Yalnız aptal


gözlerle aşağıya bakıyor ve göğsünü parçalayacakmış gibi çarpan


kalbini tutuyordu.


 


 Birdenbire karşı pencere açıldı, apartman sahibinin evvela


büyük göbeği, sonra kırmızı başı göründü. Dışarı uzanmaya


çalışarak gürler gibi bağırdı:


 


 -Hey!.. Zırlamasına pencerenin önünde!.. Defolup gitsene!..-


 


 Uşak hemen girdiği kapıdan fırladı.


 


 Küfesinin üstüne oturarak ve yaralı dizine baka baka ağlayan


çocuğu omuzundan tutarak kaldırmak istedi.


 


 Çocuk bağırıyordu:


 


 -Görmüyor musun be!.. Cam kırıkları dolmuş içine... Uuuf...-


 


 -Haydi git başka yerde ağla!..-


 


 -Beş kuruşumu verin!..-


 


 Penceredeki adam hırsından kıpkırmızı kesilerek bağırdı:


 


 -At şu piçi şuradan be!..-


 


 Uşak, küfeciyi kolundan yakalayarak sürüklemeye başladı.


O, küfesini bir eliyle tutuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kalktığı


yerde parkeler kıpkırmızı idi ve güneş orasını donuk donuk


parlatıyordu.


 


 Çatının üstündeki adam hiç kımıldamadan aşağıya bakıyordu.


Gözlerinin içi yanıyor ve beyni karıncalanıyordu. Yakası


boğazına dar geliyormuş gibi bir hisle elini boynuna götürdü.


 


 Çocuk gitmek istemiyordu. Şimdi para filan istediğinden


değil, ayağının acısından olduğu yerde kalıyordu. Gözleri penceredeki


adama ilişen uşak çocuğu hızla itti; o, küfesiyle beraber


yüzükoyun yuvarlandı. Artık ağladığı bile duyulmuyordu.


 


 Çatıdaki adam gözlerinin büsbütün karardığını ve güneş


vurmuş gibi beyninin içinde gürültüler olduğunu hissetti. Çatının


kenarına dayanan ayakları titriyordu. Yavaş yavaş dizlerinin


gevşemeye ve bükülmeye başladığını fark ederek elleriyle


başının üst tarafındaki tahtalara tutunmak istedi. Fakat parmakları


da gevşemişti ve hiçbir şeye sıkıca yapışamıyordu. Vücudu


yaş tahtaların üstünde hafif bir gıcırtı çıkararak ağır ağır


kaydı. Çatının kenarına kadar gelip orada bir an takılır gibi olduktan


sonra, aşağıya, sokağın ortasına, içi toprak dolu bir çuval


gibi boğuk bir ses çıkararak düştü.


 


 Çocuğu kaldırmaya uğraşan uşak onu bırakarak beri tarafa


koştu ve penceredeki adam bir şeyden tiksiniyormuş gibi yüzünü


buruşturduktan sonra, kanatları hızla vurarak içeri çekildi.


 


 Ayda Bir, Kasım 1935


 


 ...


 


 Arabalar Beş Kuruşa


 


 Akşam, caddelerin kalabalık zamanında, köşe başına bir


kadınla bir çocuk gelirdi. Siyah bir çarşafa bürünen kadın elleriyle


çarşafını yüzüne kapatır, yalnız iki siyah göz, sokağın yarı


aydınlığında, parıltısız, önüne bakardı. Çocuk yanında ayakta


dururken o çömelir, küçük bir çuvaldan birtakım oyuncaklar


çıkarırdı: Bunlar bir değneğin ucuna takılmış bir çift tahta tekerlekti.


Tekerleklerin üzerinde, iki yuvarlak tahtanın arasına


çivilenmiş dört çubuktan ibaret kameriye gibi bir şey duruyor


ve tekerlekler yerde yürütülünce bu kameriye fırıl fırıl dönüyordu.


 


 Oyuncaklar kadının önünde dizilince çocuk bir tanesini eline


alıyor, kaldırımda ileri geri götürerek incecik sesiyle bağırmaya


başlıyordu:


 


 -Arabalar beş kuruşa... Beş kuruşa... Arabalar beş kuruşa!..-


 


 Ve sokaklar tenhalaşıncaya kadar, belki üç dört saat, burada


duruyorlardı.


 


 Çocuk sekiz yaşında vardı, fakat ilk görüşte altı yaşından


fazla denilemezdi. Zayıf ve minimini idi. Sonra, hiç durmadan


bağıran sesi küçük bir kızın sesi gibi ince ve titrekti. -Beş kuruşa!-


derken -ş-lere basıyor ve dudaklarının arasından onları


ezerek çıkarıyordu.


 


 Kendisi de annesi gibi hep önüne bakar ve başını kaldırmazdı.


 


 Bulundukları köşenin biraz ötesinde parlak vitrinli bir tuhafiye


mağazası vardı. Büyük kristallerin arkasında türlü göz


alıcı renklerde boyunbağları, şık tokalı kemerler, yün kazaklar,


eldivenler ve daha birçok, insanlara lazım olan ve olmayan şeyler,


geçenlerin yüzüne gülüyordu. Ana oğul bunların önünden


geçerken, geçtikten sonra köşelerine yerleşirken, başlarını hiç


çevirmemeye gayret ederlerdi. Eğer sokağın çamurlu kaldırımlarına


akseden ve orayı yer yer parlatan ışıklar da olmasa belki


böyle bir mağazanın bulunduğunu bile fark etmeyeceklerdi.


 


 Halbuki gelip geçenlerin çoğu, bilhassa çocuklar, bu parlak


camekanların önünde durup, orada bir köşeye, ustaca bir karmakarışıklık


içinde yığılmış oyuncaklara gözlerini dikiyorlar;


sonra, mahzun bir tavırla yollarına koyulunca karşılarına çıkıveren


tahta tekerlekli arabalara dudaklarını kıvırarak ve adeta


hayallerinde vitrinden kalan güzel şekilleri bozuyormuş gibi


canları sıkılarak bakıyorlardı. Fakat küçük satıcı onların bu


isteksizliklerini fark etmez, önüne bakarak kısa aralıklarla bağırırdı:


 


 -Beş kuruşa, arabalar beş kuruşa...-


 


 Büyücek bir otomobil, mağazanın önünde durdu; içinden


süslü ve şişmanca bir kadınla sekiz dokuz yaşlarında, beyaz


bereli ve tozluklu, yumuşak lacivert paltolu bir çocuk indi. Beraberce


mağazaya girdiler.


 


 Biraz sonra çocuk iç vitrinleri seyrede ede dışarı çıktı, sokağa


indi ve oyuncakların olduğu köşeye bakmaya başladı. Tam


bu sırada küçük satıcının sesi işitildi.


 


 -Arabalar beş kuruşa!..-


 


 Başını çevirip baktı, sonra koşarak o tarafa gitti, siyah çarşaflı


kadının yanındaki çocuğun elini tutarak:


 


 -Aaa!- dedi, -Sen burada araba mı satıyorsun?-


 


 Satıcı başını kaldırıp baktı. Hemen yüzü güldü, o da -Aaa-


dedi ve ilave etti: -Annem yalnız gelemiyor, sonra bağıramıyor


da... Onun için ben de geliyorum!..-


 


 Beyaz tozluklu çocuk, yün eldivenli ellerini paltosunun cebine


sokarak küçük bir kesekağıdı çıkardı, içinden bir badem


ezmesi alıp ağzına attı, bir tane de arkadaşına verdi. Ağzını şişirerek


sordu:


 


 -Derslere ne zaman çalışıyorsun?-


 


 -Mektepten çıkınca... İki saat filan çalışıyorum, dersleri yapıyorum.


Ondan sonra buraya geliyoruz. Hem gece zaten çalışamam


ki. Gaz masrafı çok oluyor.-


 


 -Bizim öğretmeni gördün mi? Şimdi buradan geçti!..-


 


 -O benim araba sattığımı biliyor!-


 


 Ve ileride birkaç çocukla bir kadının geldiğini görünce sözünü


keserek bağırdı:


 


 -Arabalar beş kuruşa!..-


 


 İkisi de el ele tutuşmuşlardı. Çarşaflı kadın hazin gözlerle


bunları süzüyordu. Beyaz tozluklu çocuk hesap vazifesini yapıp


yapmadığını sordu:


 


 -Ben demin evde uğraştım, yapamadım, gece beybabama


soracağım!- dedi. Öteki:


 


 -Nesini soracaksın, çok kolay...- dedi ve anlattı.


 


 Adamakıllı lakırdıya dalmışlardı. Hatta küçük satıcı artık


-arabalar beş kuruşa- diye bağırmayı bile unutmuştu.


 


 Öteki, arkadaşının kolunu sarstı ve: -Hişt!- dedi, -Benim


yanımdaki çocuğun ağzı kokuyor, ben söyleyeceğim de senin


yanında oturacağım... Hem daha iyi çalışırız!..-


 


 -Benim yanımdaki kalkmaz ki; hem ben söyleyemem. Mahalle


komşumuzdur... O da bizim gibi fıkaradır...-


 


 Sözüne devam etmedi. -Onu kaldırdı da yerine zengin çocuğu


oturttu derler...- diyecekti, vazgeçti.


 


 Başka şeylerden bahsetmeye başladılar.


 


 Fakat tam bu sırada beyaz bereli, yumuşak lacivert paltolu,


beyaz tozluklu çocuğun annesi mağazadan çıktı, iki tarafına


bakındı. Ellerinde paket vardı. Şoför koşarak onları aldı ve kendi


yanına yerleştirdi. Kadın köşeye doğru bakınca çocuğunu


gördü ve aldığı şeylerin keyfi ile gülümseyen yüzü birdenbire


sertleşti. Hızlı adımlarla o tarafa yürüdü. Çocuk, annesinin


böyle hiddetle kendisine doğru geldiğini görünce hemen susmuş,


şaşkın, fakat gülümseyen bir bakışla gözlerini ona dikmişti.


Bir an hepsi birden kımıldamadan durdular.


 


 Küçük satıcının annesi başını kaldırmış, yuvarlanır gibi gelen


bu kürk mantolu ve yılan derisi iskarpinli kadına bakıyordu.


 


 Kadın yaklaşınca, hala şaşkın şaşkın gülümseyen oğlunu


bileğinden yakaladı:


 


 -Bu ne hal?- diye bağırdı. -Kimlerle konuşuyorsun?-


 


 Ve öteki elindeki şemsiyeyi, elini hala unutarak arkadaşının


avucunda bırakan küçük satıcının omuzuna vurdu. Sonra


haykırdı:


 


 -Pis, baksana, senin konuşabileceğin insan mı bu?-


 


 Çocukların kolları birbirinden ayrılıp aşağı sallanıverdi. Siyah


çarşaflı kadın duvarın dibine büzülmüştü ve küçük satıcının


gözleri kolunun acısından yaşla dolmuştu.


 


 Arkadaşının gözündeki yaşları gören çocuk, henüz birçok


şeyleri öğrenmediği için, ruhundan fışkıran bir isyanla:


 


 -Anneciğim-, dedi, -o benim mektep arkadaşım!-


 


 Kadın, yüzü kıpkırmızı kesilerek, oğlunun sözünü kesti:


 


 -Ben yarın mektebinize de telefon edeceğim. Seni kendi seviyende


olmayanlarla temas ettirmeyi gösteririm!..-


 


 Oğlunu kolundan çekti. Geride kalan küçük satıcı ile anasına,


yerin dibine geçirmek ister gibi tahkir edici ve ezici bakışlar


atarak yürümeye başladı. Oğlu hala dönüp geri bakıyor ve yaşlı


gözlerini başka taraflara çeviren arkadaşını görünce kendinin


de gözleri yaşarıyordu.


 


 Küçük satıcı, o titrek ve ince sesiyle bağırıyordu:


 


 -Beş kuruşa... Arabalar beş kuruşa!..-


 


 Ayda Bir, Şubat 1936


 


 ...


 


 Fikir Arkadaşı


 


 Gel, şurada birkaç tane atalım!.. Canım efendim, yarım saat


oturmakla evde sopa yemezsin. Evli değiliz ama, böyle şeylerden


anlarız. Burada enfes meze veriyorlar; hem de ucuz. Bu kadar


görüşmüşlüğümüz var, bir rakımızı iç bari...


 


 Yavrum... Hey, garson!.. Getir bakalım bir şeyler!..


 


 Otur iki gözüm. Seninle ahbaplığımız o kadar eski değil


ama, nedense pek sevindim. Ben arkadaş canlısıyım. Bilhassa


fikir arkadaşı olabilecek insanlara bayılırım. Değil mi kardeşim,


şu memlekette beş on entelektüeliz, birbirimizi tanıyıp tutmazsak


halimiz ne olur? -Şimdi menfaat dünyası, hasbi (karşılıksız) arkadaşlık


yok!..- diyorlar ama, ben bu fikirde değilim. Biz adi halk gibi


düşünebilir miyiz hiç? Ne tahsilimiz, ne karakterimiz, ne de fikirlerimiz


buna müsait değildir. Seni bilmem, fakat ben maddelerin


fevkinde bir manevi bağa, insanları birbirine yaklaştıran


bir hisse inanıyorum. Düşün, dünyada birbirini severek, birbirine


yakın olmak hisleri de olmasa yaşamanın manası kalır mı?


Bizi kütlenin fevkine yükselten yalnız bunlardır. Fakat biz entelektüeller


arasında da muayyen birtakım fikir bağları yok, herkes


kendi havasında ve menfaat peşinde... Onun için candan


bir arkadaş bulunca dört elle sarılıyorum. Burası ufak yer. İnsan


boğulacak, her münevverin hayat hakkında, insanlar hakkında


birçok düşünceleri, ne diyeyim, kendine göre felsefesi


var. Bunu anlayacak, mukabil fikirlerini dinletecek bir dosta


hepimiz muhtacız. Dedim ya, yok... yok... Bizim dairede on kişi


kadar varız... Hep münevver, tahsilleri yerinde, zeki adamlar;


fakat hiçbirisi ile kafa dengi olamıyorum. Halbuki şöyle candan,


kardeş gibi bir arkadaşlığa dünyalar feda... Koca dairede


bir bizim şu oğlan vardı. Hani canım, başına bir felaket geldi...


İşte o... Galiba avukatlığını da sen almışsın... Çok insan çocuktu


doğrusu, pırlanta gibi bir kalbi vardı. Samimi arkadaş diye bir


onu tanıdım. Ne yaparsın? İnsanlar böyle işte... Bir iftira, haydi


kodese... Hani hiç kabahati de yok değildi, çenesini tutmaz, ileri


geri söylenirdi. Kaç kere dedim: Oğlum, devir o devir değil,


dünyayı sen mi ıslah edeceksin? Al üç buçuk kuruş maaşını,


otur bir köşede... Değil mi efendim? Biz de fikir sahibiyiz... Ben


kendi nefsime ondan çok daha ileriyim... Evet, bu dünya böyle


yürümez, fakat her şeyin sırası var... Bak, ben ağzımı açıyor


muyum? İnsan karda yürüyüp izini belli etmemeli... Fakat cahil


çocuk, dinlemezdi ki... Hep burnunun doğrusuna giderdi. Sanki


tek başına dünyanın mihverini (eksen) değiştirecek...


 


 Oğlum, garson!.. Bize birer rakı daha getir bakalım!..


 


 Okur okur, kitaplarda yazılan şeyleri hakikat zannederek


kafasına yerleştirirdi. Hayata bakmalı, hayata; kitaplarda bir


şey yok... Kim bilir, belki biz de evimizde okuyoruz... Fakat hayat


büsbütün başka... Etrafı ve zamanı kollamalı... Vakti geldiği


zaman ben ondan daha fedakarca ortaya atılırım... Kafamdaki


bir fikir uğruna kanımı son damlasına kadar akıtmazsam namerdim.


Ama dedim ya, zamanı var.


 


 Ah, ah... Yaktı kendisini oğlan, yaktı... Burası ufak yer...


Her şey hemen büyütülür... Sessiz sedasız bir köşeye çekilip yaşamak


lazım. Halbuki o önüne gelene çatardı. Memleket büyüklerinin


hepsini darılttı. En sonra da, o mahut heriflerle tutuştu.


O zaman kendisini çağırdım: Yavrum, dedim, bunlarda


din, iman yoktur, insana en sonra yapılacağı en önce yaparlar...


Fakat dinletemedim. Öbürleri iki yalancı şahit bulunca bastılar


iftirayı... Oğlan da girdi içeri...


 


 İnanmazsın, o gün akşama kadar deli gibi dört yana dolaştım.


Aklıma geldikçe gözlerim yaşarıyordu. Evet, ağladım! İstersen


inanma kardeşim; dedim ya, ben arkadaş canlısıyım; hele


böyle sevdiğim birisi için canım feda... Hilafsız söylüyorum,


ciğerim kopmuş gibi oldum. Ne parası var, ne kimsesi var...


Anası, kardeşleri onun eline bakıyorlar. Felaket, hem de ne felaket...


Kendi param yok ki vereyim... Olsa, dedim ya, canım feda...


Fakat malum... Biz maaş ehliyiz... Sonra kimseye gidip bir


şey de söyleyemezsin... Cürüm fena... İnsanı hemen lekeleyiverirler.


Alemin on parmağında on kara... Hapishaneye de gidip


göremedim. Biliyor musun? Yüzü soğuktur şu menhus yerin...


Fakat elimden gelen her şeyi bu çocuk için yapmak isterim...


Dedim ya, arkadaş için canım feda...


 


 Seni avukat tuttuğunu duyunca çok memnun oldum: Çünkü


nazik mesele... Her avukatın becerebileceği iş değil... Genç


olmak, ateşli olmak, davanın ruhunu duymak lazım. Hakikaten


yanılmamışım... İlk celsede yaptığın müdafaayı anlattılar (şey,


ben o gün biraz rahatsızdım da kendim mahkemeye gelememiştim,


arkadaşlardan tafsilatını dinledim), yaman bir müdafaa


yapmışsın... Hani neredeyse birkaç celsede oğlanı kurtaracaksın...


 


 Garson... Gel bakalım, şu mezeleri değiştir...


 


 İç kardeşim iç!.. Vallahi şunu kederden içiyorum. Yüreğim


nasıl yanıyor bilsen... On sene arasam böyle kafa dengi bir arkadaş


bulamazdım. Onu da talih elimden aldı. Düşünüyorum


da, biz burada kafayı çekerken o, taş odalarda kim bilir ne yapıyor?..


Hey gidi dünya!..


 


 Ama biliyor musun?.. Bu belki onun için bir derstir. Bir


müddet yatsa hiç de fena olmayacak... Ona böyle bir sille lazımdı,


değil mi? Ha?!.. Ne dersin? Gitgide azıtıyordu. Maazallah


tuttuğu yol ipe kadar varabilirdi. Gene hafif atlattı... Yatsa


yatsa bir iki sene yatar, bu da ona lazım... İstikbali, hayatı, ömrünün


sükuneti namına lazım... Mefkuremiz namına lazım...


Anladın mı, mefkuremiz namına lazım... İki gözüm kardeşim,


sen de onu seviyorsan müdafaa etme... Ona iyilik etmek istiyorsan


bırak biraz burnu sürtsün...


 


 Mussolini ne demiş? Adam olmak için şu kadar sene hapis


yatmak gerek, demiş; değil mi? Yaman herif şu Musolini vesselam...


Cemiyetin bu feci halinde bir entelektüel için hapis yatmak


elzem. Olgunlaşmak, hayatı anlamak için başka çare yok.


Bizimki de belki bu sayede biraz kitaplardan başını kaldırır da


etrafını görür, körü körüne atılganlıktan vazgeçer.


 


 Dedim ya, onu seviyorsan müdafaanı gevşek tut. Her şeyin


altını o kadar kurcalama... Mahkemede pek ateşli olduğunu


duyunca hem memnun oldum, hem de oğlanın hesabına üzüldüm.


Seni buraya çağırışım da bunu görüşmek içindi. Zaten


kendisi sinirlidir, ileri geri laflarıyla nasıl olsa hakimleri


kızdıracak, işi büsbütün berbat edecek, cezayı da yiyecek... Hah...


Hah... Bir senecik yatar... Ne diye başını sallıyorsun?.. Avukatlık


ücreti alacaksan, vicdansızlık mı olur diyorsun?.. Bu ona fenalık


değil ki, doğrudan doğruya iyilik... İstersen bu parayı alma!


Bir arkadaş için fedakarlık et de alma... Hem kaç lira verecekti?


Yirmi beş lira değil mi? Ben otuz lira veririm; sen yalnız


onu mahkum ettir!.. Görüyorsun ya, ben onun iyiliği için hiçbir


fedakarlıktan kaçınmıyorum. Yalnız bu kadar mı? Böyle candan


bir dosttan, böyle bir fikir arkadaşından mahrum olmaya


da katlanacağım...


 


 Ne? Otuz lirayı nereden mi bulacakmışım?.. Şey, bizim oğlan


hapse girince yeri açık kaldı tabii... İşlerine vekaleten ben


bakıyorum. Bu aydan itibaren maaşıma ilave olarak kırk lira


kadar da ücret alacağım...


 


 Garson!.. Birer rakı daha!..


 


 Ayda Bir, Aralık 1935


 


 ...


 


 Düşman


 


 Gece, hafif yağmur çiseliyordu.


 


 Asfalt yolda yürürken yeni rugan iskarpinleri nemli nemli


parlıyor ve siyah, çizgili pantolonu bunların üzerine tatlı bir


akışla dökülüyordu. Paltosunun geniş yakasını kaldırmış, kalın


eldivenli ellerini arkasına bağlamıştı.


 


 Dalgın dalgın yürüyor ve boş gözlerle ayaklarına, ıslak asfalttan


biraz yukarıya doğru kalkıp sonra kolayca ileri uzanan


ve yine ıslak asfalta dokunan iskarpinlerine bakıyordu. -Hayat


bu rugan iskarpinlere ne kadar benziyor!- dedi, -Tıpkı bunlar


gibi biz de günler geçtikçe aşınmaya, bir tarafa kaykılmaya, çirkinleşmeye


ve nihayet işe yaramamaya başlayacağız...-


 


 Sonra bu düşünceleri istediği kadar ince ve zekice bulmadığı


için dudaklarını büktü. Biraz evvel bir arkadaşının evinde


oynadığı pokeri aklına getirdi. Otuz lira kazanmıştı.


 


 -Yanıma o karı oturmasaydı daha çok kazanabilirdim!- diye


söylendi, -Kadın hem kocasının parasına güvenerek cesur


oynuyor, hem de eğilip kağıtlarıma bakıyordu.-


 


 Ağır, fakat tatlı bir pudra, esans ve saç kokusu burnuna gelir


gibi oldu, yutkundu.


 


 Hayat ne güzel fakat ne can sıkıcı şeydi!.. Gündüz daire...


Hafif bir iş, bol para... Akşamüzerleri güzel bir yemek, bazan


sinema... Çay... Poker... Sonra uyku... Bunların hepsi güzeldi, fakat


bütün günü dolduran bu eğlendirici işlerin içinde insan bir


boşluk hissi duymaktan kurtulamıyordu. Bir şey eksik gibiydi,


bütün ömrünce işlemeyen bir yeri varmış gibiydi.


 


 Şimdi evine dönerken gene bu boşluğun farkına vardı. Gününü


güzel geçirdiğini, hatta otuz lira da kazandığını düşünüyor


ve içinde gene doyurulmamış bir yer kalmasına şaşıyordu.


-Belki bu hayat, sık sık uykusuzluk sinirleri bozuyor!- dedi.


 


 Evinin önüne gelmişti. Aralık duran bahçe kapısını ayağıyla


itti. İki tarafı çiçekli çakıl yolda yürümeye başladı. Geceleri


eve hep arka taraftaki küçük kapıdan girerdi. Salona ve ön kapıya


yakın bir yerde yatan hizmetçiyi uyandırmak istemediği


ve yatak odası bu kapıya daha yakın olduğu için farkına varmadan


kendini buna alıştırmıştı.


 


 Başı yukarıda yürüyordu. Kapıya yaklaşınca elini cebine


götürüp anahtarı çıkardı ve ileriye baktı.


 


 Şiddetle ürkerek olduğu yerde kaldı: Bir karaltı kapının hafif


girintisine büzülmüş, kımıldamadan duruyordu.


 


 Elini cebine götürdü. Tabancasını almamıştı. Karaltı birdenbire


kımıldadı.


 


 Genç adam bağırmak ve kaçmak ister gibi bir tavır aldı, fakat


karaltı parmağını ağzına götürerek yavaşça -Suss!- dedi.


 


 Bunu o kadar tabii, o kadar emirden uzak, fakat hakim bir


sesle söyledi ki, öteki, elinde olmayarak durdu ve merakla o tarafa


baktı.


 


 Karaltı yaklaştı:


 


 -Şurada biraz uyumuş kalmışım. Bir fenalık için geldim


sanmayınız... Yatacak yerim yok!- dedi.


 


 O zaman ev sahibi yabancıyı dikkatle süzdü ve hayret etti:


Bu, ne bir dilenciye, ne de bir serseriye benziyordu. Kılığı oldukça


düzgün, boyunbağlı, adeta efendi soyundan bir şeydi.


 


 Lakayt görünmeye çalışarak yabancının yanından geçti ve


elindeki anahtarı kapıya soktu.


 


 Sonra birdenbire korkarak durdu. Bu herife pek çabuk


inandığını düşündü ve bir an, kafasına bir şey inmesini bekledi.


 


 Öteki, ayaklarını sürükleyerek birkaç adım gitmiş, sonra


durup yüzünü tekrar genç adama dönmüştü:


 


 -Bu gece bahçenin bir köşesinde yatmama müsaade etmeyecek misiniz?-


 


 Bunu söyleyerek ufak bir leylak ağacının altına doğru bir


adım attı.


 


 Evin sahibi geriye dönerek yabancıya baktı. Yüzünü dallar


ve yapraklar gölgelediği için pek göremiyordu. Yalnız sesi o kadar


emniyet verici idi ki, bütün korkularını ve tereddütlerini silip


götürüyordu.


 


 Kafasında bir ışık parlayıp söner gibi oldu. Bu sesin emniyet


vericiliğinin bir tanışıklıktan geldiğini zannetti. Şimdi bu


sesin dimağındaki akisleri ona bir ahbabın sesi gibi geliyordu.


 


 Birkaç adım daha ilerledi. Yağmur durmuş, bulutlar birbirlerini


kovalamaya başlamıştı. Gece yarısından sonra çıkan yarım


bir ay dallarin arasından geçerek yabancının yüzünü yer


yer aydınlatıyordu.


 


 -Müsaade etmiyorsanız gideyim!- dedi ve etrafına bakındı.


 


 Fakat genç adam onun ne söylediğini anlamadı. Dalların


arasından geçen ışık yabancının ağzını ve çenesini aydınlatmıştı.


Bu dişleri, söz söylerken iki kenarı aşağı doğru çekilen bu


dudakları tanır gibi oldu.


 


 Eğilip karşısındakinin yüzüne bakmak istedi, o geri çekildi.


 


 O zaman sordu:


 


 -Siz şey değil misiniz?..-


 


 Öteki, elini ağzına götürdü:


 


 -Sus... Oyum!.. Ben seni görür görmez tanıdım. Fakat beni


hatırlayacağını sanmamıştım...-


 


 Ev sahibi karşısındakini bileğinden tuttu, kendine doğru,


ay ışığının altına çekti.


 


 -Pek az değişmişsin- dedi... Sonra ilave etti: -Hayır... Çok


değişmişsin... Gerçi yüzünün hatları değişmemiş gibi ve ağzın,


burnun hep aynı... Hele ağzın... Fakat nasıl söyleyeyim, ihtiyarlamış


gibisin; ama bu ihtiyarlık da değil, benden daha genç duruyorsun...


Hulasa bir başka türlü olmuşsun. Yüzünün dışı değil,


içi değişmiş gibi. Aman canım... Anlatamadım işte...-


 


 Öteki hafif bir gülüşle dinliyordu. Sadece:


 


 -Sen de biraz değişmişsin!..- dedi.


 


 Kapıya yaklaşmışlardı; ev sahibi yanındakine döndü:


 


 -Dışarısı serin değil mi? İçeri girelim!-


 


 Öteki büsbütün güldü ve mırıldandı:


 


 -Beni evinin içine sokmak tehlikelidir!-


 


 Genç adam birdenbire durdu. İlk şüpheleri tekrar kafasına


gelmişti. Onun bu duraklayışının farkına varan arkadaşı:


 


 -Yok canım- dedi, -evini filan soymam. Fakat polis tarafından


aranıyorum...-


 


  Ev sahibi arkadaşına dikkatle baktı. Sonra gülerek:


 


 -Kim bilir ne işler karıştırdın!.. Gel bakalım!..- dedi.


 


 Karanlık koridordan geçtiler, bir merdiven çıktılar ve bir


salona girdiler.


 


 Ev sahibi elektriği açtı.


 


 Misafir dudaklarında hep o hafif gülümseme ile etrafına


bakmaya başladı:


 


 Oldukça iyi döşenmiş, bilhassa fazla süsten kaçılmış olan


oda biraz dağınıkça idi. Sahibinin bekar olduğunu, yazıhaneye


benzer bir masanın üstündeki perişan kağıtlar gösteriyor ve


hizmetçinin bu oda ile meşgul olmaktan menedildiği anlaşılıyordu.


Yerde küçük bir halı, alçak sigara iskemleleri, rahat iki


koltuk ve köşede bir sedir vardı. Pencereleri krem renginde tül


perdeler kapatıyordu.


 


 Ev sahibi:


 


 -On iki sene oluyor, değil mi?- dedi.


 


 -Evet; mektepten çıktığımızdan beri görüşmedik!-


 


 -Ne yaptın da seni polis arıyor? Ben bir zamanlar tehlikeli


fikirlere saplandığını ve işinden çıkarıldığını duymuştum!-


 


 -Tahmin edebileceğin şeyler!-


 


 -Dünyayı değiştireceğini mi sanıyorsun?-


 


 -Siz dünyanın değişmez olduğuna inanmaya mecbursunuz!-


 


 Bir müddet sustular. Her biri birer koltuğa oturdu ve ev sahibi


sağ tarafındaki radyoyu karıştırmaya başladı. Biraz sonra


uzaklardan gelir gibi hafif bir müzik duyuldu.


 


 İkisi de ses çıkarmadan dinlemeye koyuldular. Bir operanın


son kısımları çalınıyordu. Gürültülü aletlerin derinden gelen


sesleri yavaşlayınca kavala benzer tatlı nağmeler işitiliyor


ve her ikisinin de yüzlerinde yumuşak, ılık bir hava dolaşır gibi


oluyordu.


 


 Misafir gözlerini yerdeki halıya dikmişti. Yüzünde yine bir


gülümseme vardı, fakat bu seferki gülüşü, biraz evvel dudaklarının


kenarına yerleşip, sahibinin etrafına bir duvar çekilmiş gibi,


yaklaşmak isteyenleri uzaklaştıran bir gülüş değildi. Bir çocuğun


tebessümü kadar içten ve yaklaştırıcı idi.


 


  Başını yavaşça kaldırdı. Arkadaşına döndü:


 


 -Ne güzel değil mi?- dedi, sonra ilave etti: -Dört senedir


müzik dinlemedim!-


 


 -Neden?-


 


 -Fırsat düşmedi.-


 


 Radyodan uzun ve sürekli alkışlar geldi. Arkasından Almanca


sözler başladı ve ev sahibi elini uzatarak düğmeyi çevirdi.


 


 Odayı birdenbire bir sessizlik kapladı.


 


 İkisi de birbirlerinin yüzüne baktılar ve gülüştüler. İçlerinde


bir saniye için on iki sene evvelde yaşıyorlarmış hissi uyandı.


Bakışları o kadar arkadaşça idi.


 


 Ev sahibi kalktı, ötekinin yanına geldi, elini omuzuna koyarak:


 


 -Anlat!- dedi.


 


 -Sen anlat!-


 


 -Görüyorsun... Normal yollarda yürüdüm ve eh, bir parça


bir şeyler oldum!-


 


 -Normal yollarda yürüdüğüne bu kadar emin misin?


 


 -Neden?.. Çalıştım, faydalı oldum ve ilerledim!-


 


 -Yürüyüşünü bilmem... Normal olabilir... Fakat üzerinde


yürüdüğün yola bu kadar inanıyor musun? Hele faydalı olduğuna...-


 


 Cevap vermedi, öteki tekrar sordu:


 


 -Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi?-


 


 -Biraz!-


 


 -Yaptığın ve faydalı olduğunu söylediğin şeyleri, sana gelinceye


kadar geçirdikleri merhalelerde ve senden sonra aldıkları


yollarda takip ettin mi? Kimlere ve ne kadar faydalı olduğuna


baktın mı?-


 


 Ev sahibi üzüntülü bir tavırla elini salladı ve gülmeye çalışarak:


 


 -Bırak şu derin lafları canım!- dedi.


 


 O zaman misafir de ayağa kalktı:


 


 -Hiç derin laflar değil- dedi, -Bir kere görebildikten sonra


o kadar açık ve elle tutulur şeyler ki... Fakat doğru, bırakalım...


Çünkü insanın kafası bir kere bunları düşünmeye başlarsa bu


rahat koltuklarda bu kadar rahat oturmak mümkün olmaz sanıyorum.-


 


 -Seni böyle düşüncelere götüren sakın bu rahat koltuklara


erişemediğinin kızgınlığı olmasın...-


 


 Bu sözler üzerine arkadaşının yüzü birdenbire değişti. Dudaklarının


ucundaki yumuşak gülümsemenin yerine acı ve yukarıdan


bakan bir sırıtma geldi:


 


 -Kafama düşünmeyi, gözlerime görmeyi yasak edebilsem,


senin çıktığını zannettiğin yere varmanın bana güç gelmeyeceğini


bilirsin...-


 


 -Bilmem... Mektepte en ilerimizdin!-


 


 -Şimdi?..-


 


 -Şimdi en ayrımız!..-


 


 Bu lafı rastgele söylemişti. Fakat söyledikten sonra ağzından


çıkanın nasıl çıplak bir hakikat olduğunu anladı. Karşısındaki


ile eski arkadaşı arasında hiçbir münasebet yoktu. Eski


uysal, laf söylemekten utanan, iştirak etmediği fikirleri bile itiraz


etmeden dikkatle dinleyen çalışkan ve dürüst çocuğun yerinde,


inattan ve sabit fikirlerden yapılmış gibi tırmalayıcı bir


adam vardı. Eskiden hep yumuşak ve tatlı bakan ve insana yanına


sokulmak hissini veren bol kirpikli siyah gözleri şimdi vakit


vakit donuk bir parıltı ile karşısındakine çevriliyor ve onu


tepesinden basarak küçültür gibi oluyordu. Bu bakışların altında


ezilerek başını başka taraflara çevirdi. Sonra misafirinin yüzüne


bakmaya çalışarak:


 


 -Yorgunsun, sana yatacak yer göstereyim!..- dedi.


 


 -Demek beni evinde yatırmaya cesaret edeceksin!-


 


 -Niçin bana hakaret etmek istiyorsun?-


 


 Cevap vermedi, yavaşça ayağa kalktı.


 


 Başka bir şey konuşmadan salondan çıkarak merdiveni indiler,


biraz evvel girdikleri kapının yanındaki odayı açan ev sahibi:


 


 -Burada yat... Benim odamdır. Ben yukarıda sedire uzanırım!- dedi.


 


 Misafir ses çıkarmadan içeri girdi.


 


 -Rahat uykular...- diyerek eline kapıya götürürken durdu,


arkadaşına döndü:


 


 -Gel seni bir kere kucaklayayım. Belki bir daha görüşemeyiz!..- dedi.


 


 -Neden? Yarın burada değil misin?-


 


 -Ben erkenden kalkar ve usulca giderim. Evinde kaldığımın


duyulması iyi olmaz. Gel, seni öpeyim, bilirsin ki eskiden


seni çok severdim...-


 


 Öteki -Şimdi?..- diye sormak cesaretini kendinde bulamadı.


 


 Birbirlerini kucakladılar. Öpüştüler. İkisinin de gözleri yaşarmıştı.


Misafir tekrar:


 


 -Rahat uykular!- dedi.


 


 -Rahat uykular!-


 


 Kapı yavaşça kapandı.


 


 Ağır ağır merdiven basamaklarını çıkarken, içinde, bir azası


yerini değiştirmiş, bir yeri boşalmış yahut bir yerine fazla bir


şey dolmuş gibi hisler duydu.


 


 -Söylediği şeylerde bir hakikat bulunabilir mi ki?..- diye


düşündü. -Zannetmem... Bütün dünya budala mı?.. İnsan acayip


mahluk... Kafası bir kere bir şeye saplanıverince en akıllısından


böyle bir mecnun doğuyor!..-


 


 Tekrar salona girince radyoyu karıştırdı. Birkaç İngiliz istasyonu,


senelerden beri nevileri değişmeyen dans havaları çalıyordu.


Düğmeyi sağa sola çevirdi; Leningrad'ın verdiği bir İngilizce


konferanstan başka bir şey bulamadı. Masasının başına


geçip oturdu.


 


 Bir türlü uykusu gelmiyordu. Dışarı çıkıp bir dolaptan bir


battaniye getirdi. Sedirin üzerine bıraktı. Uzun ve yorucu bir


mükalemeden (konuşmadan) çıkmış gibi kafası yorgun ve dağınıktı.


Halbuki bir şey de konuşmuş sayılmazlardı.


 


 Arkadaşının tepeden bakan gülüşü ve söz söylerken: -Bu


en açık hakikatleri de bana ne diye söyletirsin sanki?..- demek


isteyen kendinden emin ve isteksiz tavrı gözünün önünden gitmiyordu.


 


 Ona kızar gibi oldu. Ruhunun durgun suyuna attığı bir


taşla onu böyle rahatsız eden, iyi kurulmuş bir makine gibi senelerden


beri hiç aksamadan muayyen birkaç formül içinde işleyen


maneviyatını birden sarsan bu küstah eski dostun buna


hiç hakkı olmadığını düşündü.


 


 -Gidip onu kaldırayım ve münakaşa edeyim!..- dedi.


 


 Aşağı indiği zaman arkadaşının uykuya dalmış olduğunu


gördü. Elektriği yaktığı halde uyanmamıştı. Yüzü kendisini


hayrete düşürdü: Bu çehre, sanki demin yukarıda ona karşı


buzlanıveren gergin, sinirli yüz değildi. Burada, kendi yatağında,


çocuk gülümsemeleri ile mışıl mışıl bir delikanlı uyuyordu.


Bu uyuyanın polisten kaçan bir sergüzeştçi, cemiyete diş bileyen


bir adam olmasına imkan var mıydı? Şu anda muhakkak ki


aşk rüyaları görüyordu.


 


 Onu uyandırmaya kıyamadı. Tekrar odasına döndü. Sonra


düşündü ki, birkaç müphem manalı ve keskin cümleden başka


aralarında bir şey konuşulmuş değildi. Kendisi zihninde bu


mükalemeleri devam ettirmiş ve bir çıkmaza girmişti. Fakat


bunu düşününce titredi. Demek ki aşağıda uyuyanın dediği


doğruydu: Farkında olmadan bile biraz düşününce insanın rahatı


kaçacaktı.


 


 Masanın üzerindeki gazeteleri karıştırmaya başladı ve


üçüncü sayfada gözü bir yere ilişti, dikkatle okudu:


 


 Arkadaşının ismi geçiyor ve polis tarafından şiddetle arandığı,


fakat artık yakalanacağı, çünkü zabıtanın iz üzerinde bulunduğu


yazılıyordu.


 


 Birkaç satırla da, şimdiye kadar yaptığı cürümlerden bahsediliyor;


bu adamın iyi bir tahsil görmüş olmasına ve bir zamanlar


memlekete faydalı olacağı ümitlerini vermesine rağmen


bugün sosyal nizam için bir tehlike haline geldiği ve cemiyetin


sarih bir düşmanı olduğu anlatılıyordu.


 


 Uzun zaman bu satırlara baktı. Sonra ağır ağır mırıldandı:


-Düşman!-


 


 O zaman gözünün önüne geldi ki, arkadaşı ona hakikaten


bir düşmandan başka bir gözle bakmamıştır.


 


 Yüzü uzaklaştırıcı bir hava ile sarılan ve eski günleri hatırlayınca


yumuşar gibi olsa bile, bugüne döner dönmez bir kale


gibi kapanıveren ve ancak hücum için açılan bu adam bir -düşman-dı...


 


 -Bir gün o ve onun gibiler hakim olursa...- dedi ve ürperdi.


O zaman onunla karşı karşıya gelmeyi düşünmekten bile korkuyordu.


 


 Sonra, aşağıda; polisten kaçan ve kendi evine sığınan bir


zavallının kendisini bu kadar korkuttuğuna kızdı.


 


 -Aptal!- dedi, -Kuvvetin kendilerinde olmadığını bilmiyor!..-


 


 Evet, kuvvet kendisinde idi ve bütün bir devlet, polisleri,


candarmaları, mahkemeleri, hatta bankaları, mektepleri ve gazeteleri


ile kendisini koruyordu.


 


 Bir an içinde bütün bu müesseselerle olan yakınlığı ve arkadaşının


kendisinden hızla uzaklaşıp sisler, karanlıklar içinde


kaybolduğunu hissetti.


 


 Kendisine daha çok emniyet vermek için pencereye gidip


sokağa baktı. Ta ilerideki köşede bir polis dolaşıyordu. Hemen


pencereyi açıp onu çağırmak istedi; çünkü aşağıdaki orada kaldıkça


burada rahat uyuyamayacaktı. Fakat bağırsa sesinin onu


uyandırabileceğini düşündü ve geri döndü. Gazeteyi tekrar karıştırdı.


Demin bulduğu yeri bir daha okudu ve söylendi:


 


 -Polis izi üzerinde imiş... Ya benim evimde bulunursa?..-


 


 O zaman gözünün önünden karakollar, hapishaneler, mahkemeler


geçiverdi. Etrafına bakındı... Bu sıcak odadan, bu alıştığı


eşyalardan ayrılmayı düşündü ve bunun korkusuyla bütün


etrafındaki şeylere adeta yapıştı.


 


 Hayır, daha fazla duramazdı. Bir eli yavaşça telefona gitti;


öbür eliyle de rehberi karıştırıp numarayı bulduktan sonra telefonu


açtı.


 


 Karşısına gelen nöbetçi komisere meseleyi anlatıp telefonu


kapayınca bir rüyadan uyanır gibi oldu. Elleriyle başını tutarak


odada dolaşmaya başladı.


 


 Birçok fikirler birbirini kovalayıp başının içinden geçiyorlardı.


Kah: -En büyük alçaklığı yaptın, evine sığınan birini ele


verdin!- diyor, kah: -Bir düşmanı elimle saklamak beni koruyan


kuvvetlere hıyanet etmektedir...- diye düşünüyordu.


 


 Dakikalar geçtikçe büsbütün yerinde duramaz oldu. Demin


onun kendisini nasıl kardeşçe, nasıl içten ve nasıl inanarak


öptüğü aklına geldi: Yanakları tutuştu. Nihayet daha fazla dayanamadı,


aşağı inerek onu kaldırmaya, -Kaç, geliyorlar!- demeye karar verdi.


 


 Merdivenleri hızla atlayarak alt kata vardı. Arkadaşının


yattığı odanın kapısını açtı: -Kalk!- diye bağıracaktı, sesi


boğazında kaldı.


 


 Bir anda zihninden geçen bir düşünce onu durdurdu:


 


 Şimdi bir çocuk gibi uyuyan bu adam, doğrulur doğrulmaz


işi anlayacak, o insanı ezen gülüşüyle, o çelik gibi parlayan


gözleriyle kendisine bakacak ve bu onun karşısında küçülecek,


küçülecek, kaybolacaktı.


 


 Bu manzarayı gözlerinin önüne getirince ürperdi. Üzerinde


arkadaşının korkusuz, alaycı, kendine güvenen bakışı dolaşıyormuş


gibi silkindi. Onun karşısında bu perişan halde görünmek,


onu bütün sözlerinde tasdik etmekten başka bir şey değildi.


 


 Dakikalar geçiyordu.


 


 İki birbirine zıt his arasında ne yapacağını şaşıran genç


adam kapıda durmuş, yatağın üstüne elbiseleri ile uzanarak


kaygusuz bir serseri uykusuna dalan arkadaşına bakıyor, ara


sıra onu uyandırmak için bir adım atar gibi olduğu halde, uyanınca


onun nasıl bu güç vaziyette bile derhal kuvvetli olacağını


ve kendisinin, bütün büyük yardımcılarına rağmen nasıl küçülüp


zayıf kalacağını düşünerek duruyor ve terliyordu.


 


 Dışarıda ayak sesleri duyar gibi oldu ve her şeye rağmen


kararını verdi, birkaç adım ilerleyerek elini uykudakinin omuzuna


koydu.


 


 Tam bu anda sokak kapısına yavaşça vuruldu. Hemen oraya


koşarak kapıyı açtı. Bunlar, ikisi sivil, ikisi resmi dört


polisti.


 


 Sessizce içeri girdiler.


 


 Genç adam, girenlere, yarı aralık duran oda kapısını gösterdikten


sonra, acele adımlarla, gürültü çıkarmadan merdivenlere


doğru yürüdü, koşarak yukarı çıktı.


 


 Ayda Bir, Ocak 1936


 


 ...


 


 Bir Skandal


 


 İ


 


 Muallim olarak geldiğim şehir Orta Anadolu'nun bozkırlarında


bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor, yayılıyordu.


 


 Sıtma benizli kerpiç evlerden, yapraksız dallarını iri örümcek


ayakları gibi geren ağaçlardan ve nasıl dolaşıp hareket ettiklerine


hayrette kaldığım, hayatla alakası olmayan insanlardan


başka bu şehrin hususiyetleri yoktu.


 


 Şehre bir türlü ısınamadım, çünkü ısınmak niyetinde değildim:


İçimde gizli bir hiddetle buraya gelmiştim, sebebi basit:


 


 Şiddetle aşıktım ve bana aşık olmayı aklından bile geçirmeyen


sevgilimi İstanbul'da bırakmıştım.


 


 Yakıcı, kavurucu bir aşktı bu; beni deliye çeviren, geceleri


sabahlara kadar sokaklarda dolaştıran bir aşk. Fakat onu bu hale


sokan biraz da bendim. Aşkla tehlikeli bir oyuncak gibi oynamak


istiyordum... Lise ve üniversitedeki deliliklerimin bu en


delicesi idi... Zavallı kızcağız benimle ahbap olmak istemişti.


Halbuki daha iki kere konuşmadan ben kendisine abayı yakmış


ve herkese ilan etmiştim. Kız neye uğradığını bilemedi, şaşırdı.


Ben ona herkesin karşısında aşkımı ilan ettim. Yolda kendisini


gördüğüm zaman koltuğumun altından kitaplarımı düşürdüm


ve fenalık geçirir gibi duvarlara yaslandım. Adım adım onu takip


ettim ve baygın baygın yüzüne baktım, hulasa beni sevmemesi


için ne icap ettiyse yaptım. Ve kızın artık hakikaten bu


münasebetsizliklerden sıkıldığını, benden sinirlendiğini anladığım


gün ona sahiden aşık olduğumun da farkına vardım. İşte


geceleri sokakları dolaşmak, eşi dostu kandırıp içerek, onlara


dert yanmak gibi şiddetli aşk tezahürleri bundan sonra başladı.


Ne çare, artık iş işten geçmiş, kızı ciddiyetime inandırmak imkansız


olmuştu.


 


 Bazı gün evinin etrafında dolaşıp komşuların dikkatini, daima


pencere kenarında oturan kötürüm halasının hiddetini,


kendisinin de nefret ve asabiyetini üstüme çekiyor; bazı gün


onun ismini ağızlarına alan bir sürü arkadaşla dövüşerek yüzümü


gözümü mosmor ediyor, bazı gün de bir kahve köşesine çekilerek


aruz vezni ile aşıkane şiirler yazıyordum.


 


 Sevgilime değil, aşka, beni sarsan, serseri yapan, vukuat çıkartan


bir aşka aşıktım. İçimde boş durmayı hiç istemeyen; mütemadiyen


kımıldayan bir şeytan vardı ve bu şeytan, eskiden


beri, iş bulamadığı ve beni mektepten attıracak veya karakolda


geceletecek bir vakaya sevk edemediği zamanlar hiç olmazsa


birisine aşık ederdi... Ama kime olursa olsun...


 


 Deli gibi yaşıyordum o zamanlar... Ve başka türlü yaşamak


aklıma gelmiyordu. Etrafımdakileri hayrete düşüren bir zekanın


imtiyazlarından istifade etmekten başka bir şey istemiyordum.


 


 Belli başlı fikirlerim de yoktu.


 


 En büyük zevklerimden biri, mütefekkir geçinen birçok


adamları, saçmalığını kendimin de bildiğim fikirlerle susturmaktı.


Onlar bu doğru görünen, fakat manasızlığını aklıselimin


derhal anlaması mümkün olan lakırdı kalabalığı karşısında


hayret ve takdirle ağızlarını açarken ben deli bir kahkaha sağanağını


zor zapt eder, biraz evvelkinin tamamen zıddı yeni birtakım


mütalaalar beyanına başlardım. Bunlar bana zekanın en


tabii hakları gibi geliyordu. Kendi kendime:


 


 -Budalalarla alay etmeyecek olduktan sonra niçin zeki oldum?-


diyordum. Ve etrafımdaki insanlar arasında bir parçacık


olsun budala olmayanlar nadirdi. Aklıma eseni yapıyordum,


çünkü etrafım her yaptığımı hoş görmüş, beni hareketlerime


gem vurmamaya alıştırmıştı. Başkaları için ayıp olan şeyler


bende affediliyordu. Gerçi hareketlerimin iyi veya fena olanlarını


ayırmakta güçlük çekmiyordum, fakat etrafımın bana verdiği


bu fazla nefis itimadı en kötü vaziyetlerden bile kurtulmamın


kabil olduğuna beni inandırmıştı.


 


 Hiç düşünmeden yaşıyor, her şeyi kaprislerime bırakıyor


ve bol bol aşık oluyordum; hem de deli gibi aşık... En ilerlemiş


vaziyetlerde bile derhal toplanacağımdan emindim ve kalbim


aklımın itaatli bir uşağı idi. Eğer istediği gibi at oynatıyorsa bu


kafamın bu işte bir mahzur görmeyerek bunlara müsaade etmesiyle


oluyordu.


 


 Zekanın bazan kendisinde söz söylemek iktidarı görmeyerek


susabileceğinden ve dünyanın en kuvvetli adamının bile


bazan eli ayağı bağlanmış gibi acze düşebileceğinden habersizdim.


İrademizin ve dimağımızın karışamadığı meçhul kuvvetlere


dair; içimizdeki namütenahi gizli yanardağlara dair bir fikrim


bile yoktu. Etrafımda yalnız aciz ve hamakat (ahmak) gördüğüm


için kendimi olduğumdan çok kuvvetli sanıyordum. -Budala-lar


beni haddinden fazla şımartmışlardı.


 


 İİ


 


 Bu şehre geldiğim zaman işte vaziyetim bu merkezde idi.


 


 İlk olarak şehrin münevver sınıfı ile temasa geldim; ama ne


temas, ne münevver sınıf!


 


 Bir gece, galiba geldiğimin ikinci gecesi idi, bizim mektebin


muallimlerinden biriyle kulüp kılıklı bir yere gittik. Beş on kişi


toplanmış, güya radyo dinliyorlardı. Ben girdiğim zaman hararetli


bir münakaşa vardı; biraz dinleyince alaturka-alafranga


musiki münakaşası olduğunu anladım. İşin tuhafı, bu münakaşa


bizde mutat olduğu üzere: -Alafranga bizim ruhumuza uygun


değildir, kuru gürültüdür!- veya -Hayır, alaturka basittir,


monotondur, ruhları uyuşturur- gibi, meşhur musikişinaslarımızın


makalelerinden alınma cümlelerle değil, gayet orijinal bir


tarzda cereyan ediyordu: Münakaşacılardan biri ötekinin Anadolu'nun


bir köşesinde bulunan memleketini zikrederek orada


alafranga musikiyi öğrenmek ve anlamak değil, duymak bile


mümkün olmadığını söylüyor, diğeri ise çocukluğundan beri


alafranga ile kulağı dolu olduğunu, memleketindeki bir komşularının


mükemmel bir gramofonu bulunduğunu ve daha yedi


yaşında iken -Tuna Dalgaları-nı ıslıkla çalacak kadar ruhunun


alafrangaya ısındığını ileri sürüyordu. Bizdeki gibi beş on


kişiyi değil, milyonlarca adamı iki dakikada ağlatmak veya


güldürmek ve neşelendirmek iktidarında olan bir musikinin


hararetle müdafaasını yapıyor, büyük bestekarlardan ve onların


hayatlarından, pek de münasebeti olmayarak misaller getiriyordu.


Yalnız bu sırada bazı sinema artisti isimlerini musikişinas


isimleri diye yutturduğu nazarı dikkatime çarptı. Sinema


gibi pek de ciddi olmayan bahislerdeki cahilliklerinden istifade


ederek karşısındakileri mağlup etmeye çalışan bu genç sinirime


dokundu ve hemen söze karıştım:


 


 -Aman birader, bu isimde bir artist vardır, ama bestekar


var mı bilmiyorum!-


 


 Öteki hiç tereddüt etmeden cevap verdi:


 


 -Şey canım, yanlış söyledim, şey diyecektim...-


 


 Bu sefer de İstanbul'a gelen Macar takımı kalecisinin ismini


attı, ben de bu delikanlının musikide değilse bile sinema ve


spor hususunda epeyce malumatlı olduğunu tespit ettim.


 


 Bana fikrim sorulduğu zaman, -Vallahi pek aklım ermez!-


diyerek sustum.


 


 Bahis biraz sonra daha ciddi meselelere, siyasiyata intikal


etti:


 


 -Buhran fena, halimiz ne olacak bilmem!-


 


 -Ah bir harp çıksa!-


 


 -Deli misin be!-


 


 -Neden? Biz harbe karışmayız. Umumi harpte tecrübesini


gördük... Bu sefer bitaraf kaldık mı, sat harp eden milletlere


yumurtayı, sat tavuğu, sat buğdayı, bak buhran filan kalıyor mu?-


 


 Hakikaten ben bu usulü düşünmemiştim; yalnız pek az bir


zaman sonra daimi encümen azasından biri bu sene kuraklık


yüzünden mahsul olmadığını ve hariçten buğday ithal edilmesi


lazım geldiğini söyledi. Bu fikri biraz evvel musip mütalaa


(doğru, isabetli düşünce) ile bir türlü telif edemedim.


 


 Bir mühendis uzun müddet edebiyattan, bir doktor bahçesinde


yetiştirdiği çiçeklerden bahsetti ve bir lise muallimi belediyenin


yeni yaptırdığı şehir planını tenkit etti. Nihayet bu ciddi


bahislerden yorulan münevverler sözü havaiyata döktüler;


ben de bu -havaiyat- bahsi esnasında, bir ilk mektep hocasının


karısından boşanma davası açtığını, eczacı Nahit Bey'in bir eğlencede


fena halde dayak yediğini, bazı mektep talebesinin kötü


şöhretli bir kahveye devam ettiklerini ve oldukça büyük memurlardan


birinin dün akşam bütün maaşını pokere verdiği


için iki gecedir evine gidemediğini öğrendim. Bu laflar da bittikten


sonra birkaç kişi gerine gerine esnedi ve herkes yavaş yavaş


şapkasını, bastonunu alarak evine dağıldı.


 


 Yaman şeydi bu bizim memleketin münevverleri vesselam...


 


 İİİ


 


 Bazı aileler kendi aralarında toplanarak gece eğlentileri yapıyorlardı.


 


 Bu toplantılarda tombala oynanıyor, dedikodu yapılıyor,


bazan da ufak poker partileri çevriliyordu. Şehrin yüksek sosyetesine


mensup kimselerin devam ettiği bu meclislere ben de


bir vesile ile girmek imkanını buldum: Çünkü, bir bekarın böyle


aile kadınlarının bulunduğu bir meclise girebilmesi, mebus intihap


edilmesinden daha güçtü.


 


 Bu muhit, şehrin bu en güzide muhiti fikri hayat itibarıyla


merhamete şayandı. Bilhassa o kadınların cehaleti, küstahlığı


ve benlik davası. Ve bilhassa o erkeklerin basitliği...


 


 Bundan evvelki hayatımda sergüzeşt ve maceralarımdan


başka bir şey düşünmediğim ve kendi hayatımdan başkasını


görmediğim için bizim içtimai hayatımızın pek aşinası değildim.


Burada iş güç olmadığı için etrafıma dikkat ettim ve dehşet


içinde kaldım.


 


 Erkekler belki mühendis, belki doktor, belki avukat veya


muallim olmuşlardı, fakat bunu bir fikir ihtiyacı olarak değil,


iyi karnını doyurmak, iyi giyinmek, güzel karı alabilmek için


yapmışlardı. Yani dimağ gibi en asil bir uzuvlarını midelerine


ve tenasül cihazlarına uşak olarak kullanıyorlardı. Yalnız ekmek


parası düşünen ve asıl vazifelerini, tefekkür (düşünme) kabiliyetlerini


tamamıyla unutarak basit birer makine haline giren bu kafalarda


akıl, saf ve maddiyatın dışına çıkabilmiş akıl, artık lüzumsuz


bir şeydi. Münevverlerimizde dimağların rolü körbağırsağınkinden


daha fazla değildi.


 


 Dünyaya, millete, devlete, vatana dair muayyen ve ezberlenmiş


fikirleri vardı ve bunların suya sabuna dokunmamasına


azami derecede dikkat ediliyordu. Bu vatanperverlerle ilk çatışmamız


da böyle bir vesile ile oldu.


 


 Yine bir aile toplantısında kadınlar bir kenara çekilmiş, fiskos


ediyorlar ve erkekler şundan bundan konuşuyorlardı. Bir


aralık söz, köylüye, köylünün dertlerine intikal etti; kuraklıktan,


kıtlıktan bahsolundu ve gözü mebuslukta olan Vasaf Bey


isminde muhteremce bir zat:


 


 -Fakat ne de olsa, köylü bizim efendimizdir- dedi.


 


 Ben derhal lafa karıştım; geldim geleli hiç bu kabil münakaşalara


girişmemiş olduğum için herkes sustu ve kulak verdi, ben sordum:


 


 -Niçin?-


 


 Öteki, sualime hayret eder gibi yüzüme baktı:


 


 -Niçin mi? Bizi besleyen, bizi ve memleketi doyuran odur


da ondan!-


 


 -Yalnız bir şey söyleyeceğim: Efendi diye başkasını çalıştıran


ve ona hükmünü geçirene derler; çalışıp çabalayıp en sonunda


elindekini bir hiç mukabilinde verenlere değil...-


 


 Herkes şaşkın gibi yüzüme bakıyordu. Ben bir kere kendimi


unutmuştum. Eski pervasızlığım, heyecanımla devam ediyordum:


 


 -Rica ederim, biraz hakikatlere bakalım, mesela biz şehirliler


de hükümete vergi veririz değil mi? Buna mukabil hiç olmazsa


sokağımızda bozuk bir kaldırım, yollarda sönük bir lamba,


evlerimizin ve şahsımızın selameti için mevcut olduğu söylenen


bir zabıta vardır; çocuklarımızı hiç olmazsa boş gezmekten


kurtaracak bir mektep buluyoruz. Fakat sorarım size: Köylü


verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur,


sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün


birinde bile yoktur. Candarma oralara asayişten ziyade


vergi tahsilini temin için gider. Kendimizi aldatmayalım, köylü


mütemadiyen vermiş, buna mukabil hiçbir şey, kelimenin bütün


manasıyla hiçbir şey almamıştır. Bunları itiraf etmek belki


eğer bir parça vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin


boğazımızda kalmasına sebep olacaktır ve ihtimal vicdanımızın


sadasını duymamak için: -Köylü efendimizdir!- gibi cümleler


güzel birer morfindir. Fakat hiçbir cümle hakikati değiştirmek


iktidarında değildir.-


 


 Sustum, etrafımdakilerin yüzüne baktığım zaman şaşırdım,


muhterem zat da dahil olduğu halde hepsinin çehresinde


bir şaşkınlık, bir korku vardı.


 


 Aynı zamanda bana kızgın nazarlarla bakıyorlardı. Kadınlar


da lakırdılarını bırakıp etrafımıza gelmişlerdi, hiçbir şeyin


farkında olmayarak onlar da umumi korkuya ve şaşkınlığa iştirak


ediyorlar, bana kocaları gibi hiddetli hiddetli bakıyorlardı.


Yalnız bu şişman, pudralı ve hususiyetsiz çehreler arasında


bir genç kız gözüme çarptı. Temiz bir yüzü vardı ve çok güzeldi;


o kadar ki, başka tarafa bakarsam göreceğim her şeyin bu


çehrenin kafamdaki aksini bulandıracağını zannediyor, gözlerimi


yüzünden ayıramıyordum. O da olan bitenden bir şey anlamış


değildi, yalnız bana herkes gibi hiddetle bakmadığını


gördüm. Bu genç kız nedense hiçbir şey anlamadan benimle


beraberdi.


 


 Herkesi bir soğukluk kapladı ve ben, beni buraya getiren


arkadaşımla beraber çıktım. Bu arkadaş kendisini müşkül mevkide


bıraktığım için bana fena içerlemiş, beni getirdiğine de, getireceğine


de pişman olmuştu, çıkar çıkmaz:


 


 -Gördün mü ettiğin haltı?- dedi.


 


 -Ne olmuş?-


 


 -Daha ne olacak, sen bu küçük şehir hayatını bilmezsin;


yarın rivayetleri seyret. Sözlerinin nasıl değiştiğine sen bile


şaşacaksın.-


 


 -Ne söyledim canım?-


 


 -Açıktan açığa muhalefet yaptın ayol!-


 


 -Allah Allah... Abdülhamit zamanında değiliz ya, tabii düşündüğüm


ve doğru bulduğum şeyleri açıkça söyleyeceğim;


söylediklerim yalan mıydı, sen ondan bahset.-


 


 -Yalan değil, değil ama...-


 


 -O halde kes lakırdıyı. Hem ben ne söyledim Allah aşkına?


Köylüyü müdafaa etmedim mi? Yasak mı bu?-


 


 O mırıldandı:


 


 -Köylüyü müdafaanın filan ne lüzumu var efendim?-


 


 -Sus, böyle söyleme, köylü bizim efendimizdir!..-


 


 İV


 


 Bir gün şehrin gezinti yeri makamında olan bir tepede otururken


karşıdan beş altı kadından ibaret bir grup sökün etti. Yanımdan


geçerken birisini gözüm ısırdı. Bunu muhakkak bir


yerden tanıyacaktım. Sonra aklıma geldi: O münakaşa akşamı


bana dost gözlerle bakan genç kızdı. Bu sefer de baktı. Öyle


manalı filan bakmadı; fakat baktı ve ben nedense bu bakıştan


lüzumundan fazla memnun oldum.


 


 Derhal kendi kendime şu muhakemeleri yürütmeye başladım:


 


 -Bu kızın bakışından memnun oldum ve heyecanlandım,


bu muhakkak. Neden? Galiba Selmin'e benziyordu da ondan


(Selmin, İstanbul'da bıraktığım sevgilimin ismi idi). Ama oğlum,


kendini aldatma. Bu hanım kızın Selmin'e benzer tarafı yoktu...


 


 -Şu halde ne olabilir? Aşık değilim, buna imkan yok. Çünkü


ben daima ilk görüşte aşık olurum. Halbuki iki gün evvel


gördüğüm bu kızı neredeyse bugün tanıyamayacaktım. Demek


ki aşık olmak şöyle dursun, çehresini hafızamda güç zapt etmiştim...-


 


 -İyi ama, neydi o deminki heyecan? Bak, hala kalbim çarpıyor...


İnsan anlaşılmaz mahluk vesselam... Adaaam sen de!..-


 


 Ve başka şeyler düşünmeye başladım.


 


 Uzun müddet tek başıma dolaştım. Ortalık kararınca evin


yolunu tuttum. Deminki genç kız yine aklıma geldi:


 


 -Ne tuhaf yüzü var! İnsana garip bir çekingenlik veriyor.


Güzel kadınlara karşı şimdiye kadar duyduğum şeyleri bu kızcağıza


karşı duymadım. Mesela ben güzel bir kadın gördüğüm


zaman muhakkak en evvel öpmek arzusu duyarım: Kucaklamak,


öpmek ve sonra... bırakmak. Şimdiye kadar kadınlara


karşı olan hissiyatımda daima biraz da istihfaf ve hakimiyet karışıktı.


İlk defa bu çok güzel kızı öpmek arzusu duymuyorum.


İlk defa olarak bu genç kıza karşı içimde hürmete benzeyen


şeyler beliriyor. Galiba Anadolu, insanı romantik yapıyor da


ondan... Gülünç şey...-


 


 Tekrar başka şeyler düşünmeye başladım: Taaa yatıncaya


kadar. Yatakta hiç farkında olmayarak yine aklıma geldi. Kendi


kendime güldüm. Fakat hayalimdeki çehreyi çıkarıp atmak cesaretini


kendimde bulamadım. Daha doğrusu bunu istemedim.


Bu kızı düşünmek bana tuhaf bir zevk vermeye başlamıştı. Düşüncelerimde


devam ettim:


 


 -Evet, bu kız şimdiye kadar duymadığım birtakım hislerin


bende uyanmasına sebep oldu.


 


 -Bunların aşk olmasına ihtimal yok. Çünkü kendisine malik


olmak arzusunda değilim. O halde bu bilmediğim hislerin


manası nedir? Kendisini gözümün önüne getirince yalnız bu


güzel çehre ile karşı karşıya oturmak, onu uzun uzun seyretmek


istiyorum. O zaman adeta bir yorgunluktan dinleniyormuş


gibi olacağım. Hatta şimdi bunları düşünmek bile bana


tatlı bir sükunet hissi veriyor: Aşık olduğum zaman duyduğum


ıstıraplı ve yakıcı heyecanlara hiç benzemeyen bir sükunet hissi.


Fakat bu kızın benim üzerimde yaptığı bu tesir nedir? Kendisini


on dakika bile devamlı görmediğim halde bütün gün onu düşündüm!..-


 


 Bir türlü uyuyamıyordum. Dimağım şimdiye kadar bende


tesadüf etmediği bu acayip hislerin menşeini bulmadan rahat


etmek niyetinde değildi.


 


 Birdenbire, hiç farkında olmadan dudaklarımın arasından


şu sözler döküldü:


 


 -Ah, böyle bir kardeşim olsa!-


 


 Derhal doğruldum. İçimde büyük bir hafiflik vardı, ancak


çok tatlı ve güzel rüyalarda görülen bir hafiflik. Kendi kendime


tekrar ettim:


 


 -Ah, böyle bir kardeşim olsa!-


 


 İnsan kendini ne kolay aldatıyor. Kafam hemen rehavetle


yastıklara doğru kaydı. Güzel ve şefkatli bir hemşirenin


kollarındaymış gibi tatlı bir uykuya daldım.


 


 V


 


 Bu şehir, bu şehrin insanları sahiden canımı sıkmaya başladı.


Açık saçık iki laf söylemeye imkan yok, derhal çehreler değişiyor


ve birisi kulağıma eğilerek:


 


 -Bırak bu lafları Allah aşkına, ortalığı düzeltmek sana mı


kaldı?- diyor.


 


 Ortalığı düzeltmek bana kalmadı ama, memleket ahvaliyle


alakadar olmaktan bu kadar sersemce bir çekingenllkle kaçan


bu adamlar artık bende nefret uyandırmaya başladı. Bilhassa:


-Hakkın var, var ama, bunları söylemenin sırası değil!- diye


beni candan ikaz etmek isteyenlere müthiş sinirleniyorum. Fikirlerime


itiraz etse, nihayet düşündüğünü söylüyordur ve fikirler


bir dereceye kadar hürmete layıktır.


 


 Fakat bana: -Doğru düşünüyorsun ama, bunları söyleme!-


diyen adam. adeta namussuzluk tavsiye ediyor demektir ve bu


sersemler bunun farkında değil. Başkalarının malına, canına,


karısına hürmet etmeyi bilen bu adamlar -tabii yalnız sözde-


bunların hepsinden daha kuvvetli ve mühim olan fikirlere, kanaatlere


hürmet etmeyi bilmiyorlar. Bunu lüzumsuz, manasız


buluyorlar. Hatta birçokları için bir fikir ve kanaat sahibi olmak


yalnız lüzumsuz ve manasız değil, aynı zamanda tehlikeli ve


ayıp bir şey, muayyen fikirleri olan, yani kendisine düşünmek


için bir kafa verilmiş olduğunu unutmayan bir adama cemiyetin


sükunetine bomba koymaya gelmiş bir anarşist nazarıyla


bakıyorlar.


 


 Kendileriyle daha fazla temas beni sıkmaya, sinirlendirmeye


başladığı için yavaş yavaş kendimi çektim. Şimdi bütün şehirdeki


en iyi ahbabım, kitaplarım için bir dolap yaptırdığım


marangoz Fazıl. Her gün mektepten çıkınca dükkanına gidiyor,


hem onu çalışırken seyrediyor, hem konuşuyorum.


 


 Bizim arkadaşlar arasında tabii bu iyi tesirler bırakmıyor:


-Kendi ayarımda olmayan- adamlarla düşüp kalktığım için beni


ayıplıyorlar. Hatta bir gün mektep müdürü bile bunu hafifçe


çıtlatacak oldu: Mühim bir şey söyleyecekmiş gibi beni yanına


çağırdı:


 


 -Nurullah Bey, daha gençsiniz, tecrübesizsiniz, ateşlisiniz.


Ben sizin ağabeyiniz sayılırım, hani aklınıza bir şey gelmesin,


fakat biraz daha ağır davranınız, her yerde açılmamanızı sizden


rica edeceğim; yok, bir şey olduğundan filan değil; fakat


malum, dedikodulu muhit!..-


 


 -Ne yapmışım müdür bey?-


 


 -Canım, bir şey yaptığınızdan değil. Fakat burada hiç yoktan


adamın aleyhinde cereyan uyandırmayı meslek tutmuş


olan kimseler vardır, hakkınızda söylenenleri bir duysanız!-


 


 -Ne diyorlar?-


 


 -Dehşetli bir muhalif, hükümete filan atıp tutuyor diyorlar!-


 


 -Yalan!-


 


 -Yalan olduğunu ben de biliyorum, sizden böyle hafiflikler


tabii beklenmez, ama gelin de bunu anlatın...-


 


 -Ne halt ederlerse etsinler, vız gelir bana!-


 


 -Böyle deme Nurullah Bey, siz buraları tanımıyorsunuz!-


 


 -Allah aşkına müdür bey, bu cümleyi ikide bir elbirliği etmiş


gibi bana tekrarlayıp durmayınız. Ben Merih yıldızından


gelmedim. Ben de bu memleketin çocuğuyum, buraları ben de


sizin kadar, belki sizden iyi tanırım.-


 


 Müdür acı acı güldü. İçinden bana -zavallı- dediği muhakkaktı.


 


 -Vallahi siz bilirsiniz!- dedi. -Ben sizi kardeşçe ikaz etmek


istedim. Sonra sizin kendi seviyenizde olmayan insanlarla fazla


düşüp kalktığınız da söyleniyor, bilmem ki...-


 


 Derhal atıldım:


 


 -Konuştuğum adamlar bu memleketin namuslu hemşerileridir


müdür bey, ekmeklerini içtimai dalaverelerle değil, alınlarının


teriyle kazanan hemşerilerdir.-


 


 -Fakat sizin fikri seviyenizde olmadıkları için fazla temasınız


nazarı dikkati celbediyor.-


 


 Hanginiz bir fikri seviyedesiniz, hatta hanginizin bir fikri


var ki sizinle konuşayım, diye bağırmaktan kendimi güç zapt


ettim. Yalnız:


 


 -Müdür bey- dedim, -onlar kendi seviyelerini bilen, bunun


haricine çıkmayı akıllarına bile getirmeyen adamlardır; bilmedikleri


şeylere burunlarını sokmazlar; bildikleri şeyleri oldukça


iyi bilirler. İhtirasları mahdut ve kabiliyetleriyle mütenasiptir.


Hulasa benim seviyemde olan adamların tamamen zıddı.


Bunlarla olan münasebetim beni tatmin etmese bile hiç olmazsa


sinirlendirmiyor. Bırakın beni kendi halime...-


 


 Müdür: -Siz bilirsiniz- diye mırıldandı; fakat: -Sen görürsün!-


demek istediği besbelliydi.


 


 Vİ


 


 Nihayet günün birinde o kızla daha yakından tanışmak


mümkün oldu.


 


 Ailesinin ve bir sürü kötüsü çok insanın yanında göze batmadan


uzun uzun konuşmaya imkan yoktu. Mektebine, derslerine


dair birkaç sual sordum; başını yere eğerek ve ayaklarının


ucuna bakarak kısa cevaplar verdi. İsmi Beria idi, mektebi geçen


sene bitirmişti; bir seneden beri de derslere dair aklında bir


şey kalmamıştı. Neleri mi seviyordu? Ara sıra sinemaya gitmeyi,


roman okumayı filan. Tabii canı sıkılıyordu, ama ne yapılır


başka bu şehirde?


 


 Söylediği buna benzer şeylerdi. Fakat bu basit laflar onun


minimini ağzından çıkarken öyle tatlı ve cazip bir ahenk alıyordu


ki insan asla sıkılmıyordu.


 


 Çehresinin her uzvu yakından bakıldığı zaman ayrı ayrı


güzel olmamakla beraber hep birden nadir ve fevkalade bir


ahenk teşkil ediyorlardı. İnce, beyaz, çok mütenasip bir boynu,


narin bir vücudu, omuzlarına dökülen koyu kumral kıvırcık


saçları vardı.


 


 Ben onu dinliyordum. Hayret! En zeki ve güzel kızları bile


dinlemekten sıkılan, kadınlarla yalnız aşıkdaşlık etmekten hoşlanan


ben, ciddi konuşan kadınlara için için gülen ve onları


baştan çıkarmak için planlar yapan ben, bu genç kızın basit


sözlerini samimi bir alaka ile ve akıllı uslu dinliyordum.


 


 Zaman geçtikçe birçok kereler daha görüştük. Tabii gayet


ciddi. Hiçbir şey istemiyor, yalnız onu görebilmek, onun sesini


işitebilmek arzusunu duyuyordum. Bir zamanlar bana yabancı


gelen bu arzuları gülünç bulmaktan da vazgeçmiştim. Fikirlerim


birdenbire değişmişti: Artık zekayı her şeyin fevkinde bulmuyor,


hayatta ondan çok daha kuvvetli, çok daha hürmete layık


şeyler bulunduğunu seziyordum.


 


 Budala adam olmadığım için kendi kendimi aldatmaya devam


etmiyor, bu tahavvüllerde (değişme; bir halden başka bir


hale girme) Beria'nın büyük rolü olduğunu itiraf ediyordum.


Hayatımda ilk defa olarak başka birisinin tesiri altında kalmıştım.


Tuhaf değil mi, bundan hiç müteessir olmuyordum: Tesiri altında


kaldığım kimsenin benden zayıf olduğunu bildiğim halde...


 


 Hem de niçin o benden zayıf olsun? Zekayı ve aklı en büyük


kuvvet farz ediyoruz. Fakat bakalım bazı akıllıların kendilerine


göre verdikleri bu kıymet hükümleri doğru mu?


 


 Eşyaya kendi dimağımızın mikyasları ile kıymetler veriyor,


bunlara körü körüne inanıyoruz. Halbuki tabiatın, asıl idare


eden kuvvetin verdiği kıymet hükümleri bizimkilerden kim bilir


ne kadar ayrıdır.


 


 İşte ben de, kuvvetli olduğunu sandığım ve bana daima


böyle olduğu tekrar edilen zekanın, şimdiye kadar hiç tesadüf


etmediğim, hatta mevcudiyetinden bile haberdar olmadığım


kuvvetler karşısında eli kolu bağlandığını görüyor, şaşırıyordum.


 


 Hiçbir telkin; hiçbir nasihat beni biraz olsun sükunete getiremezdi.


En akıllıların sözlerinde bile zayıf ve alay edilecek taraflar


bulmakta büyük bir maharet sahibi idim. Halbuki bu


genç kız, bana bir tek kelime ile böyle bir şey teklif etmediği,


bir tek tavrıyla benden böyle bir şey istemediği halde onun


mevcudiyeti beni sakinleştirmiş, ağırlaştırmıştı. Beni asla anlamadığı


muhakkaktı; ben de onu pek anlamış değildim. Birbirimizi


anlayan bir tarafımız herhalde vardı. Fakat bu, biz farkında


olmadan işini yürütüyordu. Yani şuurumuzun haricindeki


bir kuvvet, bir amil, bizi ve bizim aklımızı hiçe sayarak istediği


gibi hareket ediyordu ve biz bilmediğimiz, anlamadığımız kuvvetlere


itirazsız itaat, inkıyat (boyun eğme) mecburiyetinde olduğumuzu


görüyorduk.


 


 Muhakkak ki o da aynı halde, fakat tabii daha şaşkın ve bihaber


vaziyette idi. Bazan etrafından çekindiği, belki de ne yapacağında


mütereddit kaldığı ve muhakkak bir hareket tarzı


seçmek istediği için bana soğuk davranır, suallerime kısa ve


susturucu cevaplar verirdi. Fakat ben bu şekil hareketten muğber


olduğumu (gücendiğimi) anlatacak bir tarzda yanından uzaklaşmak isteyince


derhal manasız ve çabuk bulunmuş bir sual ile beni


durdurur, dargın gitmemin bu şekilde önüne geçmek isterdi.


Bir zamanlar bunları dünyanın en gülünç, en soğuk ve çocukça


hareketleri telakki ederdim, şimdi ise gayet tabii, korkunç derecede


tabii buluyordum. Beni elinde tutan kuvvet yalnız itaat


değil, aynı zamanda hürmet ettirmesini ve inandırmasını da biliyordu.


 


 Hayatımın bir dönüm noktasında olduğumu fark ediyordum.


Boş yere çabalamamak ve akıllıca teslim olmak için kararımı


kati olarak verdim: Bu genç kızla hayatımı birleştirecektim.


 


 Vİİ


 


 Bu kararı verdikten sonra yavaş yavaş daha düşünceli hareket


etmeye, etrafı da kollamaya başladım. Eski pervasızlığımı


şimdi lüzumsuz buluyor, eski sergüzeştlerime istihfafla değilse


bile lakayt gözlerle bakıyordum. İçimde müthiş bir yorgunluk


hissi vardı. Tıpkı bir nöbetten sonra gelen rehavet gibi... Yalnız


dinlenmek, mutlak bir sükun içinde dinlenmek istiyordum.


Nasıl bir fırtına bittikten sonra bile dalgalar bir müddet yorgun


kımıldamalarla harekette devam ederlerse, bende de herhalde


bazı ufak tefek taşkınlıklar eksik olmuyordu; fakat bunların da


zamanla geçeceği tabii idi.


 


 İşte tam bu sıralarda bütün hayatıma tesir eden tesadüf vukua geldi.


 


 Buranın muallimler birliği ara sıra eğlenceler vermeye özeniyordu.


Bu eğlenceler ekseriya perşembe akşamları ve muallimleri


bir araya toplayabilmek için yapılıyordu. Fakat manzara


bazan çok tuhaftı:


 


 Kadınlar bir kenara çekilip kendi aralarında konuşuyorlar,


erkekler de başka bir kenarda kahkahalı musahabeler yapıyorlardı.


Bu hal bazan dağılıncaya kadar devam ediyor, bazan da


birlik reisinin ve muallimlerden birkaçı tarafından vücuda getirilen


cazbandın gayretiyle sonlara doğru hakikaten bir eğlence


çehresi alıyordu.


 


 Böyle bir perşembe akşamı, yeni gelen bir muallim kadınla


tanıştım. Kız mekteplerinden birinde resim hocası idi ve diğer


meslektaşlarına hiç benzemeyen bir serbestliği, bir şuhluğu


vardı. Derhal ahbap olduk, hem adamakıllı... Bana İstanbul'dan,


oradaki akrabalarından uzun uzun bahsetti. Sempatisini


saklamayacak kadar serbest ve açıktı. Güzel olmamasına


rağmen hoşa giden bir yüzü, mat ve güzel bir teni vardı, fakat


bilhassa nerede bulunduğunu bilmiyor zannettirecek kadar etrafına


ehemmiyet vermeyişi beni hayrete düşürüyordu.


 


 Ya hakikaten muhite ehemmiyet vermeyecek kadar kendisini


kuvvetli ve emin hissediyordu, yahut da ne yaptığının farkında


olmayacak kadar çocuk ve düşüncesizdi. Fakat benimle her


zaman görüşmek istediğini söylediği zaman memnun oldum ve


hakikaten bundan sonra kendisini sık sık görmeye başladım.


 


 Hayatımın şeklini değiştirmek üzere olduğum bu zamanlarda


bu genç kadın bana eski günleri hatırlatan bir şey gibiydi.


Bunda da Selmin'e ve diğer bir sürü sevgililerime benzeyen taraflar


vardı ve ben eski Nurullah olsaydım kendisine muhakkak


delice aşık olurdum. Şimdi ise basit ve bana hoş gelen bir


arkadaştan başka bir şey düşünmüyordum. İçerimde hala eski


Nurullah'tan kalma bir şeyler vardı ve ben onlara hiç olmazsa


bu kadarcık bir tatmini çok görmüyordum.


 


 Aklıma başka herhangi bir ihtimal gelmediği için çok açık


ve samimi davranmaktan da çekinmiyordum.


 


 Bir gün anlatıp duruyordu:


 


 -Vallahi Nurullah, hiç arkadaşlığa filan itimadım kalmadı...-


 


 -Ne münasebet?-


 


 -Kiminle samimi bir arkadaşlık tesis etmek istediysem olmadı...


Ne kadar fenadır şu erkekler: Bir sene güzel güzel konuşuyorlar


da en sonunda ilanı aşk ediyorlar...-


 


 -Allah Allah!- dedim; -bir sene nasıl sabrederlermiş?..-


 


 Katıla katıla güldü...


 


 Bir gün de:


 


 -Ben çok fakir bir kocaya varmak istiyorum. On parasız bir


kocaya!..- diyordu. Cevap verdim:


 


 -Kızım, bu sözünü bir izdivaç teklifi gibi telakki ediyor,


şiddetle reddediyorum!..-


 


 Bir kahkaha daha... Ve böyle devam ediyordu...


 


 Sözlerimi mütemadiyen tartmak, her hareketimde etrafıma


dikkat etmek mecburiyetinde olduğum bu şehirde kendisiyle


endişesiz ve serbest iki laf atabildiğim bu kadın zararsız bir


arkadaştı benim için... Fakat fazla bir şey değildi ve olmasına da


ihtimal yoktu...


 


 Vİİİ


 


 Fakat bu arkadaşlık hiç beklemediğim neticeler aldı ve


bunları değiştirmek benim elimde değildi. Bütün vukuat hayret


verecek bir süratle cereyan etmiş, ben başımın üstünde dönen


bu hadiselere, şaşkın bakakalmıştım.


 


 Bir gün yolda Şükufe'ye rastladım (Şükufe yeni arkadaşımın


ismiydi). Beni uzaktan görünce acayip bir tavır aldı, yolunu


değiştirmek ister gibi yaptı. Ben anlamayarak ona doğru bakarken


yanıma yaklaşmış bulundu. Kendisinde şimdiye kadar


görmediğim sert ve ciddi bir tavırla:


 


 -Nurullah Bey-, dedi, -bundan sonra sizinle görüşmeyeceğim,


size çok dargınım...-


 


 Afalladım ve sordum:


 


 -Ne oldu yahu?-


 


 -Siz gayet iyi bilirsiniz!-


 


 -Vallahi bir şeyin farkında değilim!-


 


 -Öyleyse öğrenirsiniz!-


 


 -Söyleyin şimdi canım!-


 


 -Olur mu böyle sokak ortasında?-


 


 -Peki, ben mektebe gelir sizi görürüm!-


 


 Cevap vermeden yürüdü. Olduğum yerde bir müddet kaldım.


Olan bitenden bir şey anlamış değildim. Şaşkın şaşkın gülümsemeye


çalışıyor, fakat beceremiyordum. Bu haddizatında


çok gülünç hadisesinin muhakkak ki adamakıllı ciddi tarafları


vardı.


 


 Düşündükçe içerlemeye başladım; şimdiye kadar hiçbir


kadın bana karşı bu şekilde davranmak cesaretinde bulunmamıştı.


Evvela, buna meydan verecek şeylerden kaçınır ve herkese


tahammül edebileceği şekilde muamele ederdim. Sonra hepsi,


böyle lüzumsuz ve fazla -kadınca- tezahürlerin bende şiddetli


aksülameller (tepkiler) yaptığını bilirlerdi.


 


 Şimdiye kadar olan münasebetlerimde, arkadaşlığımızın


lüzumsuz olmaya başladığını ilk söyleyen daima bendim ve


hiçbir hanım bunu kendisi yapmaya kalkışamazdı. Sebebi çok


basitti: Bütün münasebetlerimde, taşkınlığıma ve pervasızlığıma


rağmen, azami bir nezaheti (inceliği) muhafazaya dikkat eder, böylece,


benden hiç beklemedikleri bir tarz-ı hareketle onları şaşırtır,


üzerlerinde nüfuz sahibi olurdum. Her temiz olanın başkaları


üzerinde nüfuzu olduğu gibi.


 


 Beni hakikaten birazcık anlayanların bana mutlak surette


itimat etmelerine alışmıştım. Herkes bilirdi ki benim sözlerimin


daima bir tek manası vardır ve her sözüm dinleyenin anlayabileceği


kadar sarih söylenmiştir. Bende dalavere olmadığını ve


olmayacağını bilmeyenler yalnız uzaktan bakıp hükümlerini


veren kısa görüşlülerdi...


 


 Halbuki bu kadınla birbirimizi anlayacak kadar konuşmuştuk.


O, ne denirse densin ve ne duyarsa duysun, hatta ne


düşünürse düşünsün bana biraz evvel söylediği sözleri söylemeyecekti,


söylememesi lazımdı. Benim bir kadına bunları söyletecek


hiçbir harekette bulunmayacağımı bilmeliydi. En kuvvetli


olduğunu bildiğim tarafıma hücum edilmesinden doğan


bir hiddet duyuyor, aynı zamanda bu kıza karşı bu hisleri duyduğum


için kendi kendimi insafsız buluyordum. Belki hakkı


vardı. Belki bir hafiflik yapmıştım. Fakat ne yapsam yine bu


sözleri söyletecek, -Bundan sonra sizinle konuşmayacağım!-


dedirtecek şeyler yapamazdım. Bu kadın haddini bilmemiş,


çok ileri gitmişti. Hiddetimden adeta çırpınıyordum.


 


 Kaç gündür ne rahattım. Nereden tanışırsın böyle sersem


mahluklarla? Sana hayatı tatlılaştıran, munis bakışlarıyla seni


hakikatlerden uzaklaştıracak kadar kendinden geçiren bir Beria


var. Hani eski Nurullah artık ölecekti? Seni böyle münasebetsizliklere


yuvarlasın diye onun hiç olmazsa bir kısmını içinde


sağ bıraktın değil mi?


 


 Beria aklıma gelir gelmez hiddetim bir parça geçti. Onu


yalnız düşünmek bile başkalarına kızmaktan alıkoyacak kadar


beni yumuşatıyordu.


 


 Mamafih münasip bir zamanda Şükufe'yi görüp o sözlerin


manasını sormaya karar verdim.


 


 Ne kadar kendime hakim olsam içerimde böyle şeylere tahammül


edemeyen bir yer vardı ve insan herhalde beş on günde


değişik başka bir adam oluvermiyor.


 


 Şükufe'yi görmek için mekteplerine gittiğim zaman bir talebeye


bir şeyler anlatmakla meşguldü ve beni adeta görmemezliğe


geldi. Talebe çıkıncaya kadar ayakta bekledim, talebe


de mümkün olduğu kadar geç çıkmaya niyet etmiş gibiydi. Şükufe


benim odada mevcudiyetimden haberdar değilmiş gibi


davranıyordu.


 


 Hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyordum. Vaziyet benim


için çok azaplı idi. Şaşırmıştım, çünkü o zamana kadar


böyle şeylere rastlamış değildim. Çıkıp gitmek mi lazım, yoksa


bekleyip vaziyetin tavazzuhuna (açıklanmasına, aydınlanmasına)


çalışmak mı? Fakat bence ortada bir vaziyet de yoktu. Ne olmuş?


Bu hanım benimle görüşmek istemiyormuş! Pekala, görüşmesin, ne


çıkar bundan. Bu hanım benim için nedir? Ve gayet samimi cevap


veriyorum: Hiç!.. Şu halde neden geldim buraya?..


 


 Can sıkıntısı, işsizlik ve bir şey yapmak ihtiyacı... Belki de


bir izzetinefis meselesi... Budalalık...


 


 Tam bırakıp çıkmak üzereyken talebe odayı terk etti ve biz


yalnız kaldık.


 


 -Niçin geldiniz?..- dedi.


 


 Hay Allah belasını versin. İlk suali ben sorsaydım, hakim


vaziyette ben olacaktım. Onun çabuk davranması beni küçülttü.


Adeta buraya özür dilemeye gelmiş vaziyetine düştüm. Bunu


bilmek beni deli edecekti. Ne yapmak istiyordu bu kadın?


Ne demek istiyordu?


 


 -Sormaya geldim!- dedim.


 


 -Siz bilmiyor musunuz?-


 


 -Hiçbir şey bilmiyorum!-


 


 Birdenbire ve samimiye çok benzeyen bir infialle (gücenerek,


darılmayla) söylemeye başladı:


 


 -Sizden hiç ümit etmezdim, Nurullah. Ben size hiçbir erkek


arkadaşa göstermediğim samimiyeti gösterdim, sizin bunu


bu kadar fena tefsir edeceğiniz aklıma bile gelmezdi!-


 


 -Şükufe, anlamıyorum!-


 


 -Ben şimdiye kadar kimsenin olmadım Nurullah, olsam bile


şurası muhakkak ki, sana şurada burada 'Şükufe artık benim


oldu demektir' dedirtecek en ufak bir harekette bulunmadım.-


 


 -Neee!..- dedim. Ağzım açık kaldı. Söz söylemek şimdi bana


dehşetli güç geliyordu. Her söz bir inkar ve bir müdafaa olacaktı.


Bu kadar aşağılık bir şeyde kendimi müdafaa değil bir


kelime ile -hayır- demek bile bana ağır geliyordu.


 


 Bir dükkandan yirmi beş kuruşluk bir çorap aşırmakla itham


edilsem bu kadar şaşırmaz ve kendimi küçülmüş hissetmezdim.


 


 Bu kız hiç beklemediğim, yapabileceğine ihtimal vermediğim


hareketlerle beni şaşırtıyor, budalaya çeviriyordu. Ne istiyordu?


Bunu anlayamıyordum. Sahiden benim böyle bir şey


söyleyeceğime inanacak kadar budala mıydı? Benimle konuşurken


gözlerini kapayarak mı konuşmuştu? Buna inanmıyordum;


şu halde neydi bütün bu sözlerin manası?


 


 -Şükufe- dedim, -en aşağılık bir külhanbeyi bile mahallede


yaptığı çapkınlıkları söylemeyecek kadar asalete maliktir ve


kadını düşünür. Kaldı ki ortada söylenecek bir çapkınlık yoktur


ve ben herhalde bir külhanbeyi kadar ruhi asalete malikimdir.


Sen bana yalnız yapmadığım muhakkak olan meselerlerden


değil, yapmama bilakaydu şart (kayıtsız şartsız) imkan olmayan


şeylerden bahsediyorsun. Benim tabiatım bunları yapmaya, istesem de


müsait değildir! Bunları söylemek bile bana tasavvur edemeyeceğin


kadar azap veriyor. Bunlara inanmanın bana doğrudan doğruya


hakaret demek olduğunu anlamıyor musun?-


 


 -İnanmak istemedim Nurullah ama... Ben çok sinirli bir kızım.


Bakın, açık söylüyorum, bana bu sözleri söyledikleri gün


sizi görseydim çok fena kavga edecektim!-


 


 Çocuk muydu bu kız sahiden? Bazan insana çok kuvvetli


olarak bu hissi veriyordu.


 


 -Arkadaşlarım bilirler- diyordu, -sizi ne kadar beğendiği-


mi. Sizinle arkadaş olmayı çok istemiştim...-


 


 -Benimle arkadaş olsanız ziyan etmezdiniz!- dedim.


 


 Güldü, ben de güldüm:


 


 -Barıştık mı?- dedim.


 


 -Evet!- dedi.


 


 Ellerimizi sıktık. Ayrıldım. Hala olan bitenden birşey anlamış


değildim. Yalnız hiç istemediğim ve aklıma bile gelmeyen


şeylerin olduğunu biliyordum. İçerimde bu karışmanın verdiği


bir... üzüntü vardı. Neden bilmem.


 


 İX


 


 Bu vakadan sonra kendisini belki bir ay görmedim.


 


 Beria'yı her gün görüyordum. Hala aramızda ciddi ve


kalplerimize temas eden iki kelime bile teati edilmiş değildi.


Yalnız onun yüzünü görmek, böyle bir mükalemeye ihtiyaç bırakmayacak


kadar beni tatmin ediyordu. Gözlerinden, bakışından


her zaman için benimle beraber olduğunu, başkasıyla beraber


olmasına imkan bulunmadığını anlıyordum. Bu da bana


kafi idi. Dehşetle romantik olduğumun farkında, fakat bundan


şikayetçi değildim.


 


 Beria'yı görmediğim zamanlarda boyuna kitap okuyordum.


Kadınlar, erkekler, münevverler vesaire bana yalnız can


sıkıntısı veriyordu ve bende artık bunları bağıra bağıra söylemek,


etrafa rastgele hücumlarda bulunmak hevesi kalmamıştı.


Daha ağır, daha sakin, fakat daha düşünceli ve emin adımlarla


ilerlemek lazım geldiği kanaatindeydim. Şimdiye kadar etrafa


yaptığım hücum ve tenkitlerin bana zarar vermekten başka bir


neticesi olmamıştı. Bu herifler kendileri gibi iki elli, iki ayaklı


bir adamın sözlerini dinlemeyi nedense haysiyetlerine yediremiyorlardı.


Bunları yola getirebilmek, bunlara bir şey yaptırabilmek


için, iptidai kavimlerde olduğu gibi, fevkalbeşer (insanüstü) zannolunan


kuvvetler lazımdı. Ben de, kafa itibariyle, onların yetişmelerine


değil, anlamalarına bile imkan olmayan bir seviyeye


çıkararak, gözlerine bir heyula, bir dimağ heyulası gibi görünmeye


karar verdim. Kendi basit dillerinde söylenen sözlere


metelik vermeyen bu adamlara ancak peygamber yalanları tesir


edebilirdi.


 


 Okuyordum. Etrafla alakamı kesmiş gibiydim. Birkaç aklı


başında arkadaştan başka kimseyle mektuplaştığım bile yoktu.


Şehirde konuştuklarım mahduttu. Nadiren aile toplantılarına,


ara sıra sinemaya veya muallimlerin haftalık eğlentilerine gidiyordum.


Marangoz Fazıl'la bazı akşamlar buluşur, şehrin yanından


geçen demiryolu hizasında dolaşır, yahut tenha bir yere


çekilip iki üç kadeh atardık. Doğru dürüst maksadını ifadeye


bile muktedir olmadığı halde sohbeti beni sıkmıyordu. Bunda


derecesini bilen ve sınıfına uyan bir hal vardı. -Münevverler-de


olduğu gibi derecesi ve mevkii üzerinden eğreti elbise


gibi akmıyordu. Aynı zamanda teminata lüzum göstermeyen


bir dostluğu gözlerinden okumak kabildi, bunu ima edecek bir


tek kelime bile söylemekten çekindiği halde...


 


 -Ne var ne yok, Fazıl?-


 


 -Ne olsun beyefendi?-


 


 -Yine mi beyefendi?-


 


 -Canım, dilim alışmış işte, üstüne alınmasana sen!-


 


 -Bu da pek fena oldu Fazıl...-


 


 -Daha iyisi elimden gelmiyor...-


 


 -Biraz gezelim mi?-


 


 -Sen beni aylakçılığa alıştıracaksın!..-


 


 -Sanki iş görüyormuş gibi... Yürü şöyle tren yoluna kadar


gidelim!-


 


 -Beyimin ayakları yorulmasın?-


 


 Ve sonra ciddi ciddi işten, güçten bahsederdik... Kibarlara


pek içerliyordu. Hele bir avukat yeni evi için yaptırdığı panjurları


karım beğenmedi diye dört defa geri göndermişti. Fazıl


görse herifin boğazına atılacaktı: -Bari karı da bir karı olsa!- diye


merhametle dudak büküyordu.


 


 Böylece hayatım, hiç aklıma bile gelmeyen bir şekil almıştı


ve ben bundan memnundum.


 


 X


 


 Beria'ya aşık olmadan onunla hayatımı birleştirmek kararı


verdim ve bu kararı verdikten sonra ona aşık oldum yahut önceden


de aşıktım da bunu ancak bu karardan sonra kendime


itiraf ettim.


 


 Muhakkak olan, bu aşkın şimdiye kadarkilere hiç benzemediği


idi. Şimdiye kadar olanlar bir kasırga, dalları budakları


kıran, ortalığı birbirine karıştıran ve bir müddet sonra çekilip


giden bir kasırga gibiydiler. Halbuki bu seferki aşkım bir mevsim


gibi sakin, ağır, belirsiz adımlarla gelmişti. Ve nasıl bir


mevsim bu belirsiz gelişine rağmen ortalıkta hayret verecek bir


değişiklik yaparsa bu aşk da beni bu tanınmayacak hallere sokmuştu


ve artık çekilip gideceğe hiç benzemiyordu.


 


 Dünyada hiçbir aşkın ebedi, hatta uzun ömürlü olmadığı


muhakkaktır. Bunun aksini düşünenler başkalarını veya kendilerini


aldatmaya çalışan divanelerdir.


 


 Dünyada en tahammül edilemeyecek şey de artık aşık olmadığımız


birisiyle beraber yaşamak mecburiyetidir. Şu halde


aşık olduğumuz birisiyle hayatımızı birleştirmek, en hafif tabiriyle,


düşüncesizliktir.


 


 Eğer ben bu kızla buna rağmen hayatımı birleştirmek istiyorsam,


bu sebepsiz değildi. Ben bu kızı gördüğüm zaman ona


malik olmak, onu öpmek arzuları duymuş değildim. Yalnız bir


beraberlik, hiç bitmeyecek bir beraberlik istiyordum, başka bir


şey değil. Ve çok samimi olarak daha evvel de söylediğim gibi,


kendisine karşı olan hissiyatımda biraz da, hatta birçok da kardeşlik


vardı. Bir sevkıtabii (içgüdü) bizim birbirimize herkesten daha


yakın olduğumuzu bana fısıldıyordu. Bilmediğimiz bir kuvvet


her ikimizin içine müşterek bir şey koymuştu. Bunun ne olduğunu


bilmiyorduk, fakat cinsi arzuların üstünde bir şey olduğu


şüphesizdi.


 


 Biliyordum ki, bu herkesinkine benzeyen aşk az bir zaman


sonra yok olunca arkasında bir boşluk değil, bizi asıl birbirimize


bağlayan bu ebedi anlaşmayı bırakacaktır. Biliyordum ki, biz


birbirimizi bu aşk geçtikten sonra nihayetsiz bir sükun içinde


ve hiç yorulmadan daha çok seveceğiz.


 


 Hatta bazan çok menfi düşünür, dünyevi ve adi birtakım


sebeplerin (çok kere hayatımızda asıl istikameti veren bu hiç


ehemmiyet vermediğimiz adi ve küçük şeylerdir) bizi birleştirmekten


menedebileceğini tasavvur ederdim. Hayatın hiç mantığı


olmayan cereyanı bizi başka başka istikametlere sürükleyebilirdi


ve biz, bu kadar birbirimize yaklaştığımız halde, tekrar


ve her zaman için ayrılabilirdik. Fakat bu bizim hayatımızdaki


iştirak noktasını yok edemezdi. Mademki bir kere birbirimizi


görmüştük, ne vaziyette ve nerede olursak olalım, artık unutamazdık.


Artık bundan sonraki hayatımız, tekrar birbirimizi


bulmak için sessiz, fakat ebedi bir didinme olurdu. Biri diğerinin


yaşayabilmesi için elzem olan iki mahluktuk biz, bunu istesek


de, istemesek de...


 


 Acaba Beria bunların farkında mıydı? Hayatın, irademizle


alakası olmayan bu kanunlarına ve hükümlerine pek de vakıf


olacağını zannetmiyordum. İhtimal, o, birbirimiz için ne kadar


lazım olduğumuzu bilmiyor, masum ve daha çocuk olan ruhuyla


benden yalnız hoşlandığını zannediyordu. Ayrılmadığımız


takdirde böyle zannetmekte devam edecekti. Fakat herhangi


bir kuvvet bizi ayırırsa o zaman her şeyi anlayacak, bir çölün


ortasına bırakılmış küçük bir kuş yavrusu gibi kendini yalnız


bulacak ve çırpınacaktı. Hayat bir kere verdiği hükümleri biz


farkında olsak da, olmasak da tatbik eder ve onlara itaatle boyun


eğmek lazımdır.


 


 Xİ


 


 Şükufe'yi bir ay kadar görmemiştim. Bir gün aklıma esti


mekteplerine gittim.


 


 -Niçin geldiniz Nurullah Bey, bir şey mi söyleyecektiniz?-


dedi.


 


 Suratıma bir kamçı yemiş gibi oldum. Evvelce de söylediğim


gibi, bu kız en ümit edilmeyen hareketleri yaparak insanı


şaşırtmak istiyordu; niçin bilmem.


 


 -Konuşmaya geldim yahu!- dedim.


 


 -Ben size, gelmeyiniz, dedikodu yapıyorlar, sık sık görüşmemiz


doğru değil dememiş miydim? Niçin geldiniz?-


 


 Bu kız ya tamamen kaçık yahut haddinden fazla pişkindi.


 


 Bir kere bana artık seyrek görüşelim manasına gelebilecek


bir kelime bile söylemiş değildi, ikincisi bir aydan beri kendisini


ilk defa görüyordum. Beni budala yerine mi koyuyordu acaba?


Yoksa kendisine herkesin inanacağı ve asla itiraz edemeyeceği


kanaatinde miydi?


 


 -Darılmayın sakın Nurullah Bey- diye tekrar başladı.


 


 -Muhiti biliyorsunuz. Bütün kabahat onda. Yoksa sizinle arkadaşlık


etmek beni her zaman memnun eder. Bana gücenmenizi


asla istemem.-


 


 Kirpiklerimin ucuna kadar kıpkırmızı kesildiğimi fark ediyordum.


Ağzımın içi kurumuştu ve bir tek kelime söyleyemiyordum...


Niçin bu karşımdaki mahluk bir erkek değildi ve niçin


ben onu tokatlayamıyordum?


 


 Bu şaşkınlığımı nasıl tefsir edeceğini tahmin ettiğim için


bütün bütün kızıyordum. Fakat mademki ona bu yaptıklarının


cezasını vermeye, hatta bunları yüzüne çarpmaya muktedir değildim


ve mademki karşımdaki bir kadındı, şu halde, susmak,


hazmetmek, aldırış etmemek lazımdı.


 


 Gülümsemeye çalıştım. Hala kıpkırmızı olduğumu, yüzümün


yanışından anlıyordum. Kim bilir ne kadar komik vaziyetteydim


ve bu vaziyet karşımdakini kim bilir ne kadar eğlendiriyordu.


 


 Tekrar gülmeye çalıştım. Bir türlü çekilip gidemiyordum.


Ben bu vaziyette sahneyi terk edecek adam değildim. Fakat


başka ne vardı yapılacak?


 


 Ne talep etmiştim bu kızdan ki onu reddediyordu?


 


 Bana yalnız kendi kafasının içinde yaşayan roller veriyor,


sonra bu hakikatmiş gibi tavırlar alıyordu. Bunlardan korunmak


kudretinde bile değildim, çünkü bu acayip genç kız bütün


bunları şaşırtıcı bir cüretle yapıyordu. İşi öyle şekillere döküyordu


ki, yapılacak herhangi bir hareket, menfi bile olsa, onun


istediği manada tefsir edilebilecekti, hatta sükut bile.


 


 Nihayet: -Öyleyse gideyim!- dedim, sözler ağzımdan ben


farkında olmadan dökülmüştü.


 


 -Darılmadınız değil mi?- dedi. -Yine her zamanki gibi arkadaşız?..-


 


 Tebessüm ettim. İri ve biraz kabaca olan elini uzattı, sıktım


ve ayrıldım.


 


 Çıkar çıkmaz kendi kendime çatmaya başladım:


 


 -Ne gidersin a salak! Bu kadının kendisine macera, hiç olmazsa


eğlence aradığını anlayamadın mı? Bak, beğenmediğin


bu kadın Nurullah'ı parmağında çevirdiğini söyleyecektir ve


bunda hakkı da var. Bütün bunlar kendine fazla güvenmenin


neticeleri. Neydi o mektep talebesi gibi kızarmalar. Sen diyeceksin


ki, bu kadar küstahça bir cüret görülmüş şey değildir ve


ben öyle şeylere mukabele etmeyecek kadar mağrurum. Fakat a


sersem, senin bu gururunun nasıl anlaşılacağını hiç düşündün


mü? Bu sükutu, bu mukabele etmeyişi zillet zannedecekler ve


o, senin gibi bir erkeği neredeyse ayaklarına kapanacak hallere


getirdiğini düşünerek iftihar edecek. Gülüyorsun ve inanmak


istemiyorsun. İnsanların bazan ne kadar budala ve aşağılık olduğunu


bilmiyor gibisin be Nurullah!-


 


 İçimde dehşetli bir can sıkıntısı ve üzüntü vardı. Kötü şeyler


yapabilecek kadar kızdığımı, hiç zedelenmeye gelmeyen bir


tarafıma dokunulduğunu hissediyordum.


 


 Bu genç kız, ihtimal kudretini denemek, kadınlık gururunu


beslemek için birisiyle oynamak istemişti. Fakat bunun için beni


seçmekle büyük bir hataya düşmüştü.


 


 Xİİ


 


 Beria da benim Şükufe ile olan ahbaplığımı duymuştu. Fakat


bundan haberdar olduğunu herhangi bir şekilde ihsas etmeyecek


kadar mağrur ve asildi. Halbuki dedikodular pek


edepsizce olduğu için müteessir olmaması imkansızdı.


 


 Bunları tashihe, kendisine izahat vermeye imkan yoktu.


Gözlerinden okuduğum dargınlık bana günlerimi zehir ediyordu.


Ve halkın dahi kafası her gün yeni bir rivayet çıkarmakta


devam etmekteydi.


 


 Bilhassa bu rivayetlerin bir kısmının Şükufe'den çıktığını


hissediyordum. Mesela onların mektebine de giden bir musiki


muallimi bir gün, -Yahu, Allah versin- dedi. -Şükufe'nin peşini


bırakmıyormuşsun.-


 


 -Ne münasebet?-


 


 -Hadi canım, ağız yapma, aranızda evlenmekten bile bahis


geçmiş. Ne inkar ediyorsun, bilmeyen mi var? Neyse, Allah iyi


etsin...-


 


 Bu adamın da ne demek istediğini anlamadım; dilini bilmediğim


bir memlekette gibiydim bu şehirde.


 


 Anladığım yegane şey, hiç istemediğim, bana adeta bulantıya


benzer hisler veren birtakım işlerin, etrafımda dönüp durduğu idi.


 


 Ne istiyorlardı benden hep beraber bu adamlar ve bu karılar?


Filanca filan yerde benim lehimde söylemiş! Ne münasebet!


Hepsi birden yerin dibine geçsin!


 


 Hiç başka işleri yok muydu bu heriflerin? Benden bahsetmeye


onları sevk eden neydi? Kendilerine doğrudan doğruya


ne bir fenalığım, ne bir iyiliğim dokunmuştu. Onlarla hiçbir zaman


ve hiçbir suretle alakadar olmuş değildim. Buna rağmen


tanımadığım bir sürü herif şurada burada beni çekiştirmek veya


müdafaa etmekle meşguldü. Anlamıyordum, bu adamları,


bunları yapmaya sevk eden saikler nedir? Bu hareketlerinin


mekanizmasını anlayamıyordum. O zamanlar insanların çok


cahili idim ve bazı adamların dimağlarında, sırf fenalık yapmak


için konulmuş, hususi bir cihaz bulunduğunu bilmiyordum.


O zamana kadar birisine fenalık yapmak için muhakkak


bir sebep lazım geldiği kanaatindeydim. Fisebilillah (karşılık


beklemeden) kötülük yapan adamlar bulunacağını, kötülüğün bazı


insanlara hususi zevkler verebileceğini tasavvur edemiyordum.


 


 Güliverin cüceler memleketine düştüğü zamankinden daha


çok hayret içindeydim. Ve bana tiksinti veren bu ruh cüceleri


beni de her tarafımdan sımsıkı bağlamışlardı. Kıpırdanmaya


imkan yoktu.


 


 Niçin bu adamlara mağlup oluyordum? Gayet basit. İlk zamanlarda


onların silahlarını bilmiyordum. Bana o zamana kadar


bilmediğim şekillerde hücum ediyorlardı. Mesela ben aklıselimi


en büyük hakem tanıdığım halde, onlar bunu herhangi


bir dalavereye feda etmekte tereddüt etmiyorlardı. Ve ancak


menfaatlerini haleldar etmediği müddetçe namuslu idiler. İcap


ettiği zaman yüzünüze karşı en hayasızca yalanları söylemekten,


en namussuzca hareketleri yapmaktan çekinmeyen bu


adamlar on dakika sonra size akılların almadığı bir küstahlık


ve pişkinlikle namustan, faziletten bahsederlerdi. Ve bunu gayet


samimi ve tabii olarak yaparlardı. Ben bu hareketler karşısında


eli kolu bağlı, hayret ve dehşetten ağzı açık bir vaziyette


bakakalıyordum.


 


 Onların bütün hareketlerinin ve muvaffakıyetlerinin içyüzünü


öğrendiğim zaman bana öyle bir iğrenme hissi geldi ki,


aynı silahlarla mukabele değil, kendimi müdafaa etmek bile istemedim,


bu bile bana ağır göründü.


 


 Yalnız bir gün dayanamayıp patlayacağımdan korkuyordum.


 


 Xİİİ


 


 Ve nihayet günün birinde korktuğum şey oldu. Nihayet benim


sabrım da tükendi, her şeyi unuttum ve o zamana kadar


gizli gizli benimle uğraşanların açıktan açığa hücumlarına, av


arkasında koşan bir köpek sürüsü gibi peşime düşmelerine sebep


oldum. Hem de ne manasız bir vesile ile yarabbi!


 


 Yine muallimlerin toplandığı bir gece idi ve Şükufe de oradaydı.


Yalnız bir kere selamlaştık. Niyetim biraz durup gitmekti.


Yanına oturduğum arkadaşlardan biri bermutat Şükufe'yi


ima ederek manalı sözler söylemeye başladı. Nedense bu akşam


içimde böyle şeylere tahammül kabiliyeti yoktu, derhal surat


astım ve; -Sus!- dedim, -Bana bunlardan bahsetme, sinirleniyorum...-


 


 -Hadi be- dedi, -kızın neredeyse yolunu kesecekmişsin!-


 


 -Yaaa!!!- dedim, gidip bir kere de bütün bunları kendisinden


sormak istedim.


 


 O esnada galiba bir fokstrot çalmaya başlamıştı, gittim, Şükufe'yi


davet ettim.


 


 -Allah aşkına, şimdi yorgunum, biraz sonra!- dedi.


 


 Bir dakika durakladım, fakat ısrar etmek beni daha feci vaziyete


düşürebilirdi.


 


 Çekildim.


 


 Fakat kararımı vermiştim, ona bu akşam ne pahasına olursa


olsun her şeyi söyleyecektim.


 


 Bunu takip eden dansta ben daha gitmeye vakit bulamadan,


başka birisiyle kalktı. Etrafımda birkaç kişinin alaycı gözlerini


üzerimde hissettim.


 


 Kati karar verenlere mahsus bir sükunetle bekledim ve biraz


sonra kendisini yine dansa davet ettim.


 


 -Biraz sonra dedim ya Nurullah Bey!- dedi, -Bundan sonraki


dansı yapalım!-


 


 Bir müddet sabit nazarlarla yüzüne baktım, gözlerini benden


çevirdi. Sallanarak uzaklaştım. Kafama şiddetli iki yumruk


yemiş gibi idim. Etrafımdaki müstehzi bakışlar gitgide çoğalıyordu.


 


 Bir müddet bir köşede oturdum, dışarı çıkıp dolaştım, tekrar


içeri girerken kapıda ona rastladım. Gülmeye çalışarak:


 


 -Hani ne oldu bizim dans?- dedim. Hala mağlubiyeti kabul


etmek istemiyordum.


 


 -Ben bu akşam sizinle dans etmeyeceğim Nurullah Bey- dedi.


 


 Derhal kafamın içinin allak bullak olduğunu hissettim.


 


 -Bunu ilk geldiğim zaman söyleyemez miydin?- dedim.


 


 -Maksadın beni kepaze etmek mi burada? Senin için bilmem


fakat bunun benim için hiç hoş bir şey olmadığını anlamıyor


musun?-


 


 Daha ileri gitmekten kendimi menetmek için süratle döndüm


ve yerime oturdum.


 


 Hiçbir şey görmüyor, işitmiyordum. Bir aralık kulağıma


Şükufe'nin sesi geldi; biraz ötede birkaç arkadaşıyla beraber


oturmuş, gözleriyle beni işaret ederek:


 


 -Efendim, zorla mı kalkacağız, bir boğazıma sarılıp sürüklemediği


kaldı!..- diye söyleniyordu. Ağır ağır iskemlemden


kalktım. Kendimin de tanıyamadığım bir sesle ve parmağımla


göstererek:


 


 -Susturun şu kadını!- dedim. -Söyleyin şu kadına çenesini


kapasın yoksa fena şeyler yapabilecek bir haldeyim.-


 


 Ağır adımlarla çıktım, koridorda dolaşmaya başladım.


 


 Az bir müddet sonra yanıma birisi geldi. Koluma girerek


beni küçük bir odaya götürdü:


 


 -Beyim- dedi, -giderken iade ederiz, fakat şimdilik tabancanızı


bize veriniz!..-


 


 -Ne tabancası?-


 


 -Israr etmeyiniz, içerde bir hanıma tabanca çekmişsiniz.


Bütün aileler telaş içinde. Yakışır mı bu?..-


 


 Vaziyet müsait olsa gülecektim. Yalnız:


 


 -Hadi efendi, hadi- dedim, -ben jilet bıçağı bile taşımam;


kaçırdınız mı siz?..-


 


 Bu esnada odaya birçok kimseler daha dolmuşlardı.


 


 Odanın önü de kalabalıktı. Birtakım hanımlar vestiyerden


eşyalarını alıp gidiyorlardı.


 


 Odaya girenlerin bir kısmı yakamdan tutarak bana yaptığımın


doğru olup olmadığını soruyorlar, bir kısmı ise beni himaye


etmek isteyerek diğerlerini teskine çalışıyorlardı. Bütün bunlara


dilim tutulmuş gibi aptal aptal bakıyordum. Nihayet ortalık


sükunet bulur gibi oldu. Davetlilerin bir kısmı söylenerek


salonu terk etmişlerdi. Benim müdafilerden biri de beni koluna


alarak tekrar içeri götürdü, bir iskemleye oturttu. Bir müddet


sessiz sessiz oturdum, arkadaşımın yanımdan uzaklaştığı bir


sırada yavaşça çıkarak vestiyerden şapkamı aldım ve savuştum.


 


 Ertesi gün beni her gören:


 


 -Yahu ne olmuş dün akşam?-


 


 -Yahu ne yapmışsın dün akşam?- diye soruyordu.


 


 Sanki gece eğlentiden çıkan herkes kapı kapı dolaşarak hadiseyi


ilan etmişti.


 


 Kulağıma öyle rivayetler geliyordu ki, gülmek mi lazım,


ağlamak mı, ben de şaşırıyordum. Kimisi o akşam Şükufe'yi


dövdüğümü, kimi ise benim dayak yiyerek sokağa atıldığımı


söylüyordu.


 


 Bütün şehir bu vakanın hikayesiyle çalkalanıyordu; sokakta


dolaşmak imkansızdı. Yoldan geçen kadınlar bile beni birbirlerine


gösteriyorlar, arkamdan bakıyorlardı.


 


 Yerin dibine geçiyordum. Çırılçıplak soyularak şehrin ortasına,


herkesin gözü önünde bırakılmış gibi öldürücü bir hicap


duyuyordum. Çok kere ağlayacak derecelere geldim. Ne yapmıştım


ben bu kadına? Ne istemişti benden? Ufak bir kaprisi


için beni rezil etmekte tereddüt etmemişti. Ne kadar insanlıktan


uzak mahluklardı bu kadınlar. Onları anlamaya asla imkan


yoktu. Çünkü anlaşılacak tarafları yoktu. Onlar kendileri de ne


yaptıklarının farkında değillerdi ve sevkıtabiilerine tabi olarak


akıllarına eseni yapıyorlardı. Onların hareketlerinde sebep ve


şuur arayan bizler, böyle bir şey bulamayınca, -kadın anlaşılmaz


ve derin bir mahluktur!- diyoruz; şeytani bir kuvvetle bizim


üzerimizde hüküm yürüten bu mahlukun boş, manasız ve


basit bir -yarı hayvan- olduğunu kendimize itiraf etmek istemediğimiz


için...


 


 Tabii bunların da müstesnaları olacaktı: Mesela Beria... Beria'yı


bu umumi tasnife dahil etmeye bir türlü gönlüm razı olmuyordu.


O başka bir mahluktu; o bu toprağın malı değildi; o


başka bir alemden tesadüfen buraya düşmüş gibiydi. Etrafına o


kadar az benziyordu ve onların o kadar üstünde idi ki, onu bu


zavallı mahluklarla bir tutmak günahtı.


 


 Muhakkak ki, o da benim gibi bu dünyaya yabancı idi. Fakat


daha bunları düşünüp hükmünü veremeyecek kadar küçüktü.


 


 Ve beni korkutan da bu idi. Ya ona hakikati anlatamazsam!


Ya o da bütün bu söylenenlere inanır, kendi hakiki benliğinin


değil, etrafın verdiği eğreti benliğin hükümlerine kulak verirse?


Ne yapardım ben o zaman? Bundan ötesini düşünmek bile bana


korkunç geliyordu. Beria'nın da beni itham edebileceğini tasavvur


etmek aklımı başımdan alıyordu. Odamda kendi kendime


onunla konuşuyor, yalvarıyordum:


 


 -Beria, oh Beria, sen bunlara inanmıyorsun değil mi? Sen


bana, yalnız bana inanıyorsun! Ben sana bir tek kelime bile söylemeden


bana inanıyorsun değil mi? Eğer bugünlerimde beni


sen de yalnız bırakırsan ne yaparım ben o zaman? Nereye tutunabilirim?


Ben etrafa ve sana gösterilmek istendiği gibi değilim.


Beni bari sen anla Beria!..-


 


 Yatağın üzerine kapanıyor, kuru gözlerle ağlıyordum...


Ayağa kalkıyor, odada aşağı yukarı dolaşıyor ve mütemadiyen


onun ismini tekrar ediyordum.


 


 XV


 


 Niçin onu gidip göremiyor, ona her şeyi anlatamıyordum?


Birbirimize bu kadar yakın olduğumuz halde niçin bir


aile meclisinde ve bir sürü gözün altında ancak birbirimizi anladığımızı


söyleyen bakışlar ve havadan sudan sözlerle iktifaya


mecburduk? Niçin ben onun ellerine sarılıp ağlayarak bütün


içimi dökemiyordum? Ve niçin o, ince parmaklarını yüzümde


gezdirerek bana, yalnız bana inandığını söyleyemiyordu?


Gözleri, yardımsızlık içinde çırpınan güzel gözleri etrafa


inanmak istemediğini bana söylüyordu. Fakat ne de olsa o


daha bir çocuktu ve etraf çok kuvvetliydi. Susmak bilmeyen


cehennemi bir makine gibi onun masum kulaklarının dibinde


uğulduyor ve benim yaptıklarımı sayıp döküyordu. O ne


kadar inanmak istemese, inanmak ona ne kadar azap verse,


günün birinde çelimsiz mukavemetinin kırılacağı muhakkaktı.


Ve ben, onu hemen her gün gördüğüm halde kendisine asıl


bize, bizim ikimize ve bizim ikimizin hayatlarına taalluk


eden meselelerden bahsedemezdim, buna -muhit müsait değildi!!!-


Etrafın keskin ve hain gözü bizim üzerimizdeydi.


 


 Çenelerin yorulmak bilmeyen insafsız makinesi hiç durmadan


işliyor ve bana bulunduğum yeri cehennem ediyordu. Bir


köpek sürüsü tarafından kovalanarak bir köşeye sıkıştırılmış ve


etrafı sarılmış bir geyik gibi şaşkın, meyus, fakat mağrur ve çetin,


kendimi müdafaaya çalışıyordum. Uzaktan yaptıkları hücumlarla


iktifa etmeyerek bana daha çok sokulmak isteyen ve


dişlerini gösterenleri şiddetli, fakat ümitsiz darbelerle kendimden


uzaklaştırıyordum. Lakin onlar biraz sonra tekrar ve daha


kuvvetli hücuma geçiyorlardı.


 


 Şükufe'nin evine sık sık devam eden birtakım nüfuzlu ve


yüksek zevat bile işe burunlarını sokarak daha yüksek makamlara


kadar bu meselenin aksetmesine sebep oldular. Tomar tomar


kağıtlar gitti, geldi. Bana resmen sualler soruldu. Raporlar


verildi ve fezlekeler yapıldı. -Mumaileyhin tabanca çektiği tespit


edilememişse de, nahoş bir hadiseye sebebiyet verdiği muhakkak


olduğundan...- gibi cümlelerle devam eden evrak kaleme


alındı. Ve bütün bunlar dakikası dakikasına şehre yayıldı.


 


 Bu kadar gürültünün arkasından hiçbir şey çıkmayacağını


biliyordum, bu işgüzarlıklar, bu yaranmalar, bu -kerataya haddini


bildirmeli!-ler herhalde döne dolaşa aklı başında bir yere


de uğrayacak ve orada anlayışlı bir tebessüm doğurduktan


sonra kapanıp gidecekti. Birdenbire ortaya çıkan siyasi cürümlerimin


de pek ipe sapa gelir tarafı yoktu. O zamana kadar söylediğim


laflarda, bütün gayretlerine rağmen, kanuni bir cürüm


bulamıyorlardı. Fakat tekrar elde edilmesi mümkün olmayan


bir şeyi kaybetmiştim: En nihayet Beria'yı, Beria'nın kalbini


benden uzaklaştırmışlardı. Şimdi kendisini gördüğüm zaman


başını çeviriyor, suallerime soğuk ve kısa cevaplar veriyordu.


Birkaç kere bunu tekrar düzeltebilmek için mümkün olan şeyleri


yaptım. Şaka edecek oldum, daima soğuk ve hareketsiz kaldı.


Anladım ki, artık onun gözünde de ben maceraperest bir


serseri idim. Ve bu darbe, bana hepsinden daha ağır geldi. Kendimi


buna tahammül edebilecek kadar kuvvetli bulmadım. Dimağım


o zamana kadar görmediğim bir perişanlığa, bir atalete


düşmüştü. Ağlamak bile elimden gelmiyordu. Aptal bakışlarla


ve ne istediğimi bilmeyerek dolaşıyordum. Bir gün odamda aynaya


baktığım zaman tanınmayacak kadar değişmiş olduğumu


gördüm: Gözlerim içeri kaçmış, derim sarı ve kirli bir renk almış,


sakallarım uzamıştı. Aynadaki hayalime karşı acı acı güldüm,


o da bana güldü.


 


 Birkaç gün sonra eşyamı marangoz Fazıl'a, kitaplarımı


mektebe hediye ederek İstanbul'a hareket ettim. İstasyona yalnız


Fazıl gelmişti, tren kalkıncaya kadar bir tek kelime konuşmadık;


yalnız son kampana çaldığı zaman, birbirimizin boynuna


sarıldık. Ayrılınca Fazıl'ın gözlerinin yaş içinde olduğunu


gördüm. Demek ki bu şehirde beni seven hiç olmazsa bir kişi


vardı...


 


 Bir Kadın Dalaveresi, Yeni Anadolu Gaz., 08.05.1932-21.06.1932


 


 :::::::::::::::::


 


 SES


 


 ...


 


 Ses


 


 İ


 


 Bizi Beyşehir'den Konya'ya götüren kamyon, Barsakderesi


dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve muavini motör kapaklarını


açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından çıkardıkları


bir sürü alet ve edevatı ortaya döktüler. Ondan sonra


saatlerce süren bir tamir başladı. Bazan her ikisi makinenin altına


sürünüp arka üstü yatıyorlar ve elleriyle motorun alt kısmını


kurcalıyorlar, bazan da biri şoför mahallinde gaza basıyor ve


motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen başlıklı birtakım


memeleri yerlerinden oynatıyordu.


 


 İkindi güneşi altında kamyonun muşamba kaplı karoseri


tahammül edilemeyecek bir hal almıştı. Yolcular birer birer atlayıp


dağıldılar. Bir kısmı merakla şoförü seyrediyor ve o dinlenmek


için motörden biraz başını kaldırıp duracak olsa:


 


 -Bitti mi?- diye heyecanla soruyordu.


 


 Daha az meraklı birkaç yolcu ile ben ve arkadaşım boğazın


garp tarafına, gölge bir yere doğru yürüdük ve birer taşın üstüne


oturup beklemeye ve etrafımıza bakınmaya başladık.


 


 Kamyonun durduğu yerin biraz ilerisinde, yolun kenarında


iki çadır ve bunların etrafında birkaç kazma kürek ile bir el


arabası vardı. Daha uzakta ise taş kırmakla ve kum taşımakla


meşgul bir miktar yol amelesi görülüyordu.


 


 Güneş arkamızdaki sırta gömüldükçe, karşı taraftaki tepenin


üzerine serpilmiş bulunan çam ağaçlarına gitgide kırmızılaşan


bir ışık yolluyor, vadiyi süratle artan bir loşluğa terk ediyordu.


Serin bir ilkbahar günü idi ve orta yerde akan küçük dere


mırıltıya benzer seslerini duyurmaya başlıyordu.


 


 Yoldan birkaç araba ve otomobil gelip geçti. Bizim kamyonun


yanında biraz durdular ve şoföre bir şey lazım mı, diye


sordular. İçerisinde boş yer bulunan bir kamyon, vakit geçtikçe


telaşları artan ve mütemadiyen şoföre söylenen bizim yolculardan


iki kadını aldı, Konya'ya götürdü.


 


 Diğer yolcular grup grup oturmuşlar, bir şeyler anlatıyorlardı.


Bizim yanımızda bulunan ve buraya yakın köylerden birinde


bakkal olduğunu söyleyen tahta ayaklı bir ihtiyar, kalkıp


otomobile gitti, çuvalını sırtladı, şoföre birkaç küfür savurduktan


sonra yola düzüldü.


 


 Adamakıllı akşam olmuştu. Yol amelesi, çadırlarına dönerek


ateş yakmaya başlamışlardı. Bizim kamyon şosenin bir kenarında


muazzam bir hayvan ölüsü gibi hareketsiz duruyordu.


Şoför ve muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinden siyah


terler damlayarak, bir kenara oturup uzunca bir dinlenme


yapıyorlardı.


 


 Yolcuların ekserisi bu gibi hadiselere alışık oldukları için,


sadece başlarını sallıyorlar ve sepetlerini, çıkınlarını açarak bir


şeyler yiyorlardı.


 


 Bir müddet daha geçip, ortalık adamakıllı kararınca şoför,


yol amelesinden bir fener alarak yeniden işine koyuldu. Biz


yolcular, birdenbire çöken sükutun içinde, olduğumuz yerlere


uzanmış, kımıldamadan duruyorduk.


 


 Arkamızda güneşin kaybolup gittiği tepenin ağaçları birdenbire


mavimtırak ve soluk bir ışığa gömüldü. Arkadaşımın


yüzüne baktım. O, gözlerini karşıya dikmişti. Yamacın üzerine


seyrekçe serpilmiş olan siyah çamlar, süratle aydınlanan gökyüzüne


titrek siluetler çiziyorlardı. Arkadaşım bir müddet bunları


seyrettikten sonra:


 


 -Neredeyse ay görünecek!- dedi.


 


 Tam bu sırada, kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı


hafiften gelen bir saz sesi titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik


mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak


dinlemeye başladı.


 


 Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz sesi, ustaca çalınan


bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana


kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmeyen bir


halk şarkısı söylemeye başladı:


 


 Döndüm daldan kopan kuru yaprağa


 


 Seher yeli, dağıt beni, kır beni;


 


 Götür tozlarımı burdan uzağa


 


 Yarin çıplak ayağına sür beni...


 


 Bu sefer ben de doğruldum. Saz tekrar kıvrak bir ara nağmesine


başladığı halde, kulağımda hala deminki sesin çınlamaları vardı.


 


 Arkadaşım:


 


 -Bu ne?- demek ister gibi yüzüme baktı.


 


 -Fevkalade!- diye mırıldandım.


 


 Ses tekrar ve bütün vadiyi çınlatırcasına başladı:


 


 Aldım sazı çıktım gurbet görmeye,


 


 Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye,


 


 Ne lüzum var şuna, buna sormaya,


 


 Senden ayrı ne hal oldum, gör beni.


 


 Ömrümde bu kadar gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştim.


Bir insan gırtlağından bu kadar manalı ve sarıcı seslerin nasıl


çıkabildiğine hayret ediyordum. Arkadaşım kalktı, beni de kaldırdı.


Amelenin çadırına doğru yürümeye başladık.


 


 Ovada, çadırın önünde, dört beş kişi oturmuşlardı. Etraflarında


kazma ve kürek serpilmiş duruyordu. Çadırın kapısına


asılmış bir fener sallandıkça, vadinin içine doğru uzanan ve


başları karanlıkta kaybolan gölgeler belli belirsiz kımıldıyorlardı.


 


 Yirmi yaşından fazla göstermeyen bir delikanlı çadırın


önünde, yan yatırılmış bir el arabasının üstüne oturarak saz çalıyordu.


Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş olduğu


için çehresini tamamen görmeye imkan yoktu. Fenerin aydınlattığı


alnı ter damlalarıyla kaplı idi. Sazının uzun sapı, şaşırtıcı


bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının altında, canlı bir


mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran sağ eli, küçük fakat kendinden


emin hareketler yapıyor, bu el sazın gövdesine her yaklaştıkça,


insan, sanki o tahta ile bu et arasında gizli, fakat çok


manalı ve mühim bir konuşma oluyormuş zannediyordu.


 


 Çadırı ve bulunduğumuz yeri bir aydınlık yalayıp geçti,


vadinin öbür ucuna kadar uzandı. Başımızı kaldırdık, karşımızdaki


sırtı aşıp yukarı fırlayan ayı gördük.


 


 Saz çalan delikanlı da başını kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak,


tam karşısında beliren bu aydınlık yüzlü dinleyiciyi


süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri kapandı, boğazı


gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken, ince


dudaklarının arasından beyaz dişler göründü ve delikanlı, bu


sefer aya hitap eder gibi, şarkısına devam etti:


 


 Ayın şavkı vurur sazım üstüne,


 


 Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne


 


 Gel ey hilal kaşlım, dizim üstüne


 


 Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni.


 


 Otomobilin diğer yolcuları da toplanmışlardı. Herkes hayretle


bu kıpkırmızı yüzlü gence bakıyorlardı. O, esrarlı bir dil


konuşan ellerini sazın üzerinde hareket ettirmeye başlamış ve


gözlerini yere yahut kucağından fırlamak ister gibi sıçrayan sazına


dikmişti. Pek az bir duraklamadan sonra, bu sefer başını


kaldırmadan, daha yavaş, fakat eskisi kadar tatlı ve derinden


gelen bir sesle şunları okudu:


 


 Sekiz yıldır uğramadım yurduma,


 


 Dert ortağı aramadım derdime,


 


 Geleceksen bir gün düşüp ardıma,


 


 Kula değil, yüreğine sor beni.


 


 Ve sazını, iki kuvvetli vuruştan sonra, yanına bırakarak başını


kaldırdı. Orada bulunanlardan birkaçı, yaşa, diye bağırdılar.


O, gözlerini hiç kimsenin üzerinde durdurmayarak, boşlukta


dolaştırmaya başladı. Hafifçe tebessüm etmeye de çalışıyordu.


 


 Arkadaşım yanına sokularak sordu:


 


 -Senin adın ne oğlum?-


 


 -Ali!-


 


 -Nerelisin?-


 


 -Sıvaslıyım!-


 


 -Sazı nerede öğrendin?-


 


 -Ne bileyim? Küçükten beri çalarım.-


 


 -Söylemeyi?-


 


 -Onu da öyle... Sonra bir iki usta aşık yanında gezdim.-


 


 Arkadaşım bana baktı:


 


 -Harikulade bir ses azizim, yıllarca arasak bulamayız. Ben


bu oğlanın arkasını bırakmam!- dedi. Sonra tekrar ona dönerek


yaşını sordu. Yirmi iki imiş. Cebinden defterini çıkararak bir


şeyler not etti ve delikanlının adresini almak istedi. Çocuk evvela


şaşırdı. Verecek bir adresi yoktu. Bugün burda, yarın orda


amelelik yapıyordu. -Beyşehir yolunda Sıvaslı Ali desen olmaz


mı?- diye soruyordu. Nihayet Konya'da, gelip geçtikçe uğradığı


bir hanın ismini söyledi. Dostum onları da kaydetti. Bu sırada,


epeyden beri yanımızda durup bizimle saz dinleyen şoför:


 


 -Beyler, otomobil hazır!- dedi.


 


 Delikanlıya birkaç şarkı daha söyletmeye hazırlanan arkadaşım,


diğer yolcuların hemen yerlerinden fırladıklarını ve torbalarını,


çantalarını kavrayıp kamyona doğru yollandıklarını


görünce içini çekti, sonra yerinden doğrulmuş olan Ali'ye döndü:


 


 -Seni arattırıp bulursam hemen gel. Sana paralı bir iş bulurum,


daha usta aşıkların yanında çalışır, sazını ilerletirsin, olmaz mı?-


 


 Ali hiçbir şey anlamadan tasdik etti!


 


 -Olur beyim!-


 


 Omuzuna vurup:


 


 -Hadi bakalım, allahaısmarladık!- dedik.


 


 Bütün amele hep birden:


 


 -Selametle- dediler ve biz ayrılırken, Ali'nin etrafına toplanıp


gülüşerek onunla konuşmaya başladılar. Herhalde, arkadaşımın


sözlerini kendi kendilerine izaha ve bundan Ali için parlak


neticeler çıkarmaya çalışıyorlardı.


 


 İİ


 


 Dostum, Ankara'ya geldikten sonra, hakikaten o delikanlının


işi ile hiç durmadan meşgul oldu. Onu bir müzik mektebinde


yetiştirmeye muhakkak azmetmişti. Bu kadar üstüne düştüğü


bu iş hakkında konuştuğumuz zaman:


 


 -Bilmezsin, kardeşim- diyordu. -Oğlanın sesi kulaklarımdan


gitmiyor, ben bu işin acemisi değilim, aşağı yukarı kendime


insan sesi esnafı diyebilirim, fakat böyle bir sesi az dinledim.-


 


 Ben de kendisi gibi düşünmekle beraber, daha akıllı görünmek


için şöyle diyordum:


 


 -Hakkın var. Fakat o sesin bizim üzerimizde bu kadar kuvvetli


bir iz bırakmasında onu dinlediğimiz gecenin hiç tesiri


yokmu idi acaba? Mehtap! Şırıltısı kah duyulan, kah kaybolan


küçük dere... İki dağ arasında uzanan kıvrıntılı dar vadi ve nihayet


hiç beklemediğimiz bir amele çadırından tabiatın içine


yayılıveren bir ses... Bütün bunlar, o gecenin ürkek sessizliğinde


bizi garip bir romantizm içine atmış ve alelade veya biraz


daha iyice bir sesi bize fevkalade gibi göstermiş olamaz mı?-


 


 Fakat bunlara rağmen, Sıvaslı Ali'yi buldurup Ankara'ya


getirmek ve onu burada da dinleyerek sesini terbiye ve inkişaf


ettirmek, itiraz edilecek bir fikir değildi. Ne kadar yanılmış dahi


olsak, herhalde birinci sınıf bir istidat karşısında bulunduğumuz


inkar edilemezdi.


 


 Arkadaşım şimdiden hülyalar içinde yüzüyordu. Sıvaslı


Ali'nin bir gün meşhur ve dünyaca tanınmış bir opera tenoru


olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini düşünüyor:


 


 -Onun frak içindeki vücudunu ve beyaz yakasından fırlayan


kırmızı yüzünü görmek, harikulade bir şey olacak!- diyordu.


 


 Nihayet istediğini yaptırdı. Birçok yerlere başvurarak Sıvaslı


Ali'nin Ankara'ya getirilmesini temin etti. Bu işlerle uğraşan


makamlar, zaten yeni istidatlar aramakta idiler. Sık sık imtihanlar


yapılıyor ve opera mugannisi yetiştirmek için talebe seçiliyordu.


Bu meyanda Konya'ya yazıldı. Pek uzun olmayan bir


araştırmadan sonra bizim genç tenor bulduruldu. Yol parası


Konya Belediyesi'nce temin edilerek Ankara'ya gönderildi.


 


 İmtihanın yapılacağı mektebin müdür odasına girer girmez,


bir kenarda elinde sazıyla bekleyen Sıvaslı Ali'yi tanıdım.


Yüzü biraz daha kırmızı, bakışları adamakıllı ürkekti. Ökçesi


basık ayakkabılarının arkasından topukları delik çorapları görünüyor


ve üzerinde bulunduğu halı, tabanlarını yakıyormuş


gibi sık sık ayak değiştiriyordu. Sazını bir silah gibi sağ ayağının


kenarına dayamış, sapını iki parmağıyla yakalamıştı. Odada


konuşup gülüşenlerin yüzüne bakmıyor, gözlerini yerde ve


karşı duvarda gezdiriyordu.


 


 Odadakilerle selamlaştıktan sonra Ali ile konuştum. Yolculuğun


nasıl geçtiğini sordum. -Kötü değil!- dedi. Elindeki saz


yeni idi. Gülümseyerek yüzüne baktım, derhal anladı: -İndiğim


handa buldum, sekiz kağıt verip aldım. Benim kırık saz ile


efendilere çalmak yakışık almaz herhalde!- dedi.


 


 Siyah ve güzel gözleri, şimdi aydınlıkta ve açık olduğu halde,


bana o akşam gördüğüm gibi yarı kapalı hissini verdiler.


Dikkat edince, bu büyük ve dalgın gözlerin daimi bir rüya içinde


yaşadığını fark ettim. Bir anda kendimi onun yerine koymak


istedim.


 


 Buraya kim bilir neler düşünerek gelmişti? Herhalde dostumun


kafasından geçen opera muganniliği ve fraklı Avrupa


konserleri, ona yabancı idi. Olsa olsa Ankara'da -büyüklerden-


birkaç kişinin kendisini dinleyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini


düşünmüş olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin


kendisini beklediğini sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik,


kapıcılık gibi bir işe konularak kayırılacağını ve ara sıra


-büyük- meclislerde saz çalıp beş on kuruş alacağını ümit


ediyordu. Bazan valilerin bile böyle aşıkları koruduklarını, onlara


meclislerinde saz çaldırdıklarını herhalde duymuştu.


 


 Mektebin muhtelif milletlere mensup müzisyenlerinin Türkçe,


Almanca, Fransızca konuşmaları ortalığı doldururken, müdür


odasının kapısı vuruldu ve içeriye iki kişi girdi. Bunlardan


biri, bir maarif müfettişi idi. Biraz evvel vekalete müracaat


eden ve imtihan edilmek isteyen bir çocuğu getiriyordu. Orta


mektep mezunu olduğunu ve sesini hocalarının beğendiğini


söyleyen bu çocuk; sarışın, oldukça şişman, dalgalı saçlı, cesur


bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar: -Hay hay!- dediler.


Zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini beraber de


dinleyebilirlerdi.


 


 Hep birlikte çıktık. Arkadaşım memnun ve kendisinden


emin bir tavırla imtihan odasını açtı. Burası parke döşeli, bir tarafında


yeni kurulmuş sahnemsi bir yer bulunan geniş bir salondu.


Sahneye yakın köşelerden birinde de bir kuyruklu piyano


vardı. Oda birdenbire doldu. Grup grup Türkçe ve Frenkçe


konuşmalar başladı. Bazan münakaşalar birbirini bastırıyor ve


anlaşılmaz bir gürültü benim bile başımı ağrıtıyordu. Genç bir


Alman kadını piyanoya geçip tuşlara dokundu. Sıvaslı Ali ömründe


hiç görmediği bu alete hayret dolu bir göz attı, sonra, ihtimal


acemilik göstermemek için, lakayt bir hal almaya çalıştı.


Bu sırada genç müzisyenlerden biri sahneye beyaz boyalı demir


bir iskemle koyarak Ali'ye:


 


 -Otur bakalım!- dedi.


 


 Diğer bir müzisyen atıldı:


 


 -Canım, iskemleye oturup şan yapılır mı? Ayakta söylesin!-


 


 -Amma yaptın ha, ayakta saz çalıp şarkı söyleyen halk şairi


gördün mü?-


 


 Bu münakaşa esnasında Ali, gözleriyle odanın bir hastane


ameliyathanesine benzeyen beyaz, çıplak duvarlarını, büyük,


perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayı sesleriyle dolduran


bu bir sürü adama, ameliyat masasına yatacak bir hastanın


doktorlara bakışına benzeyen ürkek nazarlar fırlatıyordu.


 


 Benim yanımdaki genç müzisyenlerden birine:


 


 -Bunu iskemleye oturtup söyletmek doğru olmaz, bağdaş


kurup söylemeye alışmıştır, belki sıkılır!- dedim.


 


 O bir an -doğru- der gibi bana baktı, fakat sonra:


 


 -Yok canım, ne münasebet! Frenklere karşı bağdaş kurup


oturtmak olur mu? Herifleri kendimize güldürürüz!- dedi.


 


 Ali, beyaz demir iskemleye, ateş üstüne oturuyormuş gibi


ilişti. Sazı tutan eli titriyor ve kırışan alnından kirpiklerine ve


ayva tüylü yanaklarına terler süzülüyordu.


 


 Konuşanlar yavaş yavaş seslerini kestiler. Herkes bir köşeye


yaslandı veya bulabildiği bir iskemleye oturdu, gözlerini


sahnenin ortasında tek başına kalıveren Ali'ye dikti.


 


 Genç adam iki dizini sımsıkı birbirine yapıştırmış, dişlerini


sıkmıştı. Sazı kucağına aldı. Fakat bir türlü yerleştiremedi ve


şaşırıp etrafına bakındı. Üzerine dikilen gözleri görünce büsbütün


şaşırdı. Terler sarı mintanına arka arkaya damlamaya başlamıştı.


Sağ eline kiraz kabuğundan tezenesini aldı, tellere birkaç


kere dokundu.


 


 Bu sesler onu bir an için açar gibi oldular. Yüzüne sükunete


benzer bir ifade geldi. Biraz daha çaldıktan sonra söylemeye


hazırlanarak boynunu oynattı. Öksürmek isteyip utanıyormuş


gibi bir hali vardı. Nihayet gözlerini üzerimizden çekip tavanın


bizim tepemizdeki köşesine dikerek, bir halk şarkısına başladı.


 


 Sesi yine güzel, fakat birtakım hışırtılarla karışıktı. Yükselince


pek belli olmayan bu yabancı sesler alçaklara inince derhal


kendilerini gösteriyorlardı. Ali de bunun farkında idi. Kendini


toplamak istedi, fakat bu hareketiyle ancak boğazının adalelerini


biraz daha gerdi ve yüzü daha çok kırmızılaştı.


 


 Müthiş bir gayret sarf ediyordu. Çenesinin yanlarından


aşağı doğru uzanan ve iki çelik direk gibi kımıldamadan duran


yuvarlak, katmerli et parçaları açıkça görünüyordu. Ali göğsünden


kuvvetle fırlattığı sesi bu cenderenin arasından geçirebilmek


için ter döküyordu. Nihayet şarkıyı bitirdi ve sazı eline


alarak ayağa kalktı.


 


 Alman müzisyenlerden biri derhal:


 


 -Fena değil, fena değil... Ötekini de dinleyelim...- dedi ve


başıyla sarışın genci gösterdi.


 


 Yüzünde kendinden emin bir tebessümle sahnenin dört


ayak merdivenini çıkan delikanlı hemen, hatta odadakilerin


susmasını bile beklemeden, plaklara geçmiş bir halk şarkısına


başladı. Evvela hafif ve tatlı çıkan sesi, yavaş yavaş büyüdü ve


bütün odayı dalga dalga dolduruverdi. Hakikaten güzel söylüyordu.


Birkaç yerde, hanende taklidi bayağı hünerler yapmaya


özenmesine rağmen, mükemmel bir ses materyaline sahip olduğu


meydanda idi. Şarkıyı bitirir bitirmez yine deminki Alman


-Bravo!- diye söylendi. -Bu çocuğu yetiştirebiliriz!-


 


 Bu aralık gözlerim Ali'ye ilişti. Bu odada olanların hiçbiriyle


alakası yokmuş gibi gözlerini boşluklarda gezdiriyor ve canı


sıkılan bir adam tavrı alıyordu. Piyanodaki genç kadın, eliyle


onu yanına çağırdı. Namzetlerin kulak terbiyeleri denenecekti.


Sağ eliyle basit bir melodi çalarak Almanca:


 


 -Bunu aynen tekrar et!- dedi.


 


 Türk müzisyenlerden biri izah etti:


 


 -Piyanoya göre söyle bakalım!-


 


 Ali bir bana, bir de gözleriyle arayarak dostuma baktı. Ben,


-eyvah!- dedim. Zavallı delikanlı ömründe görmediği, sesini


duymadığı, adını işitmediği bir aletin karşısına getirilmişti.


Kendisine söylenen sözün manasını bile anlamıyordu. İzah etmek


istedim:


 


 -Oğlum, bu hanımın çaldığına göre ses çıkar.-


 


 Piyanodaki kadın aynı melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir


gayretle tekrar boynunu gererek:


 


 Bir haber yolladım canan iline...


 


 diye başladı. Oradakilerden birkaçı güldü ve Ali derhal sustu.


 


 -Yok, iki gözüm- dedim, -şarkı söyleyecek değilsin, bu


sesleri çıkaracaksın.-


 


  Sıkıntı içinde gırtlağından birkaç ses fırladı, orada canı sıkılmış


gibi duran Almanlardan biri eliyle sarışın tenoru çağırarak,


-Bu söylesin- dedi.


 


 Piyanonun arka arkaya çaldığı birkaç küçük melodi bir ses


nehri halinde ve berrak olarak delikanlının ağzından dökülüyordu.


İşi çabuk bitirmek isteyenler, usulen Ali'ye bir şarkı daha


söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarf


eden ve her şeyin bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali,


en güzel şarkısını söyledi. Hiç de fena değildi. Hatta orada bulunanlar:


-Mükemmel!- der gibi başlarını sallıyorlardı. Fakat


şarkı bitip Ali sazıyla bir kenara çekilir çekilmez onu derhal


unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir tango


söyledi. Muhakkak ki güzel bir sesi vardı. Artık imtihan kafi


görülerek bu çocuğun ne yolda yetiştirilmesi lazım geldiğine


dair münakaşalara geçildi. Bütçe meselesi ortaya atıldı. Hazirandan


evvel talebe olarak alınırdı, alınamazdı gibi sözler oldu.


Hiç kimse aynı odada bir kenarda bir de Sıvaslı Ali'nin bulunduğunun


farkında değildi. Onu ta buralara kadar getirten dostum,


münakaşa edenlerin yanında, hiçbir şey dinlemeden duruyordu.


İkimiz de Ali'nin yanına gitmeye cesaret edemiyor,


hatta onun yüzüne bile bakamıyorduk.


 


 Ben yavaşça gözlerimi kaldırınca, hayret içinde kaldım.


Ali'de hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavrı yoktu. Boş


gözlerle biraz evvelki gibi duvarları süzüyordu. Sanki bu odadakiler


onu zerre kadar alakadar etmeyen kimselerdi. Yüzünde


en ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça


uzun süren bir sıkıntıdan, bir işkenceden kurtulmuş gibi sakin,


dinlenen bir hali vardı. Gözleri sarışın tenora rastladıkça bir


müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu.


Bu bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve bulamadım.


 


 Sazı yine silah gibi sağ ayağının yanında idi ve bu ayağı


gayet küçük bir hareketle yerden kalkıyor ve tekrar parkelere


dokunuyordu. O zaman içimde bir şeyin burkulduğunu hissettim.


Genç adamın bütün yeisi, bütün inkisarı, bütün kırılan


ümitleri bu ufak ayak hareketlerinde kendini gösteriyordu.


Vücudunun her tarafına hakim olan, yüzünün en ufak bir ürpermesiyle


bile içindekileri dışarı vurmayan gözleri sonsuz bir


derinlik ve sükunet içinde yumuşak bir ışıkla parlayan bu


adam, farkında olmadan kendini sağ ayağının bu minimini ve


sinirli kımıldamasıyla boşaltıyordu. Ömrümde hiçbir insan yüzü,


hiçbir ağlayış bana bu kadar acı, bu kadar manalı görünmemişti.


 


 Kendimi toplayarak, onun yanına doğru yürüdüm. Onunla


muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek lazımdı. Konya'ya


dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz.-


Ali bütün bunları, fevkalade ehemmiyetli bir şeymiş gibi,


kaşlarını hafifçe kaldırarak dinliyor, adeta ezberlemeye çalışıyordu.


Fakat gözleri bana, ilişince irkildim. Nedense bu siyah


ve büyük gözler bana, sahibinin bu lafların bir tekine bile inanmadığını


ifşa eder gibi geldi.


 


 Herhangi bir şey yapmış olmak için:


 


 -Gelin, bir lokantada yemek yiyelim!- dedim.


 


 Odadakilerin münakaşası hala devam ediyordu. Bizim çıktığımızın


farkına bile varmadılar.


 


 Bir kebapçıda karnımızı doyurduk ve bu esnada hemen hemen


hiçbir şey konuşmadık. Onu kandırmaya imkan yoktu.


-Seni çağırıp zahmet verdik, affedersin!- de denilemezdi.


 


 Ben bunları düşünürken kebapçıdan çıktık. Ali bir şey söylemek


ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek:


 


 -Sizi mahçup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!-


dedi.


 


 Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi, gözlerini


hafifçe açarak ilave etti:


 


 -Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!-


 


 Ve yanımızdan ayrılıp gitti.


 


 Ertesi sabah, aramızda topladığımız birkaç lirayı kendisine


vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek için


Haymana Hanı'na giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı Ali'nin, sazını


iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir


kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.


 


 Her Ay, Haziran-Temmuz 1937


 


 ...


 


 Köpek


 


 Çok sıcak bir yaz günü idi. Vakit ikindiye yaklaştığı ve güneş


biraz yana düştüğü halde, bozkırın sarı otlarında en ufak


bir kıpırdanma bile yoktu: Her gün bu vakitlerde Koçhisar Gölü


taraflarında esmeye başlayan ve göz alabildiğine uzayan


ovayı yer yer toz bulutlarına gömen rüzgardan henüz bir eser


görünmüyordu.


 


 Kıvırcık tüylerini, diken midir, ot mudur pek fark edilmeyen


bozkır nebatlarının üzerine sererek yan üstü uzanan tiftik


keçileri uyku sersemi gözlerini yarı kapalı tutuyorlar ve çapar


kirpiklerinin arasından, ufkun şark tarafında hareketsizce bekleyen,


avuç içi büyüklüğündeki birkaç beyaz bulutu seyrediyorlardı.


 


 Birbirinden iri ve alacalı iki çoban köpeği uzakça ve sürüye


hakim birer tepede mevki alarak yatmışlardı. Uyur görünmelerine


rağmen ara sıra bir elektrik cereyanı geçmiş gibi kulakları


sarsılıp dikiliyor, küçük gözleri bütün sürüyü kısa bir an içinde


tarayarak tekrar kapanıyor ve yorgun başları ileri doğru uzanan


ayaklarının üzerine yavaşça düşüyordu.


 


 Çoban daha yüksek bir sırtta oturmuş, değneğine dayanarak


uyukluyor ve iki üç yüz adım kadar uzaktan geçen Ankara-Konya


yolunun üzerinde yan yana uzanan yarımşar metre derinliğindeki


tekerlek izlerini gözleriyle ufka kadar takip ediyordu.


 


 Bu izler on çift kadar vardı ve çok derinleşerek ortadaki kısımları


otomobillerin altına dokunmaya başlayınca terk ediliyorlar,


vazifelerini yanı başlarında birdenbire peyda olan yeni


arkadaşlarına bırakıyorlardı.


 


 Genç çoban, yan yana ve kıvrıla kıvrıla uzanan bu olukların


zamanla ne kadar çoğalabileceğini düşünüyor, içerisi un gibi


bir toprakla dolu olan ve rüzgar esince bir anda yükselerek


ufku tozdan bir bulut şeridi halinde birbirine bağlayan bu çukurların


bir gün ovayı baştan başa kaplayıverdiğini görüyordu.


 


 Kendi kendine:


 


 -O zaman ağa keçileri satar herhalde!- dedi. Şimdi bile


hayvanlar saatlerce dolaşıyorlar ve bulabildikleri birkaç cılız


otu köye dönmeden eritiyorlardı. Baharda dört parmak kadar


yükselen yeşil ve seyrek otlar hemen bitiyor ve keçilere şurada


burada fırlayan ve sanki yeşermeden sararıp kuruyan birkaç


çalıyı çıtır çıtır kemirmek kalıyordu. Ama onlar bundan şikayetçi


görünmüyorlardı. Bu cılız otlara rağmen, tüyleri uzun ve


ipek gibiydi. Gözlerinde geniş bir memnunluk ve gevşeklikten


başka hiçbir ifade yoktu.


 


 Çoban bütün ovanın tozlu otomobil yollarıyla kaplanarak


keçilere ot kalmaması ihtimalini düşünürken aklına birçok şeyler


daha geldi:


 


 -Ağa koyunları satar, beni yolcu ederse, acaba yıllığımı


tam verir mi?- dedi.


 


 Senede on iki lira alacaktı, ekmek ile katık da ağadandı, fakat


iki senedir on para aldığı yoktu. Ağası:


 


 -Parayı nideceksin? Bende biriksin, toptan veririm!- diyor,


üstü başı perişan ise, eski bir pantolonla mintan vererek savıyordu.


 


 -İki seneliğimi birden alsam iyi olur emme!- diye şüpheli


bir tavırla başını salladı.


 


 Yaşı daha on sekiz ya var, ya yoktu. Buğday yüzlü, açık


kumral saçlı ve kahverengi gözlü idi. Biraz ileri fırlak dişleri ve


gözlerinin üzerine çökmüş kaşlarıyla kendisine pek güzel denilemezdi,


fakat duruşunda insanın hoşuna giden bir ağırbaşlılık,


bir ciddilik vardı.


 


 -Bizim kocakarı olmasa, şehre gider, beş on kuruş yapardım-


dedi. Fakat bu da ona pek tatlı bir ihtimal gibi görünmedi.


Şehre gidip üç dört sene kaldıktan sonra daha perişan, daha


bitkin ve ümitsiz köye dönen birkaç kişiyi hatırladı. Bunlar,


orada hamallık, kara amelelikten başka bir iş bulamadıklarını,


günde yirmi beş, otuz kuruş kazandıkları zaman kendilerini


zengin saydıklarını ve kaldırımlarda gecelerken köyün sıcak


samanlıklarını çok aradıklarını anlatıyorlardı.


 


 -Neylemeli?- dedi.


 


 Anası tarlada çalışamaz olduğundan beri, genç çobanın aklında


hep böyle şeyler dolaşıyordu. Fakat kendinden evvel aynı


şeyi düşünüp deneyenlerin halini gördükçe ümitsizliğe düşüyordu.


 


 Mesela, akrabalarından biri, birkaç sene evvel İzmir'e gidip


bir fabrikaya amele yazılmıştı. İlk günlerde vaziyeti kötü değilmiş


diye haberler geliyordu, fakat günün birinde tek bacakla


köye döndü. Ayağını makineye kaptırmış; eline kırk elli bangonot


sıkıştırmışlar, kapı dışarı etmişler. Konya'ya dilenmeye gitti.


Orada da belediye rahat vermiyormuş. Zavallının hali berbatmış.


 


 Köyde kalıp bir baltaya sap olmak büsbütün imkansızdı.


Az buçuk mahsul verir bir tarla almak için on sene, bir çift


öküz sahibi olmak için ise on beş sene çalışması lazımdı ve ondan


sonra da hayatın daha tatlı bir şekil alacağı şüpheli idi. Bir


tarlası ve bir çift öküzü olanların hali kendininkinden pek farklı


değildi. Bir sene kuraklık olunca onlar da bütün köylü gibi


dağlara ot yemeye gidiyorlar, üstelik öküzlerinin açlıktan öldüğünü


veya onda bir fiyatına satıldığını görüyorlardı. Kendisi


onlara nazaran, hatta daha iyi vaziyette idi, çünkü ağa kıtlık senelerinde


de onun ekmeğini ve katığını veriyordu. Belki bir


gün parasını da verecekti? Kim bilir?


 


 Gözlerini keçilerin üzerinde dolaştırdı. Sonra sağ tarafındaki


sırtta yatan köpeğe doğru:


 


 -Karabaş!- diye bağırdı.


 


 Köpek hemen başını silkip doğrularak sesin geldiği tarafa


baktı, yavaş yavaş bacaklarını gerdi, süratli adımlarla çobanın


yanına geldi.


 


 Diğer köpek de olduğu yerde doğrulmuş, başını çobana çevirmişti.


Kendisi çağırılmadığı için acele etmiyor, tüylerine yapışan


tozları ve otları itina ile silkiyordu.


 


 Karabaş, çobanın bir adım kadar önünde durdu. Tüylü


kuyruğunu havada ağır ağır sallamaya ve bekleyen gözlerle


karşısındakine bakmaya başladı.


 


 Çoban elini uzatarak hayvanı ön bacağından yakaladı, kendine


doğru çekti. Üç ayağının üzerinde sekerek yaklaşan köpek,


başını delikanlının kucağına koydu ve uzandı. İri vücudu


keyfinden sarsılıyor, kuyruğu iki tarafa gidip gelirken yerin küçük


çakıllarını yuvarlıyordu.


 


 Çoban ve köpeği hiç ses çıkarmadan birbirlerinin gözüne


bakıyorlardı. Ta içlerine; en derin yerlerine kadar anlaştıkları ve


birbirlerine en iptidai, en köklü bir sevgi ile bağlı oldukları


görülüyordu. Çobanın ileri fırlak beyaz dişlerinin arasından çıkan


müsterih bir nefes, hayvanın yüzüne yayılıyor ve onun pembe


dili bu nefesi emiyormuş gibi titriyordu.


 


 Soldaki tepede ayakta duran ve sürüye nezaret işinin şu


anda tek başına kendisinde olduğunu derhal hisseden diğer


köpek, birdenbire olduğu yerden fırladı ve havlayarak aşağı


atıldı. Çoban ve kucağında yatan Karabaş, kafalarını o tarafa


çevirdiler.


 


 Uzaktan, Ankara yolundan bir toz bulutu yuvarlanıp geliyordu.


Yaklaşınca bunun bir otomobil olduğu fark edildi. Şimdi


çobanın önünden fırlayan köpek de aşağı inmiş, yolun, daha


doğrusu yolların kenarına varmıştı. İkisi de başlarını ileri uzatarak


havlıyor ve müthiş bir süratle yaklaşan düşmanı bekliyorlardı.


Aradaki mesafe azalınca ona doğru koştular. Bu esnada


keçiler hayret verici bir lakaytlığı muhafaza ediyorlar, uzun


ve çok boğumlu boynuzlarında, güneşin artık epeyce alçaktan


gelen ışığını parlatıyorlardı.


 


 Otomobil, daha köpekler yaklaşmadan durdu. Bu, bembeyaz


tozların altında da açık mavi boyası belli olan büyük ve kapalı


bir araba idi.


 


 Köpekler havlamalarını azalttılar. Çoban, bulunduğu yerden


onları çağırdı. İkisi de ağır ağır ve ara sıra arkalarına bakarak


uzaklaştılar.


 


 Otomobilin ön kapısı açıldı ve dışarı siyah saçlı, ince bıyıklı


bir genç atladı, eliyle çobana gelmesini işaret etti.


 


 Bu delikanlı, tahsilini kolejde ve sonra Amerika'da yapmış


bir mühendis idi. Memlekete bir sene evvel dönmüştü. İyi mevkili


akrabaların delaletiyle kısa zamanda bilmem hangi bankanın


bilmem ne seksiyonu şefi ile alakası olmayan bu vazifeden


şikayetçi değildi. Üzeri kristal masasının bir kenarında duran


ve içini birtakım riyazi (matematikle ilgili) formüller, işaretler


dolduran üç dört kitap; onun bir fen adamı olduğunu ispat eden ebedi


şahitler gibi el sürmeden yerlerini muhafaza ediyorlardı ve o, ne olduğunu


pek anlayamadığı halde hiç hatasız yaptığı birtakım kırtasiye


işlerini birkaç saatte bitirince, zamanını, İngilizce birkaç magazini


-belki üçüncü defa- gözden geçirmek suretiyle öldürüyordu.


 


 Altı ay kadar evvel bankanın mühim erkanından birinin


kızıyla nişanlandıktan sonra boş zamanlarını daha iyi şekilde


geçirmenin de mümkün olabileceğini anladı.


 


 O zaman satın aldığı ve nişanlısıyla günlük gezintilerini


yaptığı otomobili Ankara'da bir tane idi. Bir sokak köşesinden


sessizce belirip iri gövdesinde tatlı parıltılar yaparak bir köşede


kayboluşuna veya düz bulvarda uçar gibi süzülüşüne, gelen


geçen muhakkak bir kere durup bakıyorlardı.


 


 Bugün de Konya'ya, kendisi gibi Amerika'da okumuş bir


mühendis arkadaşını ziyarete gidiyordu.


 


 Nişanlısı ve onu yalnızca göndermeyi pek münasip bulmayan


kaynanası da beraberdi. Genç kadın bu değişiklikten memnun,


mütemadiyen gülümsüyor, anası ise tozdan ve sarsıntıdan


harap bir halde somurtuyordu.


 


 Mühendis yere atlayıp çobanı çağırdıktan sonra ayaklarını


sallayıp dolaşarak uyuşukluğunu gidermeye çalıştı.


 


 Sırtına gri İskoç kumaşından bir spor elbise ve başına aynı


renkte bir kasket giymişti. Golf pantolonunun altında, belki yirmi


beş renkli, kareli çoraplar; yuvarlak burunlu ve derisi tüylü


kalın iskarpinler vardı. Hususi otomobili olan ve işin lüksünü


tam yapmak isteyen herkes gibi onun da iskarpinleri benzin ve


makine yağıyla kirlenmiş ve sağ tekinin tabanı gaza basmaktan


delinmişti.


 


 İki tarafa gidip gelirken otomobilin yanında durdu ve kollarını


yan kapının açık duran penceresine dayayarak, nişanlısına:


 


 -Nereden aklına esti çobanla konuşmak!- dedi.


 


 Genç kız, omuzlarını, kollarını, gözlerini oynatarak:


 


 -Merak ediyorum ayol, ben hiç köylü görmedim ki!- dedi.


 


 Yanında oturan annesi başını çevirmeden:


 


 -Ne münasebet!- dedi. -Ankara'da pazarlarda, yollarda


hiç görmedin mi?-


 


 -Aa! Onlar köylü mü, amele... Hem ben böyle çobanları falan


görmek isterim. Sonra yavru keçileri de okşayacağım.-


 


 Mühendis:


 


 -Burada yavru keçi yok ki, hepsi kocaman şeyler!- dedi.


 


 Her söz söyleyişinde, her hareketinde, hatta her bakışında


muhakkak vücudunun birçok kısımları oynamaya başlayan ve


yarısı isteyerek yapılıyorsa, yarısı da sinir bozukluğundan gelen


bu cilveli kıpırdayışlarla, gülünç bir oyuncağı andıran genç


kız, infial ile silkindi ve incecik sesiyle:


 


 -Aman, ne olmuş duralım dediysem? Canım öyle isteyiverdi


işte! Keçilerin yatışı hoşuma gitti.-


 


 Bu sırada çoban yaklaşmış ve köpekler yerlerine dönüp sürüyü


gözlerinin himayesine almıştı.


 


 Genç mühendis, biraz ileride durup bekleyen çobana:


 


 -Yaklaşsana!- dedi. -Sen nerelisin?-


 


 Çoban eliyle ovanın şimal tarafındaki bir köyü gösterdi:


 


 -Buralıyım!-


 


 -Bu keçiler senin mi?-


 


 -Yok, ağanın!-


 


 -Her gün buraya mı gelir otlatırsın?-


 


 Çoban gözlerini bir an karşısındakinin üzerinde gezdirip


bu sualin ne münasebetle sorulduğunu anlamak istedi ve


omuzlarını silkerek:


 


 -Neresi olursa olsun, gideriz; belli olmaz!- diye mırıldandı.


 


 Mühendisin bu neviden daha birçok suallerine cevap vermek


mecburiyetinde kalan ve:


 


 -Ne üstüne vazife de soruyorsun? Hadi işine gitsene!- diyemediği


için büsbütün canı sıkılan çoban, ikide birde başını


çevirip sürüye bakıyor ve ara sıra da otomobilin içine göz kaydırıyordu.


 


 Bu sırada içerdekiler kapıyı açtılar. Genç kız beyaz keten


tayyörü ve alçak ökçeli iskarpinleriyle yere atladı. Annesi arkasından


ağır ağır iki tarafa tutunarak indi. İhtiyar kadının yüzü


büsbütün asıktı. -Ne diye burada vakit geçiriyoruz? Ne manasız


çocuklar şunlar!- diye düşünüyordu.


 


 Genç kız, nişanlısının yanına gelip iki elini birbirine kenetleyerek


onun omuzuna asıldı, sonra dudaklarını öne doğru uzatarak:


 


 -Baksana bana çoban- dedi. -Senin yavuklun var mı?-


 


 Bu kelimeyi birkaç sene evvel okuduğu birkaç hikayede


görmüş bellemişti. Çoban hayretle sordu:


 


 -O da ne ki?-


 


 Kız, mühendise baktı. O izah etti:


 


 -Canım, yavuklun işte... Yani nişanlın. Şöyle bir al yanaklı


dilber. Şöyle işte...-


 


 Ve çenesini omuzuna dayamış bulunan nişanlısının yanağını sıktı.


 


 Çoban, içi ekşimiş gibi yüzünü buruşturduktan sonra:


 


 -Ne gezer, beyim- dedi. -Karnımızı zor doyuruyoruz.-


 


 -Zengince bir kız bul... Bir ağa kızı falan.-


 


 Çoban cevap vermedi. Gözlerini açmış, hayretle kayınvalide


hanıma bakıyordu. Boyalı sarı saçlarının sahte kıvrıntıları altında


salkım salkım küpeler sarkan, gözlerinin etrafı mora, yanakları


vişneçürüğüne yakın boyalarla örtülen bu kat kat gerdanlı


ve dallı emprime elbiseli kadın onu birdenbire fevkalade


alakadar etmişti. Bakıyor, bakıyor ve gözlerini başka tarafa


çeviremiyordu.


 


 Suallerinin birçoğunun cevapsız kaldığını gören ve içini


yavaş yavaş, -halkla, köylü ile temas- cazibesi saran, daha doğrusu,


çobanın kendinden emin tavrından ve ağırlığından sinirlendiği


için, onu sıkıştırmak isteyen mühendis, kendisine hakim


olmaya çalışan bir eda ile, fakat asikar bir sitemle karşısındakine:


 


 -Ne diye cevap vermiyorsun?- dedi. -Bak biz seninle nasıl


alakadar oluyoruz. Sen bizim köylü kardeşimizsin. Biz de sizdeniz!-


 


 Çoban alaka ile sordu:


 


 -Kimlerdensiniz?-


 


 Mühendis evvela anlayamadı, sonra:


 


 -Yok canım, öyle değil- dedi. -Biz de sizin gibi köylüyüz,


aslımız köylüdür. Hepimiz biriz demek istiyorum.-


 


 Çoban gözlerini karşısındaki üç kişinin üzerinde bir müddet


gezdirdikten sonra garip bir çekingenlikle:


 


 -Bilemedim beyim!- dedi ve tekrar valide hanımı seyre


başladı.


 


 Mühendis artık açık bir iğbirar (gücenme) ile:


 


 -Nereye bakıyorsun öyle?- dedi.


 


 Hanımefendi arkadan cevap verdi:


 


 -Nereye bakacak, gözlerini yiyecek gibi bana dikmiş duruyor.


Vahşi midir, nedir?-


 


 Çobanın gözleri büsbütün büyüdü.


 


 İhtiyar kadının ağzı açılınca meydana bir sürü kauçuk,


porselen, altın ve birkaç tane de sarı uzun diş çıkmıştı.


 


 Mühendis, elinde olmadan güldü. Çoban başını çevirerek


arkasına baktı. Artık bu konuşmadan sıkıldığı anlaşılıyordu. O


zaman mühendis, halka hitap etmek ve ona doğru yolu göstermek


gibi içtimai bir vazifesi olduğunu hatırlayarak söze başladı:


 


 -Beni dinle, çoban kardeş- dedi. -Siz daha çok gerisiniz.


Bak! Biz, yerimizden, yurdumuzdan kalkıp sizinle konuşmak,


derdinizi dinlemek için buralara geliyoruz; siz gözünüzü, kulağınızı


dört açıp istifade edeceğiniz yerde, etrafınıza bakınıyorsunuz.


Senin ihtiyaçların nedir? Sıkıntıların nedir? Bunları öğrenmek


istiyorum, bana bütün kalbini açmalısın. Ben senin kardeşinim.


Ha, öyle değil mi?-


 


 Çoban kıpkırmızı olmuştu. Bütün bu sözlerden bir şey anlamıyor,


yalnız karşısındakini herhangi bir şekilde gücendirdiğini


hissederek üzülüyordu.


 


 Mühendis tekrar lafa başladı:


 


 -Ben mühendisim, senin için çalışıyorum; sen köylüsün,


benim için çalışıyorsun. Birbirimizle anlaşmazsak olur mu


ya?..-


 


 Daha bir şeyler söylemek, uzun uzun anlatmak istiyordu.


Sahiden müteessir olmuştu. Bu anda karşısındakiyle anlaşmak


ihtiyacını duyuyordu; fakat onun anlayacağı dili pek tayin edemeyişi,


hatta alelumum (genel olarak) Türkçesinin biraz kıt oluşu, sözlerini


yarıda bıraktırıyordu.


 


 Çoban eliyle birkaç kere kısa ve ret manasına gelmek isteyen


işaretler yaptı ve kekeledi:


 


 -Ben bir şey demedim, bey... Kötü bir şey mi yaptım ki, bey?-


 


 Mühendisin nişanlısı birdenbire değişen bu mükalemeden


bir şey anlamamış ve sıkılmaya başlamıştı. Annesiyle bir göz


işaretinden sonra genç erkeğin kolundan çekti ve:


 


 -Hadi cicim, gidelim!..- dedi.


 


 Mühendis birkaç şey daha söylemek için ağzını açtı. Kelime


bulamadı. Arabasına atlayarak motörü işletti ve otomobil


biraz kımıldadıktan sonra tozlar içinde hızla ileri atıldı.


 


 Çoban bu kısa an içinde o zamana kadar duymadığı bir teessürle


şaşkına dönmüştü. Karşısındakine belki bir haksızlık


yaptığını, onu kızdırdığını müphem bir şekilde fark ediyor ve:


 


 -Pek mi yabani durdum ki?- diye düşünüyordu.


 


 Mühendis ise birdenbire müthiş bir hiddete kapılmıştı. Adi


bir çobanın karşısında yalvarır gibi sözler söylemiş olmak, ona


tahammül edilmez bir izzetinefis yarası gibi görünüyordu. Biraz


evvelki sözlerinde ileri sürdüğü kardeşliğe rağmen, çobanla


kendisi arasındaki büyük farkı vazıh (açık, belirgin) olarak görüyor,


dişlerinin arasından:


 


 -Adam olmaz bu sersemler!- diye mırıldanıyordu.


 


 Nişanlısının bir çığlığı ile silkindi ve başını yana çevirince


otomobilin iki tarafında havlayıp sıçrayan köpekleri fark etti.


Eli hemen arka cebine gitti. Sonra durdu. Düşündü. Farkında


olmadan yapmak istediği bu hareket, ona şimdi en lüzumlu bir


şeymiş gibi görünüyordu. Diğer birtakım düşünceler olmasa,


bu anda silahını ihtimal çobana karşı bile kullanacaktı. Küçük


ve babasından kalma mavzer tabancasını pencerenin yana doğru


açılan sürgülü camından dışarı uzatarak alacalı köpeğin açık


ağzına doğru ateş etti; sonra gaza basarak arabasıyla beraber


bir toz bulutunun içine gömüldü.


 


 Karabaş uzun tüyleriyle yolun kenarına yuvarlanmış ve


derhal hareketsiz kalmıştı. Diğer köpek, Karabaş'ın yanında;


ayaklarını, daha ileri gitmesine mani olmak istiyormuş gibi, ileri


uzatmış, bekliyordu. Çoban koşarak oraya geldi. Diz çökerek


sevgili arkadaşının başını okşadı. Deminki teessürünün yerini


daha hakiki, daha yerinde bır acı almıştı. Gidenlere hiçbir alakası,


hiçbir yakınlığı olmadığını, bilakis onların kendisini en


sevdiği bir şeyden ayırdıklarını apaçık görüyor ve yaşaran gözleriyle


ölü köpeği okşuyordu.


 


 Öteki köpek de eğilmiş, arkadaşının yüzünü kokluyordu.


Şimdi hepsi yerlerinden kalkmış bulunan beyaz, uzun tüylü,


masum gözlü tiftik keçileri, ufukta yuvarlanıp giden bir toz kümesine


hayretle bakıyorlar ve sırtlarında güneşin kırmızı ışığını


oynatarak, ağır ağır ölü köpeğin etrafına toplanıyorlardı.


 


 Yedigün, 23.06.1937


 


 ...


 


 Sıcak Su


 


 İki candarma alacakaranlıkta köyün kenarına varınca, atlarından


indiler ve dizginleri karşıdan koşup gelen kahveci çırağına


vererek, bacaklarını gere gere yürümeye başladılar.


 


 Köyün sokaklarında kimse yoktu. Uzaktan yanık bir inek


böğürmesi işitiliyordu. Rüzgar söğüt ağaçlarının dallarında hafif


mırıltılarla dolaşıyordu. Köyün batı tarafırtdaki sırtları kaplayan


orman, oraya çökmüş bir bulut yığını gibi kımıldıyordu.


 


 Candarmalar kahveye girip kahveci ile yavaş sesle birkaç


kelime konuştuktan sonra dışarı çıkarak köye doğru yürüdüler.


Evler büsbütün karanlığa dalmıştı...


 


 Tam köyün öbür ucunda, ormanın başladığı yerdeki ufak


bir eve yaklaştılar. Ses çıkarmak istemedikleri anlaşılıyordu.


Evin etrafını saran çite gelince, ayaklarının ucunda yükselerek


evin ışık görünen penceresine baktılar. İçeride bir kadın diz


çökmüş, çorba içiyordu. Birçok örgülere ayrılmış saçları arkasına


bırakılmıştı. İkide birde pencereden dışarıya da kaçamak bir


göz atıyordu.


 


 Candarmalardan biri:


 


 -Bire domuzun karısı, nasıl da haberi yokmuş gibi yapar


ya!..- diye söylendi. Öteki:


 


 -Bu dördüncü gelişimiz. Hiçbirinde kıstıramadık. Bu sefer


de İsmail yok gibi ama, bakalım!- dedi.


 


 Çitin kapısını iterek girdiler. Bir candarma, bahçenin arkasına


dolandı. Ötekisi kapıyı vurdu.


 


 İçerde hiç bir telaş eseri görülmedi. Yalnız yerinden kalkan


kadının üç etekli entarisinin yaklaşan hışırtısı duyuldu. Sonra


kapının arkasından taze bir ses:


 


 -Kim o?- diye sordu.


 


 -Aç... İsmail'i arıyoruz!-


 


 Bir sürgü çekildi, kadın kapıyı açarak:


 


 -Buyurun arayın, İsmail evde yok. Geçen sefer geldiğinizde


söyledim: Bahardan beri İsmail gelmiyor. Dört ay mı oldu ki


ne!..-


 


 Candarma bağırdı:


 


 -Sus, iki gündür buradaymış, bize haber geldi!-


 


 Kadın yumuşak bir sesle:


 


 -Yalan ağacığım, yalan! İsmail vukuatı yaptıktan sonra bu


yakalarda görunmedi bile. Kim bilir ne yanlara gitti? Belki de


dağlarda öldü kaldı!-


 


 Candarma, yükü açtı, yatakları devirdi, sonra etrafına bakındı.


Ev bu bir tek odadan, bir de aralıktan, ibaretti. Aralıkta


bir zeytinyağı testisi ile bir ekmek tahtası ve ne oldukları pek


belli olmayan birtakım şeyler daha duruyordu. Biraz genişçe


olan odanın bir kenarında bir minder uzanıyor, onun bir köşesinde


de, açık bir mushaf duruyordu.


 


 Candarma, evvela güzellikle işe başlamak isteyerek kadına


sokuldu:


 


 -Bana bak, Emine- dedi, -inkarı bırak. Bu oğlandan gayrı


sana hayır gelmeyeceğini anladın. Devlet onu sana bırakmaz.


Ondan sorulacak hesabı var. Nesine acırsın yabanın katilinin?


Ama diyeceksin ki, o keyfinden adam vurmadı, canını kurtarmak


için vurdu. Peki, ne diye dağa çıktı öyleyse? Devletin mahkemesi


yok mu? Vurduğu uşak, ağa çocuğu diye onu yiyecek


değiller a! Hakkı ne ise o kadar yatıp çıkacaktı. Dedim ya, bırak


sen onun arkasını da, nerede olduğunu, bu akşam nereye kaçtığını


bize söyle. Bak gençliğin var. Kendine yazık etme... Hadi


Emine, deyiver bakayım, İsmail biraz evvel buradaydı değil


mi? Kim haber verdi bizim geldiğimizi?-


 


 -Söyledim ya, ne diye üstelersiniz! Dört aydan beri İsmail'i


görmedim!..-


 


 -Emine, bunun sonu kötü olacak. Biz de buraya keyfimizden


gelmiyoruz, yüzbaşı söylemedik laf komuyor; bu sefer de


yakalamadan gidersek, iflahımızı keser. Kim bilir hangi dağ başındaki


karakola gönderir.-


 


 Kadın önüne bakıp susuyordu.


 


 Candarmalar birbirlerine baktılar. Svnra yan yana gelip


birkaç kelime fısıldaştılar. Birisi:


 


 -İhbar sahi miydi acaba?- dedi.


 


 Öbürü kurnaz bir gülüşle:


 


 -Şimdi anlarız!..- diye cevap verdi ve bu işlerin kurdu olduğunu


göstermek ister gibi elini salladı. Sonra kadına dönüp:


 


 -Aç şurayı!..- diye bağırdı ve eliyle odanın bir köşesindeki


küçük tahta kapıyı gösterdi.


 


 Kadın bir dakika tereddüt ettikten sonra, o tarafa giderek


tahta mandalı çevirdi ve kapı kendiliğinden açılıverdi. Burası


küçük bir gusülhaneydi.


 


 İçerde kimse yoktu. Öbür candarma sorucu gözlerle arkadaşına baktı:


 


 -Hani ya?- diye mırıldandı.


 


 -Sus!-


 


 İçinde isli bir teneke ile küçük bir tahta iskemle görünen


gusülhaneye yaklaşarak elini tenekenin içine soktu. Sonra parmakları


yanmış gibi hızla geri çekti:


 


 -Bu sıcak su ne olacak?- dedi.


 


 -Hiç!..-


 


 -Hiç olur mu?- ve anlayışlı bir sırıtma dudaklarına yayıldı.


 


 Kadın kızararak mırıldandı:


 


 -Su dökünecektim...-


 


 -Allah'ın gündüzü kalmadı mı? Kime yutturuyorsun? Kocan


burada değil de, gece vakti ne diye sıcak su hazır edersin?-


 


 Sonra arkadaşına dönerek:


 


 -Bu en sağlam usuldür!- dedi. -Bir kaçağın evini ararken


evvela gusülhaneye bakarım!..-


 


 Birdenbire kadını kolundan yakalayıp çekerek bağırdı:


 


 -Artık inkar para etmez! Söyle bakalım, İsmail nerede? Su


adamakıllı sıcak olduğuna göre, herhalde yeni kaçmış. Buralardan


uzak değildir. Söylemezsen kendin bilirsin!-


 


 Kadın, benzi sapsarı kesilmiş bir halde, kolunu kurtarmaya


çalıştı, sesi titreyerek: -Bilmiyorum!..- dedi.


 


 O zaman candarma, kadının kolunu hızla bırakarak odada


dolaşmaya başladı. Arkadaşı bir duvara dayanmış duruyor ve


kadının süratle inip kalkan göğsüne bakıyordu.


 


 Dolaşan candarma birdenbire durdu, arkadaşını eliyle çağırarak


yavaş, fakat kadının duyabileceği bir sesle:


 


 -İsmail herhalde uzakta değildir, bize teslim olmaya gelmezse,


karısının ırzını kurtarmaya da gelmez mi?..- dedi, sonra


daha yavaş bir sesle ilave etti:


 


 -Ben şimdi Emine'yi yakalayıp mindere atarım, bağırırsa,


nasıl olsa İsmail dayanamaz, neredeyse çıkar gelir. O zaman


kapının yanında bekler, ya ölüsünü, ya dirisini yakalarsın... Bağırmazsa...


Eh, ne yapalım... Bir kere de sen denersin!..-


 


 Kadın sapsarı kesilmişti ve titriyordu. Alt dudaklarını kanatacak


kadar ısırıyordu. İki tarafına bakındı. Dört duvardan


ve iki candarmadan başka bir şey yoktu.


 


 Biraz evvel sıcak suya bakan candarma, gözleri parlayarak


kadını bileğinden yakaladı ve odanın kenarına sürükledi. Öbür


candarma silahını eline alarak dışarı çıktı.


 


 Fakat ne öteki, ne de bu, kadının ağzından bir kelime bile


alamadılar... O, her şeye rağmen bir kere bile bağırmadı, yardıma


kimseyi çağırmadı.


 


 Bir müddet sonra candarmalar silahlarını omuzlarına vurup


yüzlerinde tatlı bir yorgunluk ve içlerinde hafif bir endişe


ile evi terk ederlerken, Emine de yavaşça arkalarından dışarı


süzüldü. Çitin kenarlarına sine sine ormana daldı.


 


 Sabaha kadar uzaktaki çalıların arasında bekleyen İsmail,


ortalık ağardığı halde hala evde ışık yandığını görünce sürüne


sürüne sokuldu ve yarı açık kapıdan garip bir üzüntü ile içeri


girdi.


 


 Oda darmadağındı. Yağı bitmeye yüz tutan lamba, cızırtılarla


yanmaya çabalıyordu. Ortada kimseler yoktu.


 


 Kapının önüne çıkarak bir ıslık çaldı. Köy tarafından on


dört yaşlarında bir çocuk göründü. Koşarak ve etrafına bakınarak


geldi. İsmail onu hemen aşağıya, kahve tarafına yolladı.


-Candarmalar Emine'yi götürdülerse n'eylemeli?- diye düşünüyordu.


Fakat yarım saate varmadan dönen oğlan, candarmaların


gece yarısına doğru atlarına binip kasabaya yollandıklarını


ve kimseyi götürmediklerini söyledi.


 


 O zaman köyden gelen daha birkaç kişi ile beraber Emine'yi


aradılar. Her eve sordular, ormanda dolaşıp:


 


 -Kız Emine... Nerdesin?- diye bağırdılar. Fakat ne o gün,


ne de ondan sonra, hiçbir yerden Emine'ye dair bir haber çıkmadı.


 


 Ayda Bir, 01.07.1937


 


 ...


 


 Mehtaplı Bir Gece


 


 Yüksek ve üzerinde yer yer otlar fışkıran bir duvara dayanıp


yarı kapalı gözlerini yukarı kaldırınca etrafa alacakaranlığın


çökmüş olduğunu gördü. Gideceği yere yaklaşmış biri gibi


derin bir nefes aldı. Önünde, üzerinden demiryolu geçen bir


köprü vardı. Bunun altına doğru, duvarlara tutunarak yürüdü.


Ayakları titriyor ve göğsü müthiş hırıltılar çıkararak inip kalkıyordu.


 


 -Buracıkta ölebilirim!- diye düşündü.


 


 Fakat sanki onda bu ümidin bir andan fazla yaşamasını istemiyorlarmış


gibi, karşı taraftan, ellerinde çıkınlarıyla birkaç


adam göründü. Hızlı hızlı konuşarak yanından geçip gittiler;


tam arkasından gelen tek atlı bir araba, bozuk kaldırımlarda


hoplayarak, süratle ilerdeki yola daldı.


 


 Burası da tenha değildi. Buradan da gelip geçenler vardı.


Sağda, solda yükselen kalın ve harap duvarlar onu insan gözlerinden


saklayamayacaklardı. Daha tenha ve kimsenin onu rahatsız


etmeyeceği, kendisinin de kimseyi rahatsız etmeyeceği


bir yer bulması lazımdı.


 


 Çıplak ayaklarına geçirdiği tabanları delik pabuçları ağır


birer zincir gibi sürüyerek ve öksürdükçe yırtılır gibi acıyan


göğsünü eliyle bastırarak ilerlemeye başladı.


 


 Üç günden beri tamamen açtı ve belki üç aydır doyuncaya


kadar yemek yememişti.


 


 Açlık aklına gelince, bir eliyle, adeta okşar gibi karnını yakaladı.


Sonra, yer yer çatlamış dudakları gerilerek, yüzünü tebessüme


benzeyen korkunç bir ifade kapladı. Karnındaki kıvrandırıcı


ağrılar dün akşamdan beri kesilmişti. Şimdi onun yerinde


tam bir hissizlik ve biraz da bulantı vardı.


 


 Demiryolu köprüsünün altından geçtikten sonra karanlık


bir sokağa daldı. İki tarafta ahşap evler ve sokaklarda tek tük


çocuklar ve kediler vardı. Bazı pencerelerin arkasından kadın


bağırışları, küfürler, çocuk ağlamaları geliyordu. Yer yer çirkef


çukurlarıyla örtülü olan yolda, birkaç adımda bir durarak ilerledi.


Biraz daha... Ondan sonra tenha bir köşe, insansız bir yer


herhalde gelecekti. Birkaç takunyalı kız, ellerinde su tenekeleri


ile geçerlerken durup ona baktılar. Yürüyüşünü hızlandırmak


isteyince bir öksürük nöbetine tutuldu. Göğsünde tel fırçalar


dolaşıyormuş gibi kıvranıyordu. Nihayet kapısı kapalı bir evin


eşiğine çöküverdi.


 


 Öksürük nöbeti geçtikten sonra, yaşaran gözlerini önüne


dikti. Ayaklarının arasında patlıcan ve soğan kabukları ile iki


aşık kemiği vardı. Bir aralık bunlar kayboldular ve o, tükenmez


bir yolda giden bir adamı durup durup arkasına baktıran bir


hisle, bir anda ve hızla, hafızasında geriye doğru kaydı.


 


 Memleketinden ayrılalı beş seneyi geçmişti. Çocuk denecek


bir yaşta gurbete atılmış, her türlü işe girmiş ve birçok şeyler


öğrenmişti. Son senelerde bir küçük fabrikada motörcü yamaklığı


yapıyordu, hastalığı orada iken başladı. Daha doğrusu


küçükten beri zaman zaman kendisini yoklayan nefes darlığı,


bu fabrikanın havasız, küçük motör dairesinde boğucu bir illet


haline geldi.


 


 Bir müddet her şeye rağmen dayanmaya çalıştı. Baş aşağı


giden bir cereyana bir kere yakasını kaptırdıktan sonra kurtuluş


olmadığını seziyordu. Fakat günden güne artan bir halsizlik


ve göğsünün içinde zaman zaman diken demetleri gibi dolaşıp


gözleri kanlanıncaya kadar onu kıvrandıran öksürük nöbetleri


mütemadiyen arttı ve şiddetlendi. Yara haline gelen nefes boruları


motör dairesinin rutubetli, boğucu havasını içeri alırken bile


sızlamaya başladı.


 


 Bir gün sabahleyin uyandığı zaman, yerinden kımıldayamayacak


halde olduğunu gördü. Birkaç gün aç açına yattıktan


sonra güç halle doğrulup fabrikaya gidince, onu içeri bile almadılar.


 


 Aylardan beri korktuğu yuvarlanış başladı. Bir hafta kadar


cebindeki beş on kuruşu idare etti. Sonra tekrar birkaç gün açlık...


 


 Memleketten gelip şehirde yerleşmiş, oldukça hali vakti


yerinde bir dayısı vardı. Onu aradı ve korka korka evin iki kanatlı


kapısını çaldı.


 


 Buna birkaç gün için taşlığın bir kenarında yatacak yer verdiler


ve önüne birkaç lokma koydular. Fakat burada da dayısının


çocuklarından rahat yoktu. En büyüğü on iki yaşında olan


bu beş oğlan, bir türlü sebebini anlayamadığı bir zulüm ihtiyacıyla


onu canından bezdiriyorlar, uyurken başına su döküyorlar,


hatta bazan öksürük nöbetiyle sarsılırken uzun değneklerle


suratını ve vücudunu dürtüyorlardı.


 


 Celeplikten epeyce para kazanan ve eve geç vakit gelip erkenden


giden dayısı, onun bir kere bile halini sormamıştı. Yanından


geçerken anlaşılmaz bir şeyler homurdanıyor ve gözlerini


hastanın üzerinde bir an tuttuktan sonra, yoluna devam


ediyordu.


 


 Bir sabah, erkenden sokağa çıkıyordu, yeğeninim önünde


biraz durdu, sonra:


 


 -Üç haftadır burada yatıyorsun... Bunun sonu yok, git,


devletin bir hastanesine başvur...- diyerek yoluna devam etti.


 


 Hemen o gün kendisini kapı dışarı ettiler. Akşama kadar


birkaç hastane dolaştı ve her birinin kapısından daha yorgun,


daha ümitsiz ayrıldı. Bir müddet de hemşerilerine yük oldu.


Her biri kendisi kadar fakir olan bu adamlar, ona ellerinden gelen


yardımı yapmaya uğraştılar. Bu da birkaç haftadan fazla


sürmedi. Yeniden bir dolaşma başladı. Bir türlü bitmeyen ve


nereye varacağı belli olmayan bu yolculuklar belki hastalıktan


da beterdi. Dolaba koşulmuş bir hayvan gibi aynı caddeden bir


günde on beş defa geçtiği oluyordu. Bazan dileniyor, bazan polislerden


kaçmak için koşuyor ve tenha bir köşede öksürük


hamleleriyle yerlere yuvarlanıyor, bazan da sokaklardan ve


mahalle aralarındaki çöp tenekelerinden ekmek parçası ve


meyve kabukları toplamaya uğraşıyordu. Hastalığı bu işte bile


onun ellerini bağlayan bir engel idi. Çöp yığınlarının başına


üşüşen sekiz on yaşlarındaki çocuklar, onu kolayca bir kenara


itiyorlar, hatta kendisinin bulduğu bir şeyi bile kolayca elinden


alıveriyorlardı. Ekşi ve yapışkan kokular neşreden bu yığınları


karıştırırken eline geçen bir kavun kabuğunu, üzerinde birkaç


çürük üzüm tanesi bulunan bir salkımı veya henüz içinde yağ


bulaşığı görünen bir sardalya kutusunu yırtık gömleğinin altı-


na telaş ve korku ile saklıyor, bir köşeye çekilip, etrafında sinekler


gibi dolaşan aç çocuklara kaptırmadan, elleri titreyerek


yemeye, sıyırmaya çalışıyordu.


 


 Fakat üç günden beri bunu da yapamıyordu. Midesi, kim


bilir nasıl bir istiğna ile kendisine gönderilen bu çeşitli maddeleri


hemen dışarı yolluyor, hiçbir şey, hatta su bile istemiyordu.


 


 O zaman derhal her şeyi anlar gibi oldu. Bu hal, sonun


yaklaştığına alametti. Artık ölmekten başka yapılacak şey kalmamıştı.


Bunu gayet sakin karşılıyor, mümkün olduğu kadar


sıkıntısız bir şekilde bu dünyayı bırakıp gitmek istiyordu.


 


 Garip bir his, ona, midesinin isyanına rağmen, açlıktan değil,


asıl hastalığından, göğsünden öleceğini söylüyordu. Bunun


için karnını hemen hemen unutmuş gibiydi. İlk günlerde kaburgalarının


aşağısına doğru yayılan ince ince sızılar ve ezilmeler


artık tamamen durmuştu. Şimdi sade göğsü, öksürüğü ve


halsizliği vardı. Her adımda canının biraz daha azaldığını sanıyor,


ağzından kesik darbeler halinde çıkan nefesini, parça parça


dışarı fırlayıp havada kaybolan ruhunu görmek ister gibi, sabit


bakışlarla araştırıyordu.


 


 Dermansızlığı arttıkça, ölecek tenha bir yer aramak ihtiyacı


da çoğaldı. Bir tek korkusu vardı: Kalabalık bir yerde, mesela


bir sokak köşesinde düşüverirse, başına üşüşürler, ifade almaya,


itip kakalamaya, götürmeye kalkarlar, onu rahat can vermeye


bırakmazlardı. Can çekişirken hırpalamaktan ödü kopuyordu.


Kendisine herhangi bir şekilde yardım edilip kurtarılabileceği


düşüncesi kafasından o kadar uzaktı ve dünyada kendisiyle


meşgul olabilecek bir insan bulunabileceği ihtimali ona öyle


yabancı idi ki, bu bitip tükenmez yürüyüşte onun kütleşen sinirlerini


ne bir ümit, ne bir hiddet kıvılcımı harekete getirebiliyordu.


 


 Hayatında yalnızlıktan başka bir şey görmediği için, müthiş


yalnızlığının farkında bile değildi. Etrafından gelip geçenlere,


herhangi ecnebi bir maddeye, bir duvara, bir ağaca, bir köpeğe


bakar gibi düz, alakasız belki biraz çekingen nazarlar fırlatıyordu.


 


 Ölüm ona hiçbir zaman fevkalade bir şey gibi görünmemişti.


Etrafında, küçükten beri, en çok gördüğü şey ölümdü.


Yalnız ölümün bir şekli vardı ki, düşündükçe tüylerini ürpertiyordu.


 


 Köyde ölen sığırlara, atlara ve diğer hayvanlara, gündüz


kargaların ve gece çakalların nasıl üşüştüklerini ve ertesi gün o


leşten nasıl birkaç parça kırmızı renkli kemikten ve birkaç tutam


kıldan başka bir şey kalmadığını çok görmüştü. Farkında


olmadan şimdi onu bu korku avucuna almış bulunuyordu:


Kim olduklarını, ne olduklarını bilmediği ve kendisine bir çakal


veya bir karga kadar yabancı bulduğu bu adamların ihtimal


onu aynı şekilde dideceğini, tanınmaz hale sokacağını sanıyordu.


 


 Oturduğu kapının önunden kalktığı zaman, adamakıllı gece


olmuş ve evlerin alt kısımlarını karanlık sarmıştı. Biraz daha


yukarılarda, çatılara doğru gitgide açılan bir aydınlık vardı.


Birkaç adım attı. Evlerden birinden bir ud sesi, birkaç sokak


öteden sarhoş naraları ile köpek havlamaları geliyordu. Başı


önunde yürüdü. Karşısına tekrar yüksek bir sur çıktı. Onun kenarını


takip ederek on beş yirmi adım daha gidince önü birdenbire açıldı.


 


 Alnından birisi dürtmüş gibi durakladı. Başını kaldırıp ileriye


doğru bakınca, önünde, birkaç adım ilerde, alabildiğine


uzanan ve ayın ışıkları altında hafif hafif şıpırdayan denizi gördü.


 


 Bu gece, harikulade güzel bir geceydi. Her zamankinin iki


misli kadar büyük görünen ay, yerinden fırlamış, toprağa ve


denize adamakıllı yaklaşmış gibiydi. Duvar harabelerinin ve


çöp yığınlarının üzerinde fışkıran arsız nebatlar bir masal bahçesinin


çiçekleri gibi nazlı nazlı sallanıyorlardı. Sahili ara sıra


yalayan dalgaların ıslattığı yosunlu çakıllar, türlü renk oyunları


yapan kıymetli taşlar gibiydi. Her şeyde yarı sarhoş, yarı baygın


bir hal vardı. Her şeyden, bu sessizliğe ve baygınlığa rağmen,


oluk oluk hayat fışkırıyordu.


 


 Gözlerini bir müddet denize, bir müddet aya dikti ve sonra


birdenbire içini bir sızının kapladığını, ölmek istemediğini


anladı. İşte burası sessiz ve kimsesizdi. Bir köşeye arkası üstü


uzanır ve gözlerini tepedeki soluk yıldızlara dikerek gelecek


anı bekleyebilirdi. Buna rağmen, sızlayan göğsünün derin ve


hayat dolu bir nefes almak için kabarmak istediğini fark etti.


Gözleri yaşarmıştı. Hayatında hiç başına gelmeyen bu hal;


ona hayret verdi. Daha fazla düşünmeye vakit kalmadan göğsünü


kaplayan bir öksürük onu birkaç dakika kıvrandırdı, giderken


de, garip ve o zamana kadar alışmadığı bir hüzün bıraktı.


Öleceğine olan kanaati sarsılmamıştı, fakat bu ona yarım


bir şey gibi geliyordu. Etrafında bir eksiklik vardı, düşünmeye


çalıştı: Kafasından sis halinde birtakım şekiller geçtiler,


kimisini köyüne, kimisini anasına benzetmek istedi, fakat hiçbir


şeyi tamamıyla seçemedi. Yavaşça bir taşın üzerine oturdu.


 


 Ne kadar sonra olduğunu pek bilmiyordu, biraz ilerisinde


bir cisim harekete geçti. Eskiden beri orada mıydı, yoksa yavaş


yavaş mı sokulmuştu? Bunu düşüneyim derken ince bir kadın


vücudu ona doğru yaklaştı, bir adım ilerisinde durarak gözlerini


erkeğin yüzüne dikti.


 


 Erkek başını kaldırınca her şeyden evvel karşısındakinin


gözleriyle karşılaştı. Renkleri belli olmayan, fakat acayip bir


ışıkla parlayan bu küçük noktacıklar, vücudu üzerinde ağır


ağır dolaşıyorlardı.


 


 Kadın mehtabı arkasına aldığı için, yüzü karanlıkta kalmıştı.


Gölgesi erkeğin dizinin yanına düşüyordu. İri elleri incecik


kolların ucunda ağır bir cisim gibi sallanıyordu. Çıplak ayaklarında


atkıları bağlanmamış ve topukları kırık iskarpinler, sırtında


rengi belli olmayan, yalnız göğsü kirden ve lekelerden koyulaşan


kısa bir entari vardı.


 


 Kadın bir adım daha attı, erkeğin yanına oturdu ve kaşlarını


manalı olmak isteyen bir şekilde kaldırarak yüzünü yanındakine


çevirdi.


 


 Erkek, şimdi ay ışığının tamamıyla aydınlattığı bu yüze


hayretle baktı.


 


 Bu esmer ve yağlı çehrede çiçek belki en korkunç tahribatını


yapmıştı. Derin çukurlar yer yer birleşmişler ve geniş sahaları


kaplamışlardı. Dudakları ince ve beyaz iki çizgi halinde geriliyor


ve yüzündeki çukurlara birçok da kırışıklar ilave eden yılışık


ve yalancı bir gülüş, gözlerinin altına kadar uzanıyordu.


Kesik ve yorgun nefes alan ve bulunduğu yerde yıkılıp kalmamak


için elleriyle iki tarafını tutan hasta adam, kadının bu gülüşüyle


ürperdi. Etrafındaki bütün çirkinliklere, bütün kirlere


gümüş bir örtü örten ve her şeyi bir an için güzelleştiren ay, bu


çiçekbozuğu yüzü bir kat daha iğrenç yapıyordu... Yalnız bir


şey biraz tuhaftı: Yaşının kaç olduğunun tahmin edilmesine imkan


olmayan bu kadının koyu siyah gözleri, en genç parıltılarla


hareket ediyor ve insanın üzerinde duruyordu. Bunların derinlerinde,


yüzdeki korkunç tebessümle tam bir tezat teşkil eden,


bir hüzün saklı gibiydi.


 


 Kadın biraz daha sokularak:


 


 -Konuşsana!- dedi ve bunu çatlak bir ses ve apaçık bir


köylü şivesiyle söyledi.


 


 O zaman biraz kendine gelmeye çalışan delikanlı, dinlene


dinlene:


 


 -Sen nerelisin?- diye sordu.


 


 -N'ideceksin?-


 


 -Hiç!-


 


 -Gel biraz, şöyle gidelim.-


 


 -Ne diye?- Kadın fevkalade bir tabiilikle:


 


 -Burası pek ortalık yer. Gören olur!- dedi.


 


 Bir an için parlamış olan alakası hemen sönen erkek, ters


bir omuz silkmesiyle homurdandı:


 


 -Hadi, sen işine gitsene!-


 


 Kadın bu hakareti duymamış gibi güldü. Bacak bacak üstüne


atarak, pişkin bir eda ile:


 


 -Meteliksiz misin?- dedi ve sağ elinin baş ve şehadetparmaklarıyla


para işareti yaptı.


 


 Erkeğin yüzünde gülümsemeye benzeyen bir ifade dolaştı.


 


 Öteki, elini hastanın omuzuna koyarak:


 


 -On beş kuruşun da mı yok?- dedi. Sonra bu miktarın azlığını


mazur göstermek ister gibi ilave etti:


 


 -Biz alçakgönüllüyüz...-


 


 Erkek boğuk bir sesle:


 


 -Hadi git be!- dedi ve eliyle şiddetli bir hareket yaptı. Fakat


bu, onu derhal eskilerinden daha berbat bir öksürük nöbetinin


içine fırlattı. Yerinden hopluyor, iki kat oluyor, dışarı fırlayan


gözlerini yardım ister gibi etrafındaki eşyaya çeviriyordu. Kadının


orada bulunduğunu unutmuş gibiydi. Belki beş dakika kadar


süren bu nöbetten sonra, biraz evvel oturduğu taşın dibine


yığılıverdi. Gözleri donuklaşmış, yüzü manasız ve sarkık bir hal


almış, dudaklarının kenarında kanlı köpükler belirmişti.


 


 Bu müddet zarfında ayakta ve kararsız bekleyen kadın yavaşça eğildi:


 


 -Amanın- dedi, -sen hastaymışsın ya!-


 


 Genç adamın ifadesiz gözleri bir müddet karşısındakinin


üzerinde kaldı, sonra başı yavaşça önüne düştü.


 


 Kadın dizleri üzerine çökerek:


 


 -Neyin var? Ne diye önceden diyivermedin!- diye mırıldandı.


-Kalk seni şuraya götüreyim, biraz uzanıp yatarsın!-


Sonra daha yavaş bir sesle ve başını sallayarak ilave etti: -Herhalde


açsın da!-


 


 Hasta hiçbir şey söylemeden, çok güç bir iş yapıyormuş gibi,


başını doğrulttu. Gözleri karşılaşınca birdenbire yüzünü sükunete


benzeyen bir ifade kapladı.


 


 Bir müddet evvel kadının gözlerinde görür gibi olduğu hüzün,


şimdi onun esmer ve çiçekbozuğu yüzünü, ince ve renksiz


dudaklarını da sarmıştı. Yerinden kımıldamaya çalıştı. Kadın


onu kolundan tuttu:


 


 -Uzak değil, şuracıkta!- dedi.


 


 Beş on adım yürüdüler. Önlerine yanmış bir evin dört duvarı


geldi. Boş bir delikten ibaret olan kapının iki ayak merdivenini


çıkarak içeri girdiler. Üstü açık olan ve etrafındaki kocaman


taş pencerelerden deniz görünen bu duvar harabelerinin


bir köşesine, bir metre kadar yükseklikte, bir çuval gerilmişti.


Onun altında bir küçük testi, örtüye benzeyen bir paçavra yığını


ve bir miktar otun üzerine serilmiş, yer yer yırtık bir keçe


vardı. Duvarın taşları arasına sokulmuş bir tahtada ezik bir sepet


asılı duruyordu. Kadın hastayı keçenin üzerine arkası üstü


yatırdı, sepeti duvardan alarak içinden birkaç kuru ekmek parçası


çıkardı ve:


 


 -Ye bakalım!- dedi.


 


 Erkek kaşlarını kaldırdı.


 


 Kadın sordu:


 


 -Kaç günden beri bir şey yemedin?-


 


 Erkek parmaklarıyla üç diye gösterdi.


 


 -Dur öyleyse, sana sıcak bir şey kaynatayım.-


 


 Duvarın mukabil köşesine giderek yongalarla bir ateş yaktı.


Kapaksız ve eğri büğrü bir çaydanlıkta biraz su kaynattı.


Sonra sepetin içini uzun müddet araştırıp bulduğu üç tane şekeri


bu suya atarak karıştırdı ve hazırladığı şekerli sıcak suyu


yudum yudum genç adama içirdi.


 


 Göğsünden aşağı yavaşça inen bu kaynar mayi, onun kaburgaları


arasındaki yaraları sanki yakıyor ve hiç arkası kesilmeyen


batmalar her yudumda bir miktar azalıyordu.


 


 Bunu içtikten sonra yavaşça arkası üstü kaydı, olduğu yere


uzandı. Kımıldadıkça altındaki otlar hışırdıyordu.


 


 Kadın bir kenarda duran paçavraları onun başının altına


doğru sürdü.


 


 Genç adam bir müddet gözleri kapalı bu halde kaldıktan


sonra kendinden geçer gibi oldu, fakat birdenbire göğsünde


yanmalar ve gırtlağını parçalayan öksürüklerle yerinden fırladı.


Kadın onun çırpınan kollarını tutmaya çalışıyor, şaşkın gözlerle


etrafına bakınıyor ve mütemadiyen:


 


 -Amanın Yarabbi!.. Ne yapsak ki?- diye söyleniyordu.


 


 Sabaha kadar bu şekilde birçok kere nöbetler tekrarladı.


Her defasında kadın onun savrulan başını yakalıyor, eliyle terli


alnını siliyor, hala ılıklığını muhafaza eden şekerli sudan birkaç


yudum içiriyor ve sonra, nöbet geçince, başını yavaşça paçavraların


üzerine koyuyordu.


 


 Ay, her şeyi yalancı bir güzelliğe bürüyen örtüsünü sürüyerek


garp tarafındaki sırtlara yaklaşıyor ve karşılarındaki dağların


tepeleri hafif pembe bir ışığa gömülüyordu.


 


 Genç hasta uzun zamandan beri arka üstü yatarak, gökyüzünde


gitgide solan ve hala sallanır gibi kımıldayan yıldızları


boş gözlerle seyretmiş ve tekrar boğazına sarılacak bir nöbeti


korkuyla beklemişti. Nihayet bu beklemeden usanmış gibi gözlerini


yumdu ve müthiş bir yorgunluğun tesiriyle içi geçer gibi oldu.


 


 Fakat bir müddet sonra garip bir hisle kendine geldi. Evvela


gözlerini açmayarak bunun ne olduğunu anlamak istedi: Yüzüne


kısa aralıklarla damlalar düşüyordu. Hafifçe gözlerini


araladı. Bütün vücuduna o zamana kadar bilmediği tatlı bir ürperme


yayıldı. Alacakaranlıkta yüzü pek belli olmayan kadın,


üzerine eğilmiş, ses çıkarmadan ağlıyor, yalnız ara sıra, göğsünde


boğmak istediği bir hıçkırıkla sarsılıyordu.


 


 Genç adam, başının üst tarafında bir insan kalbinin hızla


çarptığını duydu. Gözlerini büsbütün açarak yukarıya baktı.


Kadının esmer, yağlı ve çiçekbozuğu yüzü ona öpülecek kadar


güzel geldi. Bu yüzde, şimdiye kadar hiçbir insanda rastlamadığı


bir alakanın izleri, bir kardeş, bir ana, bir sevgili alakasının


ifadesi vardı. Hiç tanımadığı, ne olduğunu, kim olduğunu bilmediği


bir insanın üzerine eğilerek böyle perişan, böyle acı


gözyaşları dökebilen bu kadın ona harikulade bir mahluk gibi


görünüyordu.


 


 Gözleri birbirine rastlayınca kadınınkiler gülümser gibi oldu,


fakat bunun arkasında yine o her zamanki genç ve mahzun


ifade vardı.


 


 Erkek, sebebini anlayamadığı bir gevşekliğe düştüğünü


hissetti. Elleriyle kadının kemikli, iri ve sert parmaklarını tuttu,


göğsüne doğru çekti. Gözlerini kapayarak, hala yüzüne damlayan


sıcak yaşların altında, belki senelerden beri ilk defa olarak,


sakin ve tatlı bir uykuya daldı.


 


 Tan Gaz., 16.11.1937


 


 ...


 


 Köstence Güzellik Kraliçesi


 


 Dört seneden beri görmediğim Berlin'e yeni gelmiştim.


Kah kerpiç evli kasabalarda, kah kızgın güneşle açık mavi denizin


kavuştuğu Akdeniz kıyısındaki şehirlerde oturarak ve bazan


da yaşlı bir at sırtında ve fundalıklı yollarda köyden köye


giderek geçirdiğim bu dört seneden sonra; Berlin bana eskiden


hiç görmediğim bir yer gibi geldi. Alacakaranlıkta indiğim istasyonun


merdivenlerinde ayaklarım ve karşıma çıkan büyük


bir gazinonun şiddetle aydınlatılmış pencerelerinde gözlerim


acemileşti. Eşyamı bir otele bırakır bırakmaz, üstümü bile değiştirmeden,


sokağa fırladım, ağır ağır yürümeye başladım.


 


 Fakat etrafımdaki evler üstüme yıkılacak gibi canlandılar;


sokaklarda yuvarlanan tramvaylar, otobüsler, telaşlı insanlar


hep birden bana doğru koşmaya başladılar. Kaçacak bir yer


aradım. Girmek isteyerek koştuğum gazinoların içinden doğru


fışkıran kalabalık kokusu ve insan gürültüsü beni geri fırlattı.


İçlerine kadar girdiğim yerlerde gene her şeyde o canlanmayı,


bana doğru koşuşu görür gibi oldum. Dans edenler benim etrafımda


dönüyorlarmış sanıyordum. Tavandaki donuk avizeler


yaklaşıp uzaklaşıyordu. Acele ile hesap görerek dışarı fırlarken,


garsonlar durup bana bakıyorlardı.


 


 Büyük şehir beni sarmıştı. Onun içinde, uzun zamandır alışık


olmadığım midesinde biraz daha kalırsam boğulacaktım.


İlk gelen otobüse atlayarak rastgele bir istikamete yollandım.


Hava hafif yağmurlu olduğu için, arabanın üst katında kimseler


yoktu. Oraya çıktım. Nemli muşamba kanapelere oturdum.


Biraz kendime gelir gibi oldum. İnsanlar aşağıda, yaya kaldırımında


koşuşmakta devam ediyorlardı. İki taraftaki binalar


elektrik reklamlarının arkasına saklanmışlardı. Esmer renkli evlerin


pencerelerinden fırlayan ışıklar yolun iki tarafındaki ağaçlara


yapışıp kalıyordu. Bu ağaçların başucumda sallanan ve


birbiri arkasına geçip giden dallarına elimi uzattım. Yapraklar


parmaklarımı ıslattı. Bütün vücuduma bir serinlik yayıldı. O


zaman nasıl ateş gibi yandığımı anladım.


 


 Otobüs, gitgide tenhalaşan yollarda, yolun tenhalığı nispetinde


hızını artırarak gidiyordu. Muayyen bir hedefim yoktu;


yalnız uzaklaşmak, beni birdenbire sarhoş eden, büyük ve canlı


bir mahluk gibi pençelerine almak isteyen şehirden kurtularak


kendime gelmek istiyordum. Berlin'in merkezinden uzaklaşıp


kenar semtlere geldikçe asfalt yollar bitmiş, kaldırım başlamıştı.


Araba hafif hafif sarsılarak ilerliyordu. Bir köşe başında durduk.


Biletçi gelerek buradan ileri gidilmeyeceğini söyledi. İndim.


Etrafıma bakındım. Hiç tanımadığım yerlerdi. Şehrin şimaline


doğru geldiğimizi biliyordum, o kadar. İki tarafımda


dümdüz cepheli yüksek binalar vardı. Otobüs homurdanarak


geri dönerken ben de rastgele yürümeye başladım. Birdenbire


kulağıma uzaktan bir müzik sesi geldi.


 


 Bu, Berlin'de her evin herhangi bir penceresinden zaman


zaman sokağa dökülen bir piyano, bir ev müziği sesi değildi.


Buralarda herhalde, içinde çalgı olan bir gazino bulunmalıydı.


İçine girmek için değil, şöyle bir önünden geçmek için gözlerimle


araştırdım, o zaman sokağın karşı tarafında ve biraz ileride


ışıkları aşağıdan doğru sokağa vuran bir yer gördüm.


 


 Burası bir bodrumdu. Dört ayak merdivenle inildikten sonra


alçak bir kapı vardı. O anda kapıldığım bir merakla merdivenleri


indim, kapıyı iterek içeri girdim.


 


 Yüzüme içki kokusu ve ıslak bir hava çarptı. Girintili çıkıntılı


bir salonun kenarlarına dağıtılmış masalarda kırmızı suratlı


adamlar oturuyorlar ve zaman zaman iri bira bardaklarını dikiyorlardı.


Bir köşede, yüksekçe bir yerde, dört kişilik bir müzik


takımı (bir piyano, bir viyolonsel, bir keman ve bir davul), bu


kabil müzikli yerlerin hiç değişmeyen ebedi parçalarını çalıyordu.


Kapıya yakın boş bir masaya giderek oturdum. Girerken


vestiyere benzer bir şey görmediğim için şapkamı ve elimdeki


birkaç gazeteyi bir iskemleye bıraktım. Bir bardak bira getirdiler.


Ben de etrafa göz gezdirmeye başladım.


 


 Üzerlerinde mavi damalı örtüler bulunan masalarda, ekserisi


işçi kılıklı insanlar oturuyor ve hızlı hızlı konuşuyordu.


Müzik ara sıra altmış senelik bir vals çalmaya başlıyor, iriyarı


herifler masalarındaki sarhoş kadınlardan birini alarak zıplamaya


başlıyordu. Bu kadınlar, yüzlerinde bir bıkkınlık ve çürüklük


ifadesi taşıyarak, ayaklarına basan bu bir gecelik hovardalara


gülümsüyorlardı. Danstan sonra, viyolonsel çalan esmer


adam, piyano ile beraber sanatını gösterdi. O zaman; pek de


acemi olmayan eller, buraların en yüksek müzik seviyesini teşkil


eden parçaları birbiri arkasına sundu. Her küçük gazinoda


yüzlerce defa çalınan bu eserler: Bu Barkarol, bu Noktürn, bu


Macar Rapsodisi ve Karmen... ve bunları çalanların yüzünü


kaplayan mühim ifade beni buradan da kaçıracaktı. Fakat bu


sırada içeriye garip bir adam girdi.


 


 Kapı evvela hafifçe aralandı ve iki açık mavi göz salonda


dolaştı. Sonra korkak adımlarla, küçük, zayıf bir vücut içeri süzüldü.


Bakışları oradakileri incitecekmiş gibi, ürkek gözlerini


etrafta gezdiriyor, bir yere oturmaya cesaret edemiyordu. Ben


yanımdaki iskemleden şapkamı ve gazetelerimi aldım. Bunu


görünce yüzünde bir teşekkür dolaştı ve yanıma oturdu.


 


 Yakından oldukça yaşlı gibi duruyordu. Gözlerinin kenarı


buruşuklar içindeydi. İncecik boynunda ta ensesine kadar uzanan


çizgiler vardı ve kulak memeleri tüylü idi. Gözleri bana ilişince


teşekkür etmek ister gibi sırıtıyor ve ince dudaklarının


arasından sarı dişleri görünüyordu. Gazinonun iç taraflarına


dikilen gözleri bir an parladı. O tarafa baktım. Uzun boylu bir


kadın bize doğru geliyordu. Yaklaşınca Almanca selamladı:


-Hoş geldin Gravila!- dedi. Sonra anlamadığım bir dilde konuştular.


Kadın bir iskemle çekip oturdu ve konuşmasına devam


etti. Ara sıra laf bitmiş gibi duruşlarından, muayyen bir


mevzu etrafında konuşmadıklarını anlıyordum. Kadının tavrında


garip bir melankoli vardı ve bu, onun zaten güzel olan


yüzünü büsbütün cazibelendiriyordu. Fakat bu, eski ve metruk


şatoların dış manzarasına benzeyen, biraz da ürkütücü bir cazibeydi.


Gülüşleri insanda beraber gülmek değil, belki gözleri çevirmek,


hatta kaçırmak isteğini uyandırıyordu. Bu gülüşlerin


arkasında bir şey saklı gibiydi. Bütün bunlar toplu bir halde,


insanı onun mukadderatına bağlamakta gecikmiyordu. Daha


şimdiden zor zapt ettiğim bir merakla onun gideceği dakikayı


bekliyordum. Hemen yanımdakine sormaya başlayacaktım.


Halbuki o, sıska boynunu ileri uzatmış, gözleriyle karşısındaki


kadına, mümkün olsa, onu ebediyete kadar bırakmamak ister


gibi yapışmıştı. Kadının her sözünü sanki içiyor ve vücuduna


bu sözler şiddetli bir mayi halinde giriyormuş gibi zaman zaman


sarsılıyordu.


 


 Biraz sonra kadın do,ğruldu. Elini yanımdakinin omuzuna


vurduktan sonra ağır, fakat ahenkli adımlarla uzaklaştı. O zaman


erkeğin gözlerinde biraz evvelki tatlı ve yalvaran bakışın


yerini alev gibi parlayan bir ihtiras aldı. Ürperdiğimi hissettim.


Hayatımda hiçbir erkeğin bir kadına bu kadar isteyerek, bu kadar


deli gibi, bu kadar yeis içinde baktığını görmemiştim. Hiçbir


şey sormaya cesaret edemedim.


 


 Kadın ileride birkaç yaşlı ve şişman adamın yanına oturdu.


Bunların halleri, evlerinden bir gecelik kaçamak yapan orta


halli esnaf olduklarını gösteriyordu. Zaman zaman yanlarındaki


kadını unutarak birbirleriyle münakaşaya dalıyorlar ve kadın


bu sırada uyuklar gibi oluyordu.


 


 Yanımdaki adamın gözleri hala o tarafta idi. Yavaşça, bir


şey içmesini teklif ettim.


 


 Hep o teşekkür etmek isteyen bakışı ile beni süzdü:


 


 -Şarap içerim...- dedi.


 


 Garsonu çağırdım. Yanımdakine şarap getirmesini söyledim.


Tanır gözlerle ona baktı ve yanılmadımsa gülümser gibi


oldu. Bu benim için pek de hoş olmayan bir gülümseme idi.


 


 Yanımdaki bir bardak doldurup bir nefeste diktikten sonra


zeki bir bakışla:


 


 -Burada beni tanırlar- dedi ve ilave etti: -Gene şarap ısmarlatacak


birini buldum diye gülüyor!-


 


 Hayretle baktım.


 


 -Her zaman sizin gibi biri çıkmıyor...- dedi. -Bütün gece


bir şey içmeden oturuyorum. Barın sahibi de kızıyor...-


 


 Gözlerini buğulamaya başlayan şaraptan biraz daha içerek:


 


 -Marina da ısmarlayabilir, fakat sarhoş olmamı hiç istemiyor.


Sonra beni eve götürmekte güçlük çekiyor.-


 


 Gözleri tekrar kadına doğru kaydı ve deminki gibi alevleniverdi.


 


 Zamanı geldiğini sanarak:


 


 -Arkadaşınız mıdır?- dedim.


 


 -Evet!- dedi. Fakat bu evette benim anlayamadığım bir


şeyler de gizli gibiydi. Yüzüne baktım.


 


 -İkimiz de Romanyalıyız!- dedi. -Altı senedir de beraberiz...-


 


 O zaman alelade bir vaka karşısında kalıvermekten doğan


bir inkisara uğradım. Fakat birbirlerine karşı olan hallerini


hatırlayınca, bu aleladeliğin arkasında başka şeyler, anlaşılmaz,


karanlık birtakım şeyler bulunması lazım geleceğini düşünerek


büsbütün meraklandım.


 


 Yanımdaki ikinci şişeye de başlamıştı. Salonu gitgide daha


çok sis kaplıyordu. Masalar tenhalaşmış, kadınların yüzüne daha


açık bir yorgunluk çökmüştü. Masalarda uyuyup kalmamak


için kendilerini sarsıyorlardı. Büfedeki adam da bir kenara


oturmuş ve çenesini eline dayayarak düşünceye dalmıştı. Keman


bilmem kaç yüzüncü defa Toselli'nin serenadını haykırıyor


ve piyanist başını arkaya fırlatarak, bu parçayı ilk defa çaldığı


zamanki coşkunluğunu bulmaya çabalıyordu.


 


 İkinci şişeyi de yarılayan adam, elini omuzuma koydu:


 


 -Siz garip bir insansınız!- dedi. -Konuşmuyor, sormuyorsunuz.


Fakat öyle bir haliniz var ki, her şeyi anlayabilirsiniz


hissini veriyor.-


 


 Eliyle yakasını tuttu, şarap şişesini itti. Bir şey söylemek istiyordu.


Masanın üstünde duran elime yapıştı: -Artık dayanamayacağım...-


dedi. -Artık dayanamayacağım. Söyleyin bana... Ben ne yapayım?-


 


 Elimi çektim. O da toplanır gibi oldu ve önüne baktı. Sonra


hafif bir sesle:


 


 -Affediniz... Affediniz. Aman Yarabbi, sizi ne kadar taciz


ediyorum...- diye yalvardı.


 


 Kendisini teskin ettim:


 


 -Söyleyiniz- dedim, -sizi alaka ile dinleyeceğim!-


 


 -Ah!.. Alaka ile değil... Beni anlayarak dinleyiniz... Bana


acıyınız. Ahhh!..- diye inledi. Sonra birdenbire, mukaddeme filan


yapmadan, anlatmaya başladı:


 


 -Sekiz sene evvel... O zaman Bükreş Üniversitesi'nde okuyordum.


Dişçi olacaktım. Babam Köstence'de doktordu. Vaziyeti


fena değildi. Bana neşeli bir talebe hayatı temin edebiliyordu.


Bilmem gittiniz mi, Bükreş, dünyanın en neşeli şehri, Bükreş


Üniversitesi dünyanın en neşeli mektebidir... Ben de oranın


en neşeli talebesiydim... Belki de en yaramaz talebesi. Kadınların


üzerinde de hususi bir nüfuzum vardı. Onları mühimsemeden


kendilerine lakayt olmadığımı hissettirmenin usulünü biliyordum.


Birçok istasyonları arkasında bırakan bir tren kadar


tabiilikle birinden ötekine atlıyordum. Fakat son sınıfta iken


küçük bir Besarabyalı kız beni kendine bağlamaya muvaffak


olmuştu. Hatta ikimiz aynı pansiyona taşınmıştık. Çok çapkın


bir mahluktu. Dünyada kederin ne olduğunu bilmiyordu. Birkaç


ay beraber yaşadıktan sonra kış vakansı geldi. Ben Köstence'ye


gidecektim. Hiç teessürsüz birbirimizden ayrıldık. On beş


gün sonra dönecektim.


 


 Köstence'ye öğle üzeri geldim. Trenden çıkar çıkmaz kalabalık


bir alayla karşılaştım. Durup seyrettim. Bir sürü halk arasında,


çiçeklerle süslenmiş bir kamyon geçiyor ve bunun içinde


beyaz elbiseler giydirilmiş, adeta daha çocuk denebilecek bir


genç kız ayakta durup etrafa selamlar veriyordu. Başında hanımellerinden


bir taç vardı. Yanımdakilere sordum. 'Köstence


Güzellik Kraliçesi!' dediler; ilk kraliçe seçimi bu sene olduğu


için, halk pek coşkun ve dün akşamdan beri bütün Köstence


ayakta imiş.


 


 Otomobildeki kıza baktım. Yüzü biraz yorgun, biraz şaşkın


ve biraz da mesuttu.


 


 Alay geçtikten sonra evime gittim.


 


 O gece kraliçenin şerefine bir balo veriliyordu. Arkadaşlarım


muhakkak benim de gelmemi istediler. Yorgun olduğumu


filan söyledim, ısrar ettiler.


 


 Biliyor musunuz, bir dakika, hatta bir saniyede verilen veya


verilmeyen bir karar, bir tereddüt anı, insanın hayatı üzerinde


ne uçsuz bucaksız neticeler doğurabiliyor.


 


 O gün baloya gitmesem, arkadaşlarımın muhakkak fazla


şiddetli olmayan ısrarlarını biraz kuvvetle reddetsem, hayatım


kim bilir nasıl bir istikamet almış olacaktı.


 


 O akşam baloya gittim. Kalabalıktık. Kraliçe her dansta


başka bir gencin kollarında görülüyordu. Birkaç kere yanımdan


geçti. Yüzü gündüzki gibi biraz yorgun, biraz şaşkın ve biraz


da mesuttu.


 


 Bir aralık büfeye gitmiştim. Arkamdan birisi çekti. Döndüm:


Arkadaşlarımdan biri. Yanında kraliçe vardı. Bizi tanıştırdı, sonra:


 


 'Bükreşli üniversite talebesine bir dans bahşetmez misiniz?' dedi.


 


 Dönmeye başladım ve ilk olarak o zaman bu kadına dikkatle


baktım. Ayaklarım dolaşır gibi ve içimde, uzak sezişlerle,


bir şey kırılır gibi oldu. Onun da gözleri bana dikilmişti. Kendimde


bir şey söyleyecek kudret bulamadım ve dans bitinceye


kadar kendime gelmeye çabaladım. Hiçbir şey konuşmadan


ayrıldık.


 


 Fakat ondan sonraki danslarda, isminin Marina olduğunu,


bir mağazada satıcılık ederken güzellik kraliçesi seçildiğini ve


yarın gene işe başlayacağı için bu iki günlük yorgunluğun kendisini


düşündürdüğünü öğrendim.


 


 Bu tatlı, fakat devamsız rüyadan artık uyanmak ister gibi


bir hali vardı. Bu hal beni büsbütün ona yaklaştırdı. İhtimal etrafımda


bu kadar tabii mahluklar görmüş olmadığım için bu


kızın yanı bana ılık ve gürültüsüz bir köşe gibi görünüyordu.


Ertesi günlerde de kendisini görmek için söz aldım.


 


 Ne diye uzatmalı bu lafları, efendi!.. Hulasa o geceden sonra


onu her gün gördüm. Köstence'de kaldığım on beş gün bir


saat gibi geçti. Ah, o on beş günün hatırasını içimde nasıl bir


yerde saklıyorum bilseniz... O günlerde bütün dünyayı bir parmağımla


yerinden oynatabileceğimi sanıyordum. O günlerde


benim için her şey kabildi. Bütün kainatın ve milyonlarca senelik


hayatın hiçbir manası olmasa böyle bir on beş günün bunlara


mana verebileceğini düşünüyordum. Sahilde yan yana dolaşıyor


ve sadece birbirimize bakışıp gülümsüyorduk. Yalnız rüzgarın


dolaştığı ve dalgaların yaladığı plajlarda paltolarımıza


bürünerek koşuyor ve birbirimizin soğuktan kızaran yanaklarını


öpüyorduk.


 


 Fakat on beş gün çok çabuk geçti. Bükreş'e dönmek zamanı


geldi. Ona evlenmeyi vaat etmiştim, fakat bunu aileme açmama


ihtimal yoktu. Bir mağazada satıcı olan ve sonra güzellik


kraliçeliği gibi, burjuva muhitlerinin aforozuna kafi bir sıfatı


üzerinde taşıyan bir kızın lafını evde ağzıma almak bile tehlikeli


olurdu.


 


 Mektebi bitirince hemen gelip kendisini alacağımı, o zaman


müstakil olacağım için kimseye danışmaya hacet kalmayacağını


söyledim. İstasyona gelmesi doğru olmadığı için, bir


gün evvelden ayrıldık. O dakika hala gözlerimin önündedir.


Belki yarım saat birbirimizi kucakladıktan ve ağlaştıktan sonra,


ben uzaklaşırken, arkamdan seslendi. O zamana kadar kendisinden


duymadığım ciddi bir sesle:


 


 'Sakın beni bırakma... Ben sonra çok fena olurum Gravila!'


dedi.


 


 Ben bu ihtarın dehşetini hiç düşünmedim. Fakat ne bilirdim...


Bunun bu kadar şiddetle hakikat olacağını ne bilirdim?..-


 


 Gravila biraz durdu. Gözlerini uzaktaki köşede uyuklayan


kadına çevirdi ve sonra şarap bardağını yakalayarak sonuna


kadar içti. Şarap damlaları tıraşlı çenesinden kirli gömleğine


süzülüyordu. Eliyle onları siler gibi yaptıktan sonra devam etti:


 


 -Ben Bükreş'e döndükten sonra birkaç ay mektuplaştık.


Onun her mektubu daha ateşlenmiş olarak geliyordu. Fakat


ben dünyanın en neşeli şehrinde ve dünyanın en neşeli insanları


arasında Köstence Güzellik Kraliçesi'ni icap ettiği kadar çok


hatırlayamıyordum. Son mektuplarımdan bunu, hissetmiş olacağını


zannediyor ve üzülüyordum. Fakat o hiçbir şekilde bunu


ima edecek bir şey yazmıyordu. Benim mektuplarım gitgide


seyrekleşti. Dersler, arkadaşlar beni çok meşgul ediyorlardı ve


tekrar aynı pansiyona taşındığımız küçük Besarabyalı, insana


göz açtırmıyordu. O da beni unutmaya başladı diyordum. Çünkü,


üst üste üç mektubunu cevapsız bıraktıktan sonra o da yazmaz


olmuştu. Ben bu macerayı da diğer hatıraların arasına


gömdüm. Yalnız, onları hatırlamak bana tatlı bir iş gibi geldiği


halde, bunu aklıma getirmekten adeta korkuyordum.


 


 Üniversite bitti. Ben hiç Köstence'ye uğramadan, o sıralarda


Bükreş'e gelmiş olan babamın ve annemin gönlünü yaparak,


buraya, Almanya'ya geldim. Mesleğimde ilerlemek istiyordum.


Neşeli ve hoş günler tekrar başladı ve bir buçuk sene sürdü.


Sonra Romanya'ya döndüm. Bir kabine açmak için lazım


olan parayı koparmak maksadıyla Köstence'ye gittim. Bu sırada


güzellik kraliçesi hakkında korka korka malumat almak istediğim


bir arkadaş, onun uzun zaman evvel birdenbire ortadan


kaybolduğunu söyledi. Oh, dedim, mukadderat bizim ayrı


yollarda yürümemizi istemiş, ne yapalım?


 


 Fakat ne kadar yanılıyormuşum. Ah, efendi, bilseniz ne kadar


yanılıyormuşum. Fakat sizi sıkıyorum, değil mi? Affediniz,


sonuna geldim... Evet, babamdan bir miktar para alıp Bükreş'e


döndüğüm günlerde, birkaç kişi birlikte bir müzikhole gitmiştik.


Onu orada, birkaç sarhoş talebenin masasında gördüm.


Göğsü bağrı açık ve fitil gibi sarhoştu. Beni uzaktan tanıyamadı.


Yanına yaklaşınca gülerek doğruldu. Sonra birdenbire kaşları


çatıldı. Sarhoş dimağı birçok hatıraların hücumuna uğruyormuş


gibi gözleri bulandı ve beni eliyle göğsümden iterek sallana


sallana uzaklaştı; o akşam bir daha salonda görünmedi.


 


 Ben harap bir halde kaldım. Fazla oturamayarak yattığım


yere döndüm ve ertesi akşam erkenden aynı müzikhole koştum.


Oradaydı, benim geleceğimi biliyormuş gibi, hayret etmeden


yanıma yaklaştı. Masama oturdu. Şundan bundan konuştuk.


Fakat ne bir kelime ile kendi vaziyetinden, ne de eski günlerden


bahsetti. Ben sözü açmak isteyince sert bir tavırla susturdu ve:


 


 'Ben bütün geçen günleri unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum!'


dedi.


 


 Her akşam oraya devama başladım ve her akşam aramızdaki


bu manasız konuşmalar tekrarlandı. Benimle bir arkadaş


gibi konuşuyor, beraber içiyor, dans ediyor, fakat bir kelimeyle


bile eski şeylere dokunmama müsaade etmiyordu.


 


 Tekrar deli gibi ona aşık olduğumu hissettim. Bir uçurumun


kenarında ve yuvarlanmak üzere olan bir adam gibi çırpınıyordum.


Son bir ümitle kendisine buradan ayrılmasını ve benim


yanıma gelmesini söyledim; sadece güldü, acı acı güldü.


 


 O zamandan beri benim için dayanılmaz hayat başladı.


Marina bir yerde durmuyor, muhtelif şehirleri, memleketleri


dolaşıyordu. Ben de her şeyi bırakarak onunla beraber dolaşmaya


başladım. O, buna itiraz etmedi. Hatta benimle alakadar


oldu. Bana yardım etti. Fakat başka hiçbir şey... Sanki etten, kemikten


ve sinirden yapılmış bir mahluk değildi. Sanki bir mermer,


bir kaya yahut bir ölüydü. Ne ağlamalarım, ne kendimi


mahvedercesine geçmişi tamire çalışışım fayda vermedi. Altı


senedir bu hayat, bu cehennem hayatı devam ediyor. Bu altı senede


onun kalbinin bana karşı bir kere bile yumuşadığını görmedim.


Demin gördüğünüz gibi, benimle çok alakadar ve dosttur.


Fakat o kadar. Bir kere kapadığı kalbini bir daha açmıyor.


Dolaştığımız şehirlerde aynı yerlerde, bazan aynı odada kalıyoruz.


O, aramızda görünmez, soğuk bir duvar bulundurmasını


biliyor. İstiyorum ki, bana kızsın, beni tahkir etsin, beni dövsün.


Her şeye razıyım. Hatta beni öldürsün. Yalnız aramızdaki


bu kahredici uzaklık bir parça azalsın. Tahammül edemeyeceğimi,


bu hayatı daha fazla sürükleyemeyeceğimi sandığım anlar


oldu. O zaman her şeye bir son vermek istedim. Fakat bir


ümit elimi bağladı. Bazan günlerce ortadan kayboldum. İstedim


ki, o benim artık bırakıp gittiğimi sansın ve başka bir erkek


bulsun. Bugünlerde onu hep uzaklardan gözetledim. Yanında


bir erkek görsem, eve başka bir erkekle girdiğini veya onun


başka bir erkeğe gittiğini görsem bir anda kurtulacak, hem onu,


hem kendimi öldürerek, bu parçalayıcı azaplara bir son verecektim.


Fakat bir kere bile, efendi, onu bir kere bile başka bir erkekle


görmedim. Beni asıl berbat eden bu... Onun beni sevdiğini,


hala beni sevdiğini, deli gibi beni sevdiğini, benden başkasını


asla sevemeyeceğini bilmek... Fakat bir kere olan şeyi artık


unutamadığını, sırf bunun için yaşamanın ikimiz için de dünyanın


en dayanılmaz işkencesi olduğunu düşünmek... Ah... bilseniz


o beni ne kadar seviyor. Bunu anlıyorum. Siz anlamadınız


mı?.. (O da ne kadar azap çekiyor görmüyor musunuz? Ne yapayım


efendi, ben ne yapayım?..-


 


 Açık mavi gözlerinden yaşlar boşanıyordu.


 


 İçeride kimseler kalmamış gibiydi. Marina ağır ağır geldi.


Hiçbir şey söylemeyen gözlerle beni süzdükten sonra onu


omuzlarından tutarak sarstı:


 


 -Kalk Gravila, gene sarhoş oldun. Eve nasıl gideceğiz?..-


 


 Gözleri çivilenmiş gibi, erkeğin ağlamaktan sarsılan başına


bakıyor ve anlaşılmaz ışıklarla, gizli bir muhabbete benzeyen


bir parıltı ile yanıyordu. Yüzünde bir an onu kucaklıyormuş gibi


bir tatlılık belirdi. Fakat hemen silindi. Şimdi bu çehrede demin


gördüğüm sarsıcı melankoliden başka bir şey yoktu. Aman


Yarabbi, bu kadın ne kadar azap çekiyordu.


 


 Daha fazla duracak ve bu sahneyi seyredecek kudretim


kalmadığını hissederek yerimden fırladım. Sudan bir veda ile


kendimi dışarı attım. Sabah yaklaşmıştı. Kafama serinlik veren


bir sisin içinde yürümeye başladım. Büyük şehir bütün karmaşıklığı,


sonsuzluğu içinde sessiz sedasız uyuyor ve koynunda


birbirine benzemez milyonlarca insan ve macera saklıyordu.


Esmer taş duvarları aşan bir muhayyile için bunun tasavvuru


bile korkunçtu. Fakat bir insan kalbi bu şehirden daha karmakarışık,


daha uçsuz bucaksız değil miydi?


 


 Ayda Bir, Haziran 1936


 


 :::::::::::::::::