This document was generated by ABC Amber LIT Converter program




KÖY ENSTİTÜLERİ ÜZERİNE


SABAHATTİN EYUBOĞLU




OKURYAZARLAR ve KÖY ENSTİTÜLERİ



Devrimin son yıllardaki gelişmesi inanışlarda daha fazla açıklık, düşünce


ayrılıklarında daha fazla dürüstlük istiyor. Memleket meseleleri üstünde söylenen


ve yazılan her şey, her zamankinden daha dokunaklı. İnanış ayrılıklarının ciddiye


alınmadığı, hesaba katılmadığı zamanlar geçiyor. Okur ve yazarlar yurt ve dünya


meseleleri karşısındaki davranışlarını belli etmek zorunda kalıyorlar. Bu gidişle


devrime gerçekten bağlı olmayanlar düşüncelerini uluorta söylemekten


çekinmeyecekler. Dostun düşmandan, koyunun kurttan, kurunun yaştan ayırt edilmesi


belki daha kolay olacak.


Bu yılın en ateşli tartışma konularından biri ve bence en önemlisi Köy


Enstitüleri oldu. Cumhuriyetin zorunlu ve mantıklı sonucu olarak girişilen bu


eğitim seferberliği karşısında okuryazarların serbestçe vaziyet alışları, ileri


geri birçok anlayışları, düşünceleri, alışkanlıkları ortaya koydu. O kadar ki,


insanın rastgeldiğine; ''Köy Enstitüleri hakkında ne düşündüğünü söyle, kim


olduğunu söyleyeyim'' diyeceği geliyor. Aşağıya gelişigüzel sıralayacağım sözler


okuryazarlardan duyduğum ve benzerlerini herkesin duymakta olduğunu sandığım


sözlerdir:


''Bütün köylüleri okutmak güzel fikir, ama sonra toprakları kim ekecek? Koyunları


kim güdecek?''


''Daha şehir çocuklarını doğru dürüst okutamıyoruz, kalkmışız köylüleri


okutmaya.. İnsanın yorganına göre bacağını uzatmak; para yok, öğretmen yok, kitap


yok, binlerce çocuğu totplayıp yarım yamalak yetiştirmenin manası var mı?''


''Köy Enstitülerinde okuyanlar köyde kalacaklar mı bakalım? Sen olsan kalır


mısın? Zorla bırakmaya da hakkımız yok.''


''Bence bu iş böyle olmaz. Milletin parasını böyle fantezilere harcamaya hakkımız


yok. Önce köylümüzü sefaletten, hastalıklardan kurtarmak gerek.''


''Köylü çocuklarını şımartıyoruz. Enstitüde okuduk diye çalımlarından geçilmiyor.


Göreceksiniz sonunda bunlar bize kafa tutacaklar. Besle kargayı oysun gözünü.''


''Biz memlekette birlik yapalım derken bu çocuklar ortaya bir köylü şehirli


ikiliği çıkaracaklar, bize düşman gibi bakacaklar.''


''Kendim görmesem inanmazdım. Ankara Halkevi'nde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü


öğrencileri Faust'u görmeye gelmişlerdi. İlkin asker zannettim. Kaba kaba


elbiseler, kapkara yüzler, korkunç bir ter kokusu. Bir facia. Bunlar öğretmen


olacak da..''


''Bunlar Shakespeare'in, Goethe'nin, Gogol'ün, Balzac'ın eserlerini okuyorlarmış.


Güler misin, ağlar mısın? Bu eserleri biz bile okuyup anlayamıyoruz.''


''Köy Enstitülerinin sola kaymalarından korkulur. Milli tehlike karşısında esaslı


tedbirler almak lazım.''


''Vallahi acıyorum köylülere. Bu kadar da olmaz. Enstitü mezunlarını


yetiştireceğiz diye adamların canlarını çıkarıyoruz. Şehirlilerden istemediğimiz


bir fedakârlığı onlardan ne hakla istiyoruz? Ufacık bir köy on binlerce lira


verecek, insaf. Bari bu eziyetlere karşı köye doğru dürüst bir öğretmen gitse,


hayır efendim, dün akşam gören birisi anlatıyordu, ne kültür varmış ne sanat,


konuşmasını bile bilmiyorlarmış.''


''Köy bir tecrübe tahtası değildir. Uzun tetkikler yapmadan, pedagojik,


sosyolojik esaslara dayanmadan böyle ceffelkalem yenilik yapmaya kalkılmaz..''


''Canım bu çocuklar öğrenci mi, işçi mi? Zavallılar akşama kadar boğaz tokluğuna


çalıştırılıyorlarmış. Gıdasızlıktan verem olanlar varmış. Yazık, günah değil mi?


Zaten bir insana hem kültür hem sanat kazandırmak olacak iş midir?''


Bütün bu tenkitlerde ortak olan özellik, meseleye uzaktan ve dışardan bakmaktır.


Köy Enstitüleri millet ölçüsünde bir iş olmak dolayısıyla az çok hepimizin ortak


davası olduğu halde birçok okuryazar başkalarının giriştiği bir denemeden


bahseder gibi davranıyorlar. Oturdukları yerden meçhul ülkelere hükmeden


sultanlar gibi konuşuyorlar. Tenkit etmek için işin içinde olmak gerektiğini, bir


şeyi tenkit edenin işi yapan kadar sorumluluk yüklenmesi, ne istediğini bilmesi,


işin daha ileri gitmesine yol açması beklenmez mi? Oysaki yukarıdaki sözler


çevremizde şüphe, duraksama ve güvensizlik uyandırmaktan başka ne işe


yarayabilir? Bu tenkitleri elbirliğiyle çoğaltmaktan ne kazanabiliriz?


Başladığımız bu işi bırakıp kimbilir kaç yıl sonra aynı işe yeniden mi


başlayacağız?


Aslında bu sözler tenkit değil kötüleme, yadırgama, küçümsemedir. Bunları


söyleyen veya benimseyerek nakledenler bilerek bilmeyerek devletin bir yenilik


teşebbüsüne sorumsuzca karşı koymuş oluyorlar. Kendi çocuklarının ilkokuldan,


ortaokuldan, liseden ve hatta üniversiteden yoksun kalmasına tahammül edemeyen


okuryazarlar arasında böyle bir davranışın ne sebepleri olabilir? Bunları aramak


boynumuzun borcudur.



c



Biz bir imparatorluk kalıntısıyız. Cumhuriyet yeni bir milletin temellerini


atmıştır. Bir toplumun bir düzenden başka bir düzene geçmesi en kanlı denemelerde


bile çarçabuk gerçekleşmiyor. Yüzyılların alışkanlığı yeni düzenin altında da


nesillerce sürebiliyor. Bugün kalkındırmaya çalıştığımız çoğunluk bir sömürge


halkından pek farklı değildi. İdare edenlerle edilenler ayrı birer millet


gibiydiler. Devlet, kendine bağlananlarla birlikte, çoğunluğun ötesinde Tanrısal


bir âlemdi. Gerçi talihli kullar için çoğunluğun karanlıklarından sıyrılıp


devletliler arasına katılmak hiç de zor değildi. Osmanlı devleti kendine kul


olmak isteyenlerin sınıfına, dinine, mezhebine bakmamakta hayli demokrattı. İşe


yarar bir insan için, talihin istediği gün, idare edenler arasına katılmak


Müslüman olmak kadar kolaydı. Fakat devlete ve servete erişenler birdenbire


çoğunluktan ayrılıyor, içinden çıktığı kalabalığa ister istemez ihanet ediyordu.


Çünkü devletliler arasına giren insan iyiniyetli de olsa, yaşayabilmek, kendine


ve başkalarına faydalı olabilmek hatta çoğunluğun gözünde bile şerefli kalabilmek


için yeni girdiği çevrenin gereklerine az çok uymak zorunda kalıyor, aşağılarda


bıraktığı insanlara olsa olsa acıma, sevgi, dostluk, akrabalık gibi bağlarla


elinden geldiği kadar sadık kalabiliyordu.


Kısacası eski düzenimizde bir devlet ve servet kapısı, bir de bu kapılara


girenlere kâh inanç, kâh korku, kâh sevgi, kâh nefretle bakan, onlara yaranmaktan


başka hiçbir kurtuluş yolu bulamayan köyler dolusu ve yürekler acısı bir sürü


insan vardı. Bu düzen içinde bile imparatorluğun güzel günleri olmadı mı, oldu


elbet, ama neler pahasına ve kaç gün! Bu topraklar üstünde insan yığınları


yüzyıllarca can, mal ve iş güvenliği tanımadı. İdare edenler, en babacan, en


tatlı dilli oldukları zaman bile tehlikeli insanlardı. Onlar da kendilerini


emniyette hissetmedikleri için büyük sürüyü kurnazca bir müsamaha ile


sürüyorlardı. İşler yolunda gittikçe keselerinin ve kalplerinin ağzı açıktı. Ama


devletliler bir kuşkulanmaya görsün, en merhametliler, en zalimler bir anda


birleşiyor, din kardeşi dinlemiyorlardı. Fil, en çok düşmekten korktuğu için


yolunda biraz çamura rastlayınca durumuna ve hortumuna en yakın ne bulursa


çamurun üstüne kor, basar geçermiş.


Osmanlı devleti zamanla halka yaklaşacak yerde geliştikçe halktan uzaklaştı.


İlkin halktan yalnız kudret ve refahça ayrılan devletliler, beyzadeler kapalı


Osmanlı medeniyeti içinde efendileştiler, okuryazar oldular. Din, bilim, sanat


gibi toplumsal değerleri kendi tekellerine alarak üstünlüklerine bir yaldız daha


sürdüler. Okuryazarlık, bilimseverlik, sanatseverlik, dindarlık gibi vasıflar


idare edenler arasına geçmenin yolu oldu. O kadar ki, halk devlet kapısıyla


okul kapısını bir görüyordu.  Hâlâ bazı yaşlı köylüler okuryazar olan 


çocuklarına, ''Eh, sen de devletliler arasına girdin gayrı'' diyorlarmış.


Okuryazarların halkseverliği bize Batı kültürü ve uyanık devlet adamları yoluyla


girmiş bir yeniliktir. Tanzimattan sonra devletin büyük gövdesi köylüleri hâlâ


kendi dışında bir yığın olarak görmekte devam etmekle beraber, yukarılarda söz


sahibi olmaya başlayan bazı yeni fikirli okuryazarlar, iktidar sahiplerinin


anlayışsızlığından, kayıtsızlığından veya aczinden faydalanarak devrimin


tohumlarını kanunlara, kitaplara ve çeşitli kurumlara sokuyorlardı. Bunlar


Fransız Devrimi'nden önceki uyanık okuryazarlar gibi, öne sürdükleri demokrat


düşünüşün kendi hesaplarını aşacağını, bağlı oldukları Osmanlı düzeninin büsbütün


yıkılacağını bilmiyorlardı. Mithat Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp


cömert ruhlarıyla Türk milleti için nasıl olacağını bilmedikleri bir cennet


istiyorlardı. Öyle bir cennet ki, içinde köylüler yine köylü, devletliler yine


devletli kalacak, fakat mucizeli bir nefesle hepsi iyiniyetli, temiz vicdanlı,


mutlu ve ileri insanlar oluverecekti.


Türk devrimi, okuryazarlığı, yeni anlamıyla, çoğunluğa maletme çabası olarak


tanımlanabilir. Atatürk ve İnönü, Cumhuriyetin ilk günlerinde okuryazarlığın


büyük kitleye yani köylüye ulaşmasını çağdaş bir millet olarak yeniden


doğuşumuzun koşulu saymışlardı. Yeni devletin bu yönde gittikçe artan çabaları


nihayet, okuryazarlarla köylüler arasındaki utanılacak ayrılığın yakın bir


gelecekte ortadan kalkacağı umudunu uyandırmıştır. Köy Enstitüleri bu umudun ta


kendisidir.


Bu böyledir ama biz henüz eski devletli okuryazarların alışkanlıklarından


kurtulmuş, köylülerin okuryazarlığa bizim çocuklarımız kadar hakkı, istidadı ve


zorunluğu olduğuna toptan ve gerçekten inanmış değiliz. Okuryazarlarımızın


birçoğu ve özellikle hallerinden memnun olanlar, devletin ilk önce onların


isteklerine cevap vermesini, onların beğenisine göre aş pişirmesini istiyorlar.


Çabasını ve dikkatini büyük kütleye çeviren devlet adamlarını beğenmiyorlar,


köylüye sayısı ölçüsünde önem verilmesine bir türlü katlanamıyorlar. Devletin


kendilerini okutmuş, yerleştirmiş, ayağına otobüs, yataklı vagon, uçak, tramvay


getirmiş, çocuklarına ilk, orta ve yüksekokullar hazırlamış olması fedakârlık


sayılmaz. Bunları düşünmek devletin tarihi, tabii, apaçık ödevidir, ama köylüler


için harcanan paranın ve emeğin adı, en uyanıklarımızın ağzında bile,


fedakârlıktır. Sanki devlet bizim kadar onların da devleti değilmiş gibi.


Kırk bin köyün her birine bir nefes devrim götürmenin en kestirme, en ucuz, en


mütevazı yolu olarak kanunlaşan Köy Enstitüleri karşısında bazı okuryazarlarımız


niçin ya öfkeli, ya duraksar, ya küçümser, ya kötümser bir tavır takınıyorlar?


Niçin kendi çocuklarında meziyetli bir tavır takınıyorlar? Niçin ortaokulda,


lisede, üniversitede ve yüksekokullarda hoş gördükleri kusurları Köy


Enstitülerinde tehlikeli sayıyorlar? Niçin kendi çocuklarında meziyet saydıkları


türlü çocukluk ve gençlik hallerini köylü çocuklarında affetmiyorlar? Niçin bunca


zamandır bütün dertlerine sağır kaldıkları köylülerden bazılarının köy okulu


hakkındaki haklı haksız şikâyetlerini sorgusuz sualsiz destekliyorlar? Niçin


camilerini kendileri yapan köylülerin kendi ortak malları olarak gözlerinin


önünde duracak olan okullarını, zaruretin karşısında, kendilerinin yapmasını


adaletsizlik saymaya kalkışıyorlar? Niçin işi idare edenlerin hangi koşullar


içinde neler yaptıklarını sormaya bile lüzum görmeden dedikoduları can kulağıyla


dinliyorlar? Niçin aralarından, on yıldır yirmi bin gencin giriştiği bu işin dört


yanını yakından incelemek isteyenler çıkmıyor? Çünkü okuryazarlarımızın eski


alışkanlıklarını bilerek veya bilmeyerek (daha çok bilmeyerek) devam


ettiriyorlar, ya da ettirenlere alet oluyorlar. Çoğunluğun okuryazar olmasına


karşı koymakla eskiden kalma imtiyazlarını korumuş oluyorlar. Zaten devrim


kendini eski okuryazarlığın temsilcilerinden bir türlü kurtaramamıştır. Devlet


adamları okuryazar azlığı yüzünden ya da tarafsız kalmak korkusuyla eski kafalı,


fakat iyiniyetli Babıâli efendilerine büyük işler vermek zorunda kalmışlardır.


Böylece devrimi görünüşte benimsemiş, fakat için için eski okuryazar saltanatına


bağlı kalem efendileri, akrabalık, ahbaplık gibi münasebetlerin de yardımıyla


devrimciler arasına yerleşmiş bulunuyorlar. Bunlar Atatürk'ün ve İnönü'nün


milletimizi yeniden kurmak isteyen taraflarına değil, bağımsızlığımızı ve tarihi


varlığımızı kurtaran taraflarına bağlı kalmışlardır. Bu bağlılık aynı önderlerin


devrimci atılışlarına, pasif bir şekilde de olsa, karşı koymalarına engel


olamıyor. Geçiş devrinin bu emekli ve saf gericileri devrimi kendi varlıklarından


çok genç kuşaklara aşıladıkları duyuş, düşünüş ve davranış tarzlarıyla


köstekliyorlar. Gözlerini Cumhuriyet içinde açmış gürbüz delikanlılar arasında


şöyle konuşanlara rastlarsınız:


''Ahlakımız nereye gidiyor? Nedir bu plajların hali? Ben de devrimciyim ama


kızlarımızın bu kadar açılmasına taraftar değilim.''


''Hırsızlık aldı yürüdü. Babalarımız, dedelerimiz zamanında bu kadar değilmiş.


Ben bunun sebebini din terbiyemizin azalmasında görüyorum. Kendim dindar değilim,


ama milletimize daha uzun zaman dini ahlakın lazım olduğuna kaniim.''


''Dayaksız terbiye iyi şey, ama cahil ve tembel köylü laftan anlar mı? Realiyeti


bilmeyenler halkımızın iyilikle yola geleceğini sanıyorlar, nerde.''


''Avrupa, Avrupa... Anladık, ama milletimizin eski âdetlerini, geleneklerini


bırakmamalıyız. Avrupa bize ilim ve teknik bahsinde örnek olabilir, ama ahlak


dersi veremez. Mertlik, cömertlik, insanlık bahsinde o bizden örnek almalıdır.


Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar! Japonlar milli geleneklerinden hiç


ayrılmadan Avrupa medeniyetini pekâlâ benimseyebildiler.''


''Kardeşim zaten makine medeniyetine pek o kadar hayran olmaya da lüzum yok.


İnsanların mum ışığıyla daha mesut olmayacakları ne malûm?''


''Milletler birbiriyle anlaşacakmış da savaş ortadan kalkacakmış, kim inanır bu


laflara.''


Devrimimizin hiçbir ilkesi, Atatürk'ün ve İnönü'nün hiçbir sözü bu çeşit bir


dünya görüşüne ipucu vermediğine göre bu köhne düşünceler taptaze kafalara nerden


giriyor? Bunlar Tanzimat okuryazarlarının Avrupa karşısındaki duraksamaları değil


mi? Kapalı kültür, kapalı medeniyet isteği Atatürk sevgisiyle nasıl bağdaşabilir?


Dünyaya açılmaksızın artık Türk vatandaşı olamayacağımızı çoktan anlamadık mı?


Köy Enstitüleri en geniş milli kaynağımızdan, yeni bir memleket ve dünya


görüşüyle, çağdaş eğitim metotlarıyla katıksız bir cumhuriyet okuryazarlığı


türetiyor. Kısa bir zamanda kendi duvarlarını kendi elleriyle yaparak devrimi


gerçek anlamıyla benimsemiş, hayatta tek mürşidin ilim olduğuna inanmış,


okuryazarlıkla alınterini karıştırmış köy öncülerinin tenkit edilecek tarafları


mı yok? Var elbet; fakat bunlar zaruretlerin kendi yağıyla kavrulmanın, duvarını


kendi yapmanın doğurduğu eksiklikler değil midir? Kolları ve kafalarıyla yardım


edemeyen veya etmek istemeyen okuryazarlar bu muhteşem çabayı birer kültür dostu


olarak merakla seyredebilseler, oturdukları yerden karakuş yargıları


vereceklerine Avrupalı gazeteciler gibi enstitüleri gidip gezseler, vatan ve


millet sevgilerinden bile şüphe ettikleri bu kazanılmış vatandaşların vatana ve


millete hangi koşullar içinde nasıl hizmet ettiklerini kendi gözleriyle görseler.


Anlasalar ki, tenkitleri peşin yargılardan, kuruntulardan, dedikodulardan başka


bir şeye dayanmıyor. İsraf dedikleri yerde millet ölçüsünde kanaat, pis dedikleri


yerde millet ölçüsünde temizlik, geri dedikleri yerde, millet ölçüsünde ilerilik


vardır, şımarık ve saygısız dedikleri enstitülü, devrimin ve yasaların kendisine


verdiği hakları aramaktan başka bir şey yapmıyor. Ter kokusuna gelince, lütfen


bir müddet bu kokuya katlanalım. Çoğunluğun işe karıştığı her yerde şimdilik bu


koku olacak. Herkesin bol suya kavuşacağı günlere daha çok zaman var. Milyonların


temizliğe doğru bir adım atması, birkaç yüz kişinin mis sabunuyla yıkanmasından


çok daha güzeldir.


En çok aldanan okuryazarlar köy çocuklarının her çeşit yeniliği kendileri kadar


anlayıp benimseyebileceklerinden şüphe edenlerdir. Gerçi medeniyet ve kültür


büyük şehirlerde gelişir, fakat birçok büyük şehrin kayıtsız kaldığı ileri


değerlere cahil köylülerin bile aşina çıktığını görmüyor muyuz? İnsan Beyoğlu'nda


dolaşmakla yeni olsaydı en geri fikirlere orada yaşayanlar arasında rastlamazdık.


Köylülerin cahilliğinde, tezek kokusunda, kağnıda, mum ışığında romansı


güzellikler bulan köylüler değil biziz. Bakın bir kaymakam tam yirmi beş yıl önce


yazdığı bir kitapta ne diyor:


''Taşra halkı her teceddüdü, her atılganlığı İstanbul'un aksine iyi görür. Çünkü


İstanbul esasen şehir olmak itibarıyla bedbindir, korkaktır. Atılganlıklarla


huzurunun kaçacağını düşünür, endişelenir. Halbuki taşra zaten bugüne kadarki


vaziyetlerin hiçbirisinden iyilik görmemiş, bilakis sağmal bir inek gibi yalnız


büyük şehir ve kasabalar namına sağılmış, mahkûm olmuş olduğu için belki daha iyi


olurum, diye ümitlenir.''


Enstitülerde öyle her kitap okunmamalıymış, her ileri fikir söylenmemeliymiş. Ya


Allah korusun bu çocuklar solcu olurlarsa ne yaparmışız! O zaman ne vatan sevgisi


kalırmış, ne millet düşüncesi. Bu solcu sözünü, gerçek anlamını anlatmadan, iyi


veya kötü niyetli insanların eline silah olarak verenler Türk köylüsüne ve Türk


devrimine dostluk etmiyorlar. Halkın kafasında az belirsizlik varmış gibi bir de


bu çıktı. Dünyaya açılmış olduğumuz için sağ-sol gibi milletlerarası davranış


kavramlarının bize de girmesi pek tabii idi. Fakat her nedense bu iki söz hemen


kanun dışı bir renk alıverdiler. Kimse bunları rahatça benimseyemiyor. Okuryazar


ancak tarafsız, renksiz kalmakla şerefini, rahatını ve iş görme gücünü


koruyabiliyor. Oysaki renksizlik, tarafsızlık en azından toplum hayatına


ilgisizlik sayılmaz mı? Madem ki, sol ve sağ dünyada iyi kötü bir ölçü olmuştur,


Türk okuryazarları da siyasi düşünüşünü dilerse bu kelimelerden faydalanarak


anlatabilmelidir. Partilerin dışında bir davranışı belirtmek için kullanılan bu


sözler ilmi bir kesinlik taşımamakla beraber büsbütün belirsiz de değildir.


Batılılar bunlarla sayısız siyasi inançları iki büyük bölüme ayırmışlar. Her


yerde, her zaman okuryazar toplum hayatının nasıl bir düzene girmesi gibi


meseleler üzerinde az çok bir fikir sahibidirler. Bir kısım insanlar, ister


çıkarları, ister gönül hevesleriyle, sistemli veya sistemsiz olarak aşağı yukarı


derler ki: ''Atalarımızın kurdukları düzenden, buldukları değerlerden


uzaklaşmamalıyız. Bize düşen onları devam ettirmek, düzeltmek, zamanımıza


uydurmaktır. İnsanların inanışlarıyla oynanmaya gelmez, değiştirelim derken her


şeyi berbat edebiliriz.'' Bir kısım da der ki ''Düzenin iyisi geçmişte değil,


gelecektedir. Eski değerler, eski inanışlar bu düzene doğru gitmemize engel


oluyor. Onları müzelere koyun, güzel taraflarını seyretmek ve kendi hayatımız


için tıpkı atalarımız gibi yenilerini aramak boynumuzun borcudur.''


Kaba taslak birine sağ birine sol denen bu iki davranıştan her birinin kendi


içinde açıklık, koyuluk farkları olacağı tabiidir. Hatta sistemli düşünmeye


alışkın olmayınca insan düşüncelerinde kâh sağ, kâh sol da olabilir. Toptan ve


çabuk değişmeyi istemekle, hiçbir şeyin hiçbir zaman değişmesini istememek


arasında seksen çeşit davranışa yer vardır. Fakat sorarım size: Türk devrimine


gerçekten inananlara, yani imparatorluktaki toplum düzenini, din, ırk ve sınıf


farklarının tarihe karışmasını isteyenlere sol denemez mi? Halkçılık,


devletçilik, devrimcilik, laiklik, cumhuriyetçilik ve Atatürk'ün açık olarak


anlattığı anlamda milliyetçilik (daha yerinde bir deyimle milletçilik) ilkeleri


sağcılığın hangi rengiyle uzlaştırılabilir? Şunu da unutmayalım ki Avrupalılar


sağcısı geri olmakla beraber gene Avrupalıdır. Bizde ise sağcı olmak demek


atalarımız gibi Avrupa'ya kapalı kalmak demektir. Yok eğer solculukları maksat,


keyfi bir anlayışla, millet, vatan ve bağımsızlık dışı bir çeşit aşırı


solculuksa, böyle bir davranışı vatanı, milleti ve bağımsızlığı sağlam temellere


dayanmak için alınteri döken, yoksulluklar içinde akla karayı seçen insanlar


arasında değil, olumlu hiçbir iş görmeyen, rahatlarına ve çıkarlarına her şeyden


daha çok bağlı kalan okuryazarlar arasında aramalıdır. Kaldı ki, böyle bir


davranışta olanların düşüncelerini açıkça söylemeleri devrime açıklık


kazandırmaktan başka bir sonuç vermez. Açıklıksa bugün Türk okuryazarlarının en


çok muhtaç olduğu bir şeydir. Açıklık olmaması yüzünden devrimin kaybettiği


güçler yadırganmayacak kadar çoktur.


1948



BAŞARAN'A MEKTUP



Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü ruhbilim öğretmeni Yunus Kâzım Köni, Reşat


Şemsettin Sirer tarafından İlköğretim Genel Müdürlüğü'ne getirilmişti (Tonguç'un


yerine). Bakanına yaranmak için elinden geleni yapıyordu o da... Aşağıdaki


mektupta sözü edilen yazısı o türdendi.



İstanbul 10.1.1950


Sevgili Başaran,



Mektubuna teşekkürler. Sık sık ne halde olabileceğini düşünüyorum. Neye yarar


diyeceksin. Ben de öyle diyorum. Senin halin köylü hali: İşlerini paylaşmadığımız


müddetçe düşünmüşüz kaç para eder.


Umutlar umutlar


Gökdeki bulutlar


Şimdilik umutların üstüne habire kar yağıyor, dayansın altta kalan tohum!


Yunus Kâzım Köni sizlere ''Bir ütopinin kurbanları diyor, Ulus'ta okudun mu?


Yaman söz doğrusu. Bir taşta kaç kuş vuruyor! Hem kurban oluyorsunuz, hem de


boşuna... Daha ne istersiniz.


Kar yağıyor kar, kurbanların üstüne.


Karlı yollarına, karına, kafandaki tohumlara selam.


Geçmiş gelecek günlere hasret.


Gözlerinden...





KÖY ENSTİTÜLERİ ÜZERİNE




Köy Enstitülerinden soğukkanlılıkla konuşmak zamanı geldi mi bilmiyorum. Bugün


adları bile değişmiş olan bu kurumları zamanında tanımamış bazı aydınlarımızın


tarafsız, kadirbilir yazıları ve sözleri böyle bir umut uyandırıyor. Gönül ister


ki bu konuda vaktiyle aldanmış, Köy Enstitülerine, bu destanlık milli eğitim


seferberliğine bilerek bilmeyerek kötülük etmiş, leke sürmüş, kayıtsız kalmış


aydınlarımız er geç duyacakları vicdan azabını bir an önce duysun, içlerini


dökmek cesaretini göstersinler. Onların konuşması gerçeğin ortaya konmasını,


zararın azından dönülmesini kolaylaştırırdı. Böyle bir itirafı, köylümüzün


uyanmasından zarar göreceklerden, demokrasinin ve laik kültürün her türlüsüne diş


bileyenlerden beklemek budalalık olur tabii; fakat Köy Enstitülerini ta


kuruldukları yıllarda pir aşkına, hatta kendi meslekleri, mezhepleri, partileri


zararına görmeden, bilmeden baltalayan aydınlarımız ne yazık ki pek çoktur.


Hükümetleri, devlet adamlarını Enstitüler konusunda asıl aldatanlar da belki


onlar olmuştur.


Beş altı yıl içinde Köy Enstitülerinin başardıkları eğitim reformu, en kötü


şartlar içinde kurdukları binlerce yapı, en çorak yerlerde tutturdukları yüz


binlerce ağaç, gelmez dedikleri yere getirdikleri su, hem de elektriği ile


birlikte, gidilmez dedikleri köylere gönderdikleri on binlerce öğretmen ve


eğitmen, hem de bir zanaatla birlikte, memleketin bir ucundan öbür ucuna


gönderdikleri birbirine tanıttıkları ekipler, ortak değerler, bilgiler,


sevgiler... bütün bunlar işe uzaktan bakanlara, nerede neyin başarıldığını


bilmeyenlere küçük görünebilir. Aslında, kırk bin köyü olan bir memlekette bu


işlere kırk yıl önce Enstitü kurucularının kırk misli bir aydın ordusuyla


girişmek gerekirdi. Köy Enstitüleri mezunlarının kültür seviyesini düşük bulanlar


da her Türk köyünde bir hekim, bir hâkim ve daha neler neler bulunmasını


isteyenler kadar haklıdırlar. Ama diyelim ki tenkitçi, şartlara değil sonuçlara


bakar, bunlar da dünya ölçüsünde devede kulaktır. Hatta bir işi yarım yapmaktansa


hiç yapmamak, dönülecek yola hiç girmemek daha iyidir diyenlere de hak verelim.


Müspet iş Einstein'i yetiştirmek olduğuna göre Köy Enstitülerinden müspet iş


çıkmadığını da akla inat kabul edelim. Köy Enstitülerinin gördüğü, görmediği


işler bir yana eğitim bahsinde getirdiği fikirleri ele alalım. Belki de bu


fikirlerin bilinmemesi, yeterince kavranmaması birçoklarını Enstitülere düşman


etmiştir.


Bu fikirlerden biri, öğretimle eğitimin ayrılmazlığı ilkesiydi. Bu demekti ki,


okul insanı bir bütün olarak ele alacak, ahlakını bilgisinden, kafasını gönlünden


ayrı düşünmeyecek, ders öğütün, öğüt dersin içine girecek, daha doğrusu biri


ötekinin ta kendisi olacaktı. Aslında bu fikir hiç de yeni değildi. Dinin


bilgiden, bilginin dinden ayrılmadığı okullar bu ilkeye dayanıyordu. Din


yayanların gücü de zaten böyle yetiştirilmek olmaktan geliyordu. Dinle bilgi


birbirinden ayrılmaya yüz tutunca okullar bilgi vermekle yetinir, öğrencinin


eğitilmesi, adam olmasını hayata, ana babaya, din adamlarına bırakır oldular. Bu


yolun çıkmazlığını Avrupa'da, ta başından beri haber veren uyanık yeni çağ


insanları çıktı, ama asıl gürültüyü koparan Rousseau oldu. Meseleyi iyi kötü


ortaya koydu, hatta eğitimle öğretimin nasıl birleştirilebileceği üstüne hayaller


bile kurdu. Ondan sonra birçokları daha olağan teklifler ileri sürdüler, çeşitli


denemelere giriştiler, binlerce kitap, dergi çıkardılar. Gel gelelim köylere


kadar dal budak sarmış, yüzyılların alışkanlığıyla kabuklaşmış yüz binlerce


öğretmen kafasını değiştirme zorluğu bir yandan, okulun eski değerleri korumasını


isteyen belli bir toplum düzeninin direnişi öte yandan, eğitim yeniliklerine


geniş nefes aldırmamış ve hâlâ da aldırmamaktadır. Köy Enstitüleri öğretmenin


eğitmen olmasını, bir çeşit inkılap misyonerliği, Cumhuriyet imamlığı yapmasını


istiyordu.


Buna bağlı ikinci bir fikir, öğretim ve eğitimin işle birleştirilmesi, bilginin


hayat savaşı içinde kazandırılması fikriydi. Ders ev yapmanın, ağaç dikmenin,


hastalıklarla savaşın, toprağını tanımanın, hayvanı, makineyi kullanmanın,


kooperatifi idare etmenin ta kendisi olacak, hayat ve kültür bir arada


kazanılacaktı. Bu da Avrupa'da çoktan doğmuş bir fikir olmakla beraber dünyanın


pek az yerinde ve derslerin pek azında uygulanma sahası bulabilmiştir. İş eğitimi


ilkesinin karşısında bir yandan ana babanın, toplumun eski okula alışkanlığı, bir


yandan da bilimi ve sanatı gündelik ihtiyaçlardan, yaşanan gerçekten ayıran bir


öz kültür, bir zaman ve mekân dışı kültür anlayışı çıkıyordu. Bir işe yaramak


çocuklar için en büyük saadet olduğu halde, nice büyükler okulda temizleme işinin


bile büyüklere para ile yaptırılmasını çocukların lehine sanırlar. İşe yarayan


bilgi onlarca asaletini kaybeder. Ne tuhaftır ki aynı büyükler çocuğun okulu


bitirir bitirmez bilgi adamı değil işadamı olmasını isterler. Gerçi derslerin


değerini pratik fayda ile ölçmek, hem işe yaramayan bilgileri hor görmek, bilim


düşmanlığının ta kendisidir, ama okulun duvarını kendi ören, suyunu elektriğini


kendi getiren bir öğrencinin dar ve kör bir faydacılıktan kurtulması daha kolay


olduktan başka bu işleri yaparken kendisine verilmeyecek hiçbir bilgi de yoktur.


El verir ki bilgi veren gerçekten bilgi vermek niyetinde olsun. Köy Enstitüleri


işi sadece bir öğretim yolu değil, bir ahlak kaynağı da sayıyordu. Ezberci


öğretim kadar, eğitici ahlak da eski okulu hayattan ayırmış, sözle işin, kafa ile


yüreğin arasını açmıştı. Çorak bir yeri yemyeşil etmek, bir bataklığı kurutmak,


susuz yere su getirmek Köy Enstitülerinde ahlak eğitiminin ta kendisi oluyor,


vatan sevgisi, insan sevgisi, bilim sevgisi bu işler içinde kendiliğinden


kazanılıyordu. Uzun sözün kısası bozkırda ağaç dikmek ve tutturmaktı.


Köy Enstitüsü kurucularının bir başka ilkesi, her türlü eğitim ve öğretim işine,


çevrenin en kötü şartları içinde başlamaktı. Sulak, uğrak, yumuşak yerlerden


mahsus kaçıp enstitüleri en olmayacak sayılan yerlerde kuruyorlardı. Böylece iş


ve masraf artıyor, zaman kaybediliyor ama öğrencinin gideceği yeri yadırgamaması,


her çeşit zorluğu yenmeye alışması gibi paha biçilmez bir insan değeri, bir


öncülük gücü kazanılmış oluyordu. Üstelik okul, hazıra konan, verilenle yetinen


bir kurum olmaktan çıkıp yaratıcı, yeşertici bir çehre kazanıyordu. Köy


Enstitülerinin en fazla yadırganmış, çatılmış olan kaba sabalığı, ter kokusu,


tozu toprağı arkasında işte bu cömert, bu asil düşünce saklıydı. Kaldı ki bugün


Köy Enstitülerini gezenler, ilk durumlarını bilmedikleri için, hepsinin en güzel


yerlerde kurulmuş olduğunu sanabilirler.


Köy Enstitülerinin kuruluşunda etkisi olan bir başka fikir, büyük değerlerin


büyük çoğunluktan, niteliğin nicelikten çıkacağı fikriydi. Okulun amacı seçkin


bir azınlık değil, içinden seçkin azınlığın kendiliğinden çıkacağı aydın bir


çoğunluk yetiştirmek olacaktı. Bu fikir yanlış anlaşılmaya, yarım yamalak bir


kültür verme yolu, yüksek kültürlü teklerin küçümsenmesi, bir aydın kişi


ucuzlaştırması diye kötülemeye elverişliydi. Sanki köy okullarına bir dahi


yollamak mümkünmüş de Köy Enstitüleri bunu istemiyormuş gibi. Dahiler, aydınları


hem az, hem de yıllar yılı devlet yardımı ile okunmuş yerlerde çıksaydı Doğu


memleketlerinde dahiden geçilmezdi bugüne kadar. Köy Enstitüleri turfanda büyük


aydın yetiştirme işçilerini başka okullara bırakıp göreceği işin ehli kültür


işçilerini, kırk bin köyün beklediği cumhuriyet öncülerini yetiştirme amacını


seçmişlerdi. Asıl mesele bu öncülere kendi kendini aşma, karanlık dünyalarını


aydınlatma kaygısını vermekti. Bu kaygıysa Köy Enstitüsü öğrencilerinin ilk göze


çarpan ortak vasıflarıydı. Üstelik, on binlerce genç arasından her yıl kırk kişi


seçecek olan Yüksek Köy Enstitüsüyle de en seçkin aydınlığa bir kapı açılmıştı.


''Az adam okusun, ama çok iyi okusun'' diyenler haklı olsalar bile bu çok iyi


okuyacak azınlığın ancak çokluk içinden seçilebileceğini kabul etmeleri gerekir.


Kaldı ki ilk öğretim her yurttaşın devlet karşısında hem hakkı, hem borcudur,


cumhuriyet de zaten büyük değerleri çoğunluktan bekleyen rejimdir.


Bütün bu fikirlerin ortak özelliği kitaptan çıkma, yeniliğe özenme olmaktan çok


yerli şartlar ve denemeler içinden, kendi gerçeğimizden doğmalarıydı. Hepsinin


kaynağı olan çetin mesele, ilkokul öğretmenini bir inkılap öncüsü olarak köye


yerleştirmek, hiç değilse imam kadar köy hayatına etkisi olan bir kuvvet olarak


yaşamasını sağlamaktı. Köy Enstitüsü kurucuları eski sistemle ilköğretim


davasının yüz yıl daha yerinde sayacağını, en iyi yetişmiş öğretmenlerin bile


köyde aciz ve verimsiz kaldıklarını, en cömert emeklerin boşa gittiğini


görmüşlerdi. Köye yenilik getiremeyen öğretmen köyün eskiliğine uyup kalıyor


yahut da köyden kaçıyordu. Köyde köklü ve verimli bir ilköğretimi ancak köyün


bünyesini ve hayat şartlarını bilenler, geniş, devamlı bir devlet korumasıyla


sağlayabilirdi.


Köy Enstitüleri Türk eğitimcilerinin ilk orijinal büyük eseri ve köy çocuklarının


yaratıcılık destanı olmuştu. Hiçbir eski modele uymayan yeni tip öğretmenin köyde


kentte yadırganacağı, eski toplum bünyesinin ve eğitim anlayışının tepkisiyle


karşılaşacağı pek tabii idi. Bu yadırgama ve tepki birtakım dış sebepler,


anlaşmazlıklar ve ilk mezunların ister istemez şaşkın, toyca davranışlarıyla


beklendiğinden çok daha şiddetli oldu. Devlet de enstitüleri kurtarmak için


yadırganan, tepki gören taraflarını törpülemek zorunda kaldı. Bu arada kendi


davalarını baltalayan, kendi dostlarını satan köylü kentli yurttaşlarımızı


ibretle gördük. Kendi çocuklarının nice kusurlarına göz yuman aydınlar arasında


bile enstitü gençlerinin en olağan aşırılıklarını, görgüsüzlüklerini,


acemiliklerini zifiri karanlık bir öfkeyle karşılayanlar oldu. İnsan şeftali


ağacına düşman olur mu? Enstitülerin diktiği şeftali ağacına düşman aydın kişiler


çıktı. Sağlık olsun. Meyveli ağaca taş atmak eski âdetidir insanların. Hele bu


ağaç bir pir aşkına dikilmiş olursa. Dünyada hiçbir yeniliğin hiçbir yere rahat


yerleştiği görülmemiştir. Olur böyle şeyler, ola dursun. Ama mesele yine bizim


meselemiz: çoğunluğumuzun karanlıktan kurtulması meselesi: bütün meselelerimizin


başı ve sonu. Bu yolda ne yaptık, nasıl, niçin yaptık, daha neler yapacağız,


bunları daha yıllarca yeni baştan konuşacağız ve konuşmalarımızda ister istemez


en çok Köy Enstitülerimizin adı geçecek.


1956



İMECE



İmece bütün ocak yıkanlara, umut kıranlara, çamur atanlara, bindikleri dalı


baltalayanlara, küf ve kül birikintilerine, vurdumduymazlıklara inat sönmemiş bir


coşkunluğun, küsmemiş bir sevginin iyimser bir belirtisi, ağaç kesmekten çok ağaç


dikmesini sevenlere dostça bir seslenişi olarak çıkıyor.


Köy Enstitüleri eğitim ve öğretim ilkelerini bir yandan işe, bir yandan da


memleket gerçeklerine, bu arada Anadolu'da Hititler'den beri yaşaya gelmiş


verimli bir geleneğe, imeceye dayıyordu. O kadar ki, şimdi düşünüyoruz da, Köy


Enstitülerine eğitim imeceleri denseymiş, belki bu kurumların özelliği halka daha


iyi anlatılırmış diyoruz. İnsanların, hele yoksulların dağılmaya bereketli


topraklarda bile kısırlaşmaya mahkûm iş güçlerini birleştirmek, teklerin uzun


zamanda, kaygılar kuşkular içinde, asık yüz ve aç gözle yapacağını, çokluğun


birbirini hızlandırıp coşturan yüzlerce kolu, kafasıyla en kısa zamanda, güvenle


türkü söyler gibi yapmak, Köy Enstitülerinin gerçekleştirmek istediği, yer yer,


zaman zaman gerçekleştirdiği buydu; başardıklarını bununla başardılar;


bozkırların kaderini değiştirebilecek duruma bununla geldiler; kuruluş yıllarının


o görülmedik hızı, dirilten, yeşerten soluğu, dağ delen Ferhatlığı, yaşama ve


çalışma sevinci bundan geliyordu.


Nice kültür kurumlarımızın, bilim ve sanat çalışmalarımızın, devrimci


çabalarımızın çok kez bocalamaları, özenti olmakla kalmaları, topraklarımızda


bilinçsiz de olsa yaşayan, kendi yağıyla kavrulan toplumsal değerlere


bağlanmamalarından, getirdikleri yenilikle gelişmeye elverişli eski köklere


aşılanmış olmamalarından ötürüdür. Eskiden Arap'a, Fars'a, bugün Batı'ya çevrik


aydınlığımız Anadolu'nun imece ve benzeri köklü geleneklerinden yararlanmamış, bu


yüzden de Anadolu bir yanda kalmış, en büyük, en temelli gerçeğimiz, en gür insan


kaynağımız olan köy dünyasıyla aramız açıldıkça açılmış. Cumhuriyetin getirdiği


aydınlıkla yeni yeni anlamaya başlıyoruz ki, dilimiz, düşüncemiz, bilim ve


sanatımız Türk köylüsünü yani milletimizin çoğunluğunu hesaba katmadıkça,


ilerlemeye onun geriliğinden başlamadıkça, en rahat köşklerde, en ışıklı


bahçelerde bile gelişemez, en güzel çiçekleri de açsalar olgun dolgun meyveler


veremez, kendi kendilerine gelin güveyi olmakla kalırlar.


Kimi aydınlarımıza göre bunlar laftır: Aydınlık baştan gelir; baş olan insanlarsa


ister istemez bir azınlıktır; bu azınlığın yükselmesini, pırıl pırıl olmasını


sağlamalı; büyük bilginlerimiz, sanat teknik adamlarımız olunca, onların ışığıyla


halk da aydınlanıp kalkınır yükselir. Bu aydınlara göre örneğin dil sorunumuz, bu


gittikçe büyüyen kördüğüm şöyle çözümlenir; Batıdakilere benzer bir dil


bilginimiz, bir üstün yazarımız, Shakespeare'e, Goethe'ye, Puşkin'e, Hugo'ya


benzer bir ya da birkaç şairimiz çıkar; halk da onların diline kendi dilini


uydurur. Aynı görüş Türkiye'de sporun dünya şampiyonlarıyla, kadınlığın güzellik


kraliçeleriyle, meyveciliğin üçer kiloluk birkaç şeftaliyle, hayvan bakımının yel


gibi uçan birkaç Arap atıyla yükseleceği umuduna götürür.


İmece'yi çıkaranlarsa, Köy Entitülerini kuranlar gibi, aydınlığın alaca


karanlıklardan, seçkinliğin az çok uyanmış çoğunluktan, en yüksek çamın en sık,


en geniş ormanda yetişeceğine, milletçe gidilmeyen bir yolda teklerin yaya


kalacağına inanıyorlar. Onlara göre bir milletin eğitimi ne yukardan aşağı, ne


aşağıdan yukarı değil, toptan ve milletin genel şartlarına göre düşünülmelidir.


Aydınlar mı halka inecek, halk mı aydınlara yükselecek gibi kısır tartışmaları


bırakıp köyü kentten, başı bedenden, ilkokulu üniversiteden ayırmayan bütün bir


görüşle yüzyıllardır birikmiş karanlıkları hep birlikte, İmece'yle dağıtmanın


yollarını aramalı, bulunmuş yollara dökülmeliyiz. Türkiye, cumhuriyetin kurulduğu


günden beri kansız bir devrim içindedir. Bu devrimin amacı mutlu bir azınlık


yaratmak değil, yüzyıllardır hakkı yenmiş, karanlıklarda kalmış Türk çoğunluğunun


çağdaş bir toplum bilincine ererek toptan uyanması, kalkınmasıdır. Bu amaca


yaklaştığımız ölçüde, Türk halkının egemenliği de bir dilek olmaktan çıkacaktır.


İster istemez bir azınlık olacak aydın yöneticiler, yaratıcı bilim ve sanat


adamları uyanan çoğunluğun içinden daha köklü, daha bereketli bir bilinçle


yetişecektir.


İmece'nin ikinci ilkesi ve inancı, çağımızda mutluluğa ancak iş ahlakıyla


erilebileceğidir. Kimi aydınlara göre ahlak, birtakım kuralların insanlara zorla,


öğütlerle, telkinlerle, güzel ya da korkunç örneklere aşılanarak, ya da insanın


kendi kendini yenmesi dinine, büyüklerine, devletinin kanunlarına boyun eğmesiyle


varılan kutsal bir değerdir. Bu değer insana soyundan sopundan da gelebilir. Bu


görüş eğitime uygulanınca, eğitenin yapacağı iş öğüt, ceza ve mükâfat vermekten


öteye geçmez. Bu yoldan kimseyi adam edemediğini görünce de hep kendi dışında,


kanda, çevrede, zamanda, kitaplarda, sporda, sinemada şurada burada türlü


etkenler arar bulur. Oysa ahlak hiçbir kurala sığmayacak ve hiçbir etkene


bağlanamayacak kadar karmaşık, değişken, bağlantılı ve insanlar arası bir


değerdir. Hele bizim gibi kökten yenileşme, eskisinden çok başka bir dünyaya ayak


uydurma durumunda olan bir toplumda, taban tabana karşıt dünya görüşlerinin yan


yana, iç içe yaşadıkları, akla karanın, koyunla kurdun zor ayırt edildiği


çevrelerde hangi kurallar, hangi ölçülerle ve hangi sözcülerle nasıl


benimsetebilirsiniz? Ancak yaşayışın değişmesinden bekleyebilirsiniz ahlakın da


değişmesini. Yalnız kadın erkek bir arada çalışanlar, çarşafsız, peçesiz gezmenin


bir ahlaksızlık olmadığına akıl erdirebilirler. Ahlak, aynı zorlukları ve


sevinçleri bölüşen insanlar arasında kendiliğinden doğan, dayanışmayı


kolaylaştıran çarkların, dişlilerin birbirini yıpratmasını, kırmasını önleyen bir


düzen olarak düşünülüyor artık çağımızda. Böyle olunca da ahlaklı insanlar


yetiştirmenin en kestirme yolu, onları bir iş ortaklığında birleştirmektir. İş


ortaklığı kimsenin kimseyi sömürmesine imkân vermemekle bütün ahlaksızlıkların


başı olan haksızlığı önler. Bundan başka iş kendiliğinden insanı dünyaya,


insanlara bağlayan değeri ortaya çıkaran er meydanıdır. İşini iyi gören insan


ister istemez doğruluktan yanadır. İşten kaçan, işini hor gören, kötü yapan


kişilerse her zaman ister istemez bütün ahlaksızlıklara çevriktir.


İş eğitimine inancımız, bu eğitimin yakından gördüğümüz somut ve devce


başarılarından başka, okullarda olağan sayılan türlü ahlaksızlıkların Köy


Enstitülerinde eğitimcileri şaşırtacak kadar azalmasını görmekten de geliyor. On


binler arasında görüldüğü ileri sürülmüş ve çoğunun yalan olduğu ortaya konmuş


olan sapıklıklar doğru da olsa her topluluğun, hele bunca yoksulluklar içinden


gelmiş bir topluluğun vereceği firenin altındadır. Kaldı ki Köy Enstitülü


gençlerde ahlaksızlık diye gösterilen özellikler arasında sağlam bir ahlakın


temeli sayılabilecek olanları vardır. Büyük bir devlet adamı, bir Köy


Enstitüsü'nü gezerken bir işlikte taş yontan on beş yaşlarında bir öğrenciye,


söze dayanan eski bir eğitim alışkanlığıyla: Oğlum ne yapıyorsun bakalım? diye


sormuş. Öğrenci yüzüne bakmış ve karşılık olarak sadece işine devam etmiş. Bırak


taş yontmayı oğlum, demiş devlet adamı; sana ne yaptığını soruyorum, onu söyle.


Öğrenci işini bırakmadan: Görüyorsunuz ya, taş yontuyorum, demiş. Ne büyük


saygısızlık diye anlatmışlardı bunu bana. Oysa bunda biraz kabaca da olsa yeni


bir saygının, iş saygısının belirtisi görülmeliydi. İş başında ve açık havada


öğretimi kötüleyenler bilim gibi ahlakı da hayatın ötelerinde bir yerde


düşünenlere bilerek bilmeyerek katılmış oluyorlar. Yalnız karatahta ve kitap


okuluyla Anadolu içlerine imam bile yerleştirilemeyeceğini söyleyen bizleri de ya


bilim ya da ahlak adına kötülüyorlar. Üstelik bunu sözde bir yurtseverlik adına


da yapıyorlar; işe dökülmeyen kuru sevgiler yüzünden bu memleketin çektikleri,


kurum kurum kurudukları yetmiyormuş gibi.


Bozkırda yüz binlerce ağaç dikmiş ve nice sözde bilginlere inat tutturmuş bir


Palamar öğretmenimiz vardı bizim. Daha çokları vardı onun gibi; örnek diye


veriyorum. Niçin yıllardır ağaç dikmez oldu Palamar öğretmen? Niçin adı sanı


bilinmez oldu? O yurdunu lafla değil işle seviyordu da ondan. Bozkırı yeşerten


Palamar öğretmeni işinden uzaklaştıran mutsuz, karanlık ve kısır düşünceler


arasında işten dolayısıyla hayattan uzaklaşmış eski okul anlayışının payı


büyüktür. Bu anlayışı değiştirmenin ne kadar zor olduğunu, neleri değiştirmeye


bağlı olduğunu bilmiyor değiliz. İmece'nin yapabileceği, insaflı aydınları bu


konuda düşünmeye ve iş okulunu bir dergi imkânları içinde geliştirmeye


çağırmaktır. Daha somut olarak bu çağrımızı şöyle anlatabiliriz:


1) Herkes bulunduğu iş alanındaki memleket gerçeklerini aklın ve bilimin


ışığıyla, gündelik politikadan, kişisel kaygılardan elinden geldiği kadar


sıyrılıp inceleyerek ulaştırsın.


2) Herkes bulunduğu iş alanında denediği eğitim ve öğretim yeniliğini nedenleri,


koşulları ve sonuçlarıyla birlikte yol arkadaşlarına bildirmeyi İmece'den


istesin.


3) Herkes bulunduğu çevrede İmece'nin daha sınırlı bir örneğini bir yaprakla da


olsa gerçekleştirsin.


1961




 KÖY ENSTİTÜLERİ VE GERÇEK BİLİM



Köy Enstitüleri Cumhuriyet eğitim tarihinin en başarılı kurumu olmalarını, bir


Türk buluşu olarak Batı'da yankılar uyandırıp Doğu'da örnek tutulmalarını,


geriliğimizin bamteline bastıkları için gördükleri sert tepkiye on beş yıllık


kötülemelere, budamalara karşı hâlâ aydınlarca savunulmalarını, bilimsel


ilkelere, gözlem ve deneylere dayanılarak kurulmuş olmalarına borçludurlar.


Onları bilim adına baltalayanlar olmadı değil. Ama memleketimizde bilim adına


baskı makinesinin iki yüz yıl yasak edildiğini, medreselerin ortaçağı yirminci


yüzyıla kadar sürdürdüklerini unutmayın. Bilgisizliğin mutluluk getireceğini


ileri süren bilim adamları olduğu gibi bilimlerin sade cüppesini giymiş olanlar


da vardır. Ne yazık ki bu sözde bilginler, ister istemez yadırganacak


düşüncelerle ortaya çıkan gerçek bilim adamlarını, bulundukları baş köşelerden


kolayca baltalayabilirler.


Mustafa Kemal bir bilim adamı değildi; ama en büyük isteği sözde bilimin yerine


gerçek bilimi getirmek oldu. ''Hayatta en hakiki mürşit ilimdir'' sözünü süs diye


yazılmak için değil, bütün hayatını, zaferlerini ve devrimlerini bu gerçekle


yoğurduğu için söyledi. Ne yaptıysa bu inançla yaptı. Ama yığılmış bunca


karanlığa gerçek bilimin aydınlığını getirmek kolay iş değildi; üstelik


karanlığın diretişine sözde bilim adamları da önayak oluyor, bilimin temeli


olacak yazı dilimizin şekilce Latinleşip özce Türkçeleşmesine bile engel


oluyorlardı, hâlâ da olanları var.


Kendilerini pek bilgin sanan bazı aydınlarımız, hatta Atatürk'ün Batı'ya yollatıp


yetiştirdiği bilim adamlarımız arasında bile, Atatürk'ün Batı kültürünü dış


görünüşleriyle ele alıp özüne gitmemiş, gidememiş, ya da gitmek istememiş gibi


gösterenler vardır. Devrimlere karşı koyanların saygı ve sevgisini kazanan bu


bilginler hele şapka ve harf devrimlerini demagogca bir silah olarak kullanırlar:


Kafa şapkayla Batılı olmaz, Latin harfleriyle karınca duası da yazılır, derler;


yahut da bilimsel terimler, tez kılıklı kitaplarla bunu demek isterler.


Düşünmezler ya da düşünmek işlerine gelmez ki, Atatürk bu kadar basit bir gerçeğe


erememiş olsa, ne Batı'nın sömürgen yanına karşı İstiklal Savaşı'nı kazanabilir,


ne de bugün mezarından bile bu memleketin aydınlarını, gerilikle savaşan


gençlerini destekleyecek bir güç, paradan, silahlardan yaman bir güç olabilirdi.


Kaldı ki Ziya Gökalp gibi gerçek bilgin, gerçek ülkücü insanlarımız bile,


Batı'nın tekniğini alalım, kültürünü almayalım derken, Mustafa Kemal değer


verdiği bu bilgini saymayarak tekniğin kültürden, yani biçimin özden


ayrılamayacağını ileri sürüyordu. Böylece bilginden daha bilimsel düşünüyordu.


Atatürk, öz mü biçimden çıkar, biçim mi özden çıkar gibi sözde bilimsel kafa


cambazlıklarına düşmüyordu. İçinde bulunduğu koşulları tarihsel nedenleri ve


olanaklarıyla görüp, görebildiği kadar görüp, yerinde, zamanında ve kaçamaksız


kararlar veriyordu. Kelimenin tam anlamıyla gerçekçiydi Atatürk. Değişmesi


gerektiğine inandığı Doğulu kafamızı ve düzenimizi değiştirebildiği kadar


değiştiriyor, gerililiklerimizi sözle değil işle, gerinin üstüne adım adım


yürümekle yenebileceğimizi biliyordu. Bilimin istediği kabuklarımızı kırdıkça


kırmak, kendimizi aştıkça aşmak değil midir? Atatürk de bunu istiyor,


yetiştireceği insanların kendisini de aşacağına inanıyordu. Bir efsane de olsa


Atatürk'e yakıştırıyorum şu hikâyeyi: Atatürk'e demişler ki; Paşam, siz köylüyü


okutmak istiyorsunuz, ama köylü aydınlanınca sizi de, bizi de bırakmaz bu


memleketin başında. Atatürk: Ah, nerde o günler, demiş.


Gelelim Köy Enstitülerine. Bu kurumları Atatürk'ün nice bilim adamlarımızdan daha


bilimsel davrandığına bir örnek olarak gösterebilirsiniz. Atatürk İstiklal


Savaşı'ndan beri köylünün, efendimiz dediği, yüzyıllardır hakkını yiyip


kemiklerini dünyanın dört bucağına bıraktığımız, Mehmetçiğiyle yurdu yeniden


kurtardığımız dediği köylünün aydınlanmasını, çağdaş bir dünya görüşüne ermesini


istiyor. Bakıyor ki sözde bilim adamlarının, İstanbul'un birkaç kilometre ötesine


bile çıkıp bakmadan, Fransa'da, İsviçre'de gördükleri, görebildikleri okul


sistemleriyle Anadolu köylerinde dikiş tutturmak mümkün değil. Bakıyor ki Batı


okullarının sadece biçimlerini, dış görünüşlerini görmüş aydınlarımızın


kurdukları okul havanda su dövüyor. Okul köyü aydınlatacak yerde, köy okulu


karartıyor. Bunu gören Atatürk ilkin Batılı bilginlere başvuruyor. John Dewey de


ona, kuracağı okulların Batı okullarına benzemesi değil, Türkiye'nin gerçeklerine


uyması gerektiğini söylüyor. Bunun üzerine Atatürk çevresindeki eğitimcileri köy


gerçeklerini inceleyip bir rapor hazırlamak üzere köylere yolluyor. Bu Batılı ve


bilimsel kaygıyla köyleri gezenler (ki Köy Enstitülerini kuracak olan Tonguç,


gerçek bilim adamı Tonguç da bunlar arasındadır) üç kaba, beklenmedik, ama


bilimsel gözlemle dönüyorlar:


1- Batı taklidi öğretmen okullarından köylere gidenler ya dayanamayıp gitmiş ya


da kalıp köyün karanlığında erimiş, ağanın, imamın yoluna girmiş.


2- Köy okulunda sadece okuma yazma öğrenmiş köylü dört beş yıl sonra okuma


yazmayı bile unutmuş.


3- Ordudan dönüp tarlasını işleyen bazı çavuşlar köylü çocuklarına


kendiliklerinden okuma yazma öğrettikten başka, cumhuriyetin padişahsız bir düzen


olduğunu, şimşekle elektrik ışığının bir anadan doğduğunu, sıtmanın sivrisinekten


geldiğini, otomobilin benzinle, trenin buğuyla işlediğini anlatmışlar.


Atatürk ve İnönü'nün bu gözlemleri ilgiyle karşılamaları, Köy Enstitülerine


varacak olan denemelerin, önce Eskişehir'deki eğitmen kurslarının ve


Kızılçullu'daki (İzmir) ilk Köy Enstitüsü'nün dayanağı oluyor. Kısacası Köy


Enstitüleri, sözde bilimcilerin Batılı okul görünüşlerini taklit etme yolundan


çıkıp, gerçeklere ve gözlemlere dayanan yerli bir okul kurmak isteğinden, tam


anlamıyla Batılı bir bilim gerekçesinden doğuyor. Bu gerekçeyi destekleyen daha


geniş bir bilimsel görüş de şudur: Türkiye'nin kalkınması, yüzde yetmiş beş, o


zaman yüzde sekseni olan köylünün yaşama ve üretme yollarının yani ekonomi


koşullarının değişmesine bağlıdır. Bu ise yalnız okuma ve öğretmekle


gerçekleşecek bir iş olmadığı gibi, yalnız okuma yazma öğreten okulun bunca köyde


devlet parasıyla yapılmasına, yaşamasına, köylüce tutulmasına yine ekonomi


koşulları imkân vermeyecektir. Öyle ise devlet bir yandan bütün memleketin


ekonomisini yenileştirme yoluna gidedursun, köydeki eğitim ve öğretimin de hem


devletin bu çabasını destekleyici bir yanı olması, hem de devlet bütçesinin


kaldıramayacağı (hatta bizim durumumuzda en zengin devlet bütçelerinin bile


kaldıramayacağı) bir yük olmaması gerekiyordu.


İşte gözlemlere dayanan, Türkiye'nin ve dünyanın gidişini göz önünde tutan ve


bundan ötürü bilimsel olan bu görüşten, işletme ve üretmeyle eğitim ve öğretimi


birleştiren, kendi kendini kuran, besleyen yeni bir köy okulu tipi doğdu. Bu


okulu Rousseau'dan, Pestalozzi'den bu yana Batı'da da savunan bilim adamları


vardı. Onlara göre zaten bütün okullar dinsel alışkanlıklarla bir türlü hayata


karışmıyor, kitaplara ve karatahtaya fazla önem veriyorlardı. Öğretmenler


bildiklerini işbaşında, deneyler, her yerde az çok değişen gerçekler üzerinde


göstererek değil, daha çok ezberleterek öğretiyorlardı. Bu soyut öğretim insan


zekâsını dar bir faydacılıktan uzaklaştırıp zaman zaman parlak buluşlara


götürmekle beraber, aydın kişilerin hayat adamı olmalarına engel oluyordu, o


kadar ki nice Batılı devlet ve bilim adamları klasik okullar dışında, hatta bu


okullarla çatışarak, hayat ve tabiat okulunda, iş dünyası içinde yetişiyorlardı.


Kısacası Batı'da işle eğitim, iş içinde öğretim ilkelerini savunan, ama


yüzyıllardır kabuklanmış, köylere kadar dal budak sarmış eğitim ordusunu kolay


kolay sarsamayan yeni eğitbilimciler vardı. Biz, geçmişle bağlarımızı koparmış


olduğumuz için, Batılı bilginlerin yeni buluşlarını daha kolay uygulayabilirdik.


Nitekim Batılıların bir türlü değiştiremedikleri eskimiş (örneğin Bernard Shaw'un


saçma bulduğu) eski imla kurallarını biz birden değiştirip insanlık tarihinin en


rasyonel yazma yollarından birine kavuşuverdik. Bazı aksaklıklarına rağmen yeni


alfabemizin bilimden yanalığı su götürmez.


Kaldı ki iş eğitimine dayanan ve üretici olan okul Anadolu tarihinde de köksüz


değildi. Nice dinler ve tarikatlar Anadolu köylerini bu metotla eğitmişlerdi.


Yunus Emre bile tekkeye (zamanının okuluna) odun taşıyarak Yunus Emre olmuştu.


Köylüler camilerini kendi elleriyle yapmış, eski hocalar köylere, türlü dertlere


deva bularak (daha doğrusu, deva olmak için ellerinden geleni yaparak), çift


çubuk edinerek, caminin duvarlarını boyayarak, sellerde, salgınlarda, kıtlıklarda


halkın dert ortağı, baş vurağı ya da hiç değilse avunağı olarak yerleşmişlerdi.


Bugün bile birçok köyde eski hocalar köylülerin öteki dünyadan çok bu dünya ile


ilgili kaygılarını karşılamaktadırlar.


Kısacası, Köy Enstitülerinin dayanakları bilimseldi. Ne var ki bu bilimsellik,


akademik çevrelerde, tıpkı Pasteur'ün ve Freud'ün bilimselliği gibi gerçek


bilimin bütün buluşları gibi, acayiplik, densizlik, saygısızlık sayılıyor, bilim


adına aforoz ediliyordu. Batılı bilim görüşüyle Türkiye gerçeklerinin


kaynaşmasından doğan ve cumhuriyetin zorunlu bir sonucu olan Köy Enstitüleri,


kurucularıyla birlikte, bilim dışı, hatta bilim düşmanı kurumlar diye curnal


ediliyorlardı. Oysa Köy Enstitülerinin yalnız ilkeleri değil, duvarları bile


bilim ışığında örülüyordu. Pek az yerde hazıra konmuş olan Köy Enstitülerinin


kuruluş yerlerini seçmede bile bilimsel bir titizlik gösteriliyor, her bölgenin


tabiat ve ekonomi özelliklerini ve öğrencilerin sonradan kendi köylerinde


rastlayacakları işletme zorluklarını bir araya toplayan yerler aranıyordu.


Kurulacak enstitünün projelerini titiz şartnamelere göre yüksek mimarlar


yarışmayla yapıyorlardı. Dikilecek ağaçların tutması ve köylülere umut vermesi


için Ankara Ziraat Fakültesi'yle, yerli yabancı uzmanlarla işbirliği yapılıyordu.


Hasanoğlan'ın gölgesiz bozkırında umulmadık çamların bugün yapılar boyunca


yükselmiş olmaları bundandır. Aynı yerde bugün bakımsızlıktan çürüdüğünü duyduğum


bağların bir ara mucizeli bir berekete kavuşması bundandı.


1962



 EĞİTİM ÜSTÜNE



Eğitim geleneklerimizi değiştirmek yasalarımızı değiştirmekten çok daha zordur.


Neden derseniz, insanı doğar doğmaz saran eğitim çemberleri en kanlı devrimlerin


bile kolay kolay sarsamayacağı kadar temelli, aklın kucaklayıp dizginleyemeyeceği


kadar karmaşık, en sıkı yönetimlerin eline avucuna sığmayacak kadar sinsi ve


kaypaktır. Dinsel inançlar gibi eğitim gelenekleri de devrimlerden, yıkımlardan


arda kalır, varlıklarının sebebi ortadan kalktıktan sonra bile, kuşaktan kuşağa


sürer giderler.


Ne ileri aydınlar bilirim: Bütün kör inançlardan sıyrılmış, bilim aydınlıklarına


yönelmiş, devrimleri yiğitçe desteklemiş, eski düzenin kökten değişmesi


gerektiğine inanmışlardır; böyle iken kendi çocuklarının eğitiminde, çemberleri


kırmak şöyle dursun, kendi ana babalarından daha titiz, daha insafsız bir


tutuculuğa düşerler. Yalanın, dayağın ve baskının eski düzeni besleyen, eski


kafaları yetiştiren eğitim yolları olduğunu bildikleri, başkalarına öğrettikleri


halde, kendileri dayak da atar, yalan da söyler, baskı da yaparlar çocuklarına.


Üniversitelerde okumuş nice analar çocuklarını şımartmakta kara cahillere taş


çıkarırlar. Hak edilmemiş ayrıcalıkların insanlık için bir mutsuzluk kaynağı,


kısır bir bencillik yatağı olduğunu bilen nice hakseverler kendi çocuklarına


bütün ayrıcalıkları yakıştırır, bütün kolaylıkları araştırır, bütün süsleri


takıştırırlar.


Bizim eski düzenimiz ''gemisini kurtaran kaptan'', ''her koyun kendi bacağından


asılır'' ve benzeri atasözlerinin de belirttiği gibi, dayanışmasız, kaderin ve


padişahın karşısında insanları tek tek bırakan bir düzendi. Henüz pek değişmiş


sayamayacağımız, ama değişme yolunu tutmuş olan bu düzenin gerektirdiği eğitim


bencillikten yanaydı ister istemez. Çocukların eğitimi, kara günler için gizli


çıkınlarda altın biriktirmelere benziyordu. Camide herkes başkalarının derdine


ortak görünüp evde kendi çocuğuna: ''Sen kendi çıkarına bak oğlum, ötesi nene


lâzım'' diyordu. Bunu açıkça söylemese bile kimseye güvenmemeyi, etliye sütlüye


karışmamayı, göründüğü gibi olmayıp olmadığı gibi görünmeyi, başkasının ezilmesi


pahasına da olsa, devletliler katına yükselme fırsatını kaçırmamayı, akıllı


olmaktan çok kurnaz olmayı öğretiyordu ona. Akıllı, bilgili olmanın insana bir


şey kazandırmadığı, üstelik başına belâ getirdiği yerlerde ve çağlarda akla ve


bilgiye dayanan bir eğitimi hangi ana babadan isteyebilirsiniz? O ana baba ki


çocuklarının budala bir zengin olmasını, yoksul bir peygamber olmasından daha hoş


görürler; ''keşke yaşasınlar da, isterlerse bize bile yararları olmasın'' derler.


Ama, kimseye yararı olmadan yaşamak insanca yaşamak değilmiş, çıkarcılığa dayanan


bir eğitim insanı kurtlara, tilkilere benzetirmiş, kulak asmazlar öylesi


düşüncelere. Çocuklarının bilgi edinmesini, bilginin sağladığı çıkar ölçüsünde


isterler: Hemen karın doyurmayan bilgiler insanı ne kadar yüceltirse yüceltsin,


dünyayı ne kadar aydınlatırsa aydınlatsın, boştur onlar için. Çıkar sağlamayan


düşünceleri, tehlikeli böceklermiş gibi, sabah akşam ayıklarlar çocuklarının


kafalarından. Para kazandırmayan bilgiye, akıllara yatsa bile, kuşkuyla bakarlar.


Bir masal ne güzel anlatır bu gerçeği. Fakir bir köylü eşeğini önüne katmış


yürüyormuş bozkırda. Eşeğin sırtındaki koca heybe bir garip biçimde yüklüymüş:


Bir yanı buğday doluymuş, bir yanı taş. Yolda ak sakallı, derviş kılıklı bir


adama rastlamış köylü. Birlikte hoş beş edip yürürken bu adam köylüye: Eşeğin bir


yanına ne diye taş yükledin? diye sormuş. Buğday bir yana tartmasın diye, demiş


köylü. Adam taşları attırmış; buğdayın yarısını heybenin öbür güzüne


boşalttırmış. Yük böylelikle azalınca köylüyü de eşeğe bindirmiş. Köylünün aklı


yatmış bu işe, dualar etmiş adama, ardından sormuş: Sende bu akıl varken ne diye


yaya gezersin dağda bayırda? Malın mülkün, atın, deven yok mu senin? Yok, demiş


adam. Şehirde beyler yanında niye iş tutmazsın? diye sormuş köylü. Beni, işe


yaramaz diye, şehirden kovdular, demiş adam. Bunun üzerine köylü eşekten inmiş,


buğdayı yine heybenin bir gözüne doldurup öbür yana taş yüklemiş eskisi gibi ve


eşeğine deh deyip uzaklaşmış adamdan.


Çıkarcı eğitim, aklı böylesine yaya bırakır ve gelenek yürür gider yoluna. Siz ne


dersiniz bilmem, benim görgüme göre bu eğitim bizim şehirlerimizde, köylerimizden


daha fazla kök salmıştır. Küçük ve yoksul topluluklar, hele dağ köylerinde,


yaşayabilmek için dayanışmak zorunda oldukları için çocuklarını daha az bencil


yetiştiriyorlar. İş ve kader birliği oralarda, bilinçli olmasa bile, daha sosyal


bir ortam yaratıyor. Okuryazarlığın girmediği köylerde eğitimin ister istemez


okuryazar şehir çevrelerinden daha geri olduğu sanılmamalıdır. Birçok köyümüzde


kadın erkek ilişkileri, yardımlaşmalar, ortak eğlentiler, nice çarşaflı peçeli


kasabalarımızda gâvurluk sayılacak kadar uygarcadır. Kızılbaşlık diye kötülenen


eski Anadolu gelenekleri arasında laik eğitim örnekleri vardır. Genel olarak


şehirlerde yobazlık köylerden daha ağır basmıyor mu? Geri kafalılığın en karanlık


örneklerine İstanbullarda rastlamıyor muyuz?


Köy Enstitülerindeki ileri eğitim ve öğretim sistemine karşı tepkinin kentten,


hem de başkentten geldiği ve ağaların, imamların daha çok çıkar bakımından


gösterdikleri tepkiyi beslediği unutulmamalı. Eski kafanın en Doğulu alışkanlığı


olan alaturkayı sürdürmekte, Osmanlı sarayının götüremediği yerlere götürmekte,


devlet radyosundan taksilere kadar yeni çağın güzelim makinelerini müziklerin en


bayağısına, en uyuşturucusuna alet etmekte direten güç köylerde değil,


şehirlerdedir. Başlı başına bir eğitim kurumu sayılan ve belki de ruhları,


Eflatun'un dediği gibi, her şeyden daha iyi yoğuran müziğin memleketimizde, hele


son yıllarda Zeki Müren'lerle düştüğü durum gerçekten yürekler acısıdır. Bu


bayağılık okulu Yeni Türkiye'nin milli eğitimini Tanrı'nın günü en ıssız


köşelerde bile can evinden vurmaktadır. İşin en kötü yanı da şudur ki, en ileri


teknikten yararlanan bu geri müzik, Batı müziğine kökten yakınlıkları olan


Anadolu halk müziğini bozum bozum bozmakta, türküleri şarkıya, uzun havaları


gazele, oyun havalarını göbek havalarına çevirmektedir.


Ne demek istiyorum bütün bunlarla? Benim inancıma göre Türkiye'de eğitim sorunu


devletin baş sorunu olmadıkça çözümlenemez, o çözümlenmedikçe de hiçbir plan


gerçekleşemez. Halkımızın tümünü okula kavuşturmakla da bir çeşit medreseye


çevirdiğimiz, dört duvar arasına kapayıp karatahtaya kara cüppeye bağladığımız


okul, eski eğitim çemberlerini kırıp topraklarımızın özlediği yapıcı, dünyaya


açık, ileriye çevrik ve gerçekten laik insanı yetiştiremez, yetişirse de zor


barındırır.


Kimi dostlarımıza göre eğitim kalkınmanın ardından tıpış tıpış gelir, kalkınma


planla, plan da ancak baskıyla, yani eskilerin cennetten çıkma dayağıyla


gerçekleşir. Baskının hangi ellere geçeceği ve bu elleri yurdumuzda hangi


güçlerin tutacağı, tutmayacağı bir yana, zorbalıktan hayır ummak, eski kafaya


dönmek, bilim yolundan ayrılmak, geç meyve veriyor diye ağacını kesip sopa


yapmaktır. Dayak sömürgen düzenlerin eğitim aracıydı, demokrasi ise dayağı


kaldırmak isteyen düzen diye tanımlanabilir.


1962






İŞ ve EĞİTİM



İnsan emeği kutsaldır demesine diyoruz; durma çalış diye öğütler vermesine


veriyoruz; tembelliği kötülemesine kötülüyor, köylülerin gereği kadar


çalışmadıklarından haksız yere yakınmasına yakınıyoruz. Gelgelelim bir aydın kişi


çıkıp da çalışanların, emekleriyle geçinenlerin haklarını savunmaya yeltendi mi,


çalışmadan dünyanın parasını kazanan, üstelik de dünyanın daha iyiye gitmesine


engel olan sömürgenlere dil uzattı mı, gelmeyen kalmıyor o aydının başına: Bütün


kuşkular karakuşlar gibi çullanıyor üstüne, vatan hainliğine kadar da gidiyor


işin ucu. En hazini, haklarını korumak istediği insanlar bile onu korumak şöyle


dursun oh olsun diyorlar, üstelik, yardım bile ediyorlar tepelenmesine. Olacak


şey mi bu? Oluyor işte, görüyorsunuz. Görmüyorsanız, çıkın ortaya, koruyun


çalışanları çalışmayanlara karşı, sömürülenleri sömürenlere karşı, köyümüz,


köylümüz yoksul deyin; ağayla imam işbirliği edip geriliği, haksızlığı,


tembelliği, kulluğu, bilgisizliği, kör inançları sürdürüyorlar, deyin; Cumhuriyet


çalışan çoğunluğu çalışmayan azınlığa karşı tutan, tutması gereken bir düzendir


deyin, kanunun her Türk'e verdiği, yüklediği ilk öğretimi gerçekten her yurttaşa


götürmenin yollarını arayın, rahatınız bahasına bu işin ardına düşün, acı gerçeği


görür, anlarsınız hanyayı Konyayı. Tuttuğunuz Atatürk bile tutamaz olur sizi. O


Atatürk ki bakın neler diyerek kurmuş bu Cumhuriyeti. Eli dert görmesin Çetin


Altan Milliyet gazetesinde arayıp çıkarmış bu sözleri, çok yakın ve çok uzak


geçmişimizden;


''Milletimizin bugünkü idaresi, hakiki mahiyeti ile bir halk idaresidir.


Türkiye'deki bu değişiklik şekilde değil, milletimizin zihniyetinde


görülmektedir. Emek sahibi olmayanlar insandan sayılmamak, hakkı emeğe


dayandırmak asli inancı nazarı itibara alındı. Türkiye'nin bu mahiyetini takdir


ve tasdik etmek, Türkiye halkının mevcudiyetini, istiklal ve saadetini ciddi


olarak arzu etmektir.''


''Vatan en çok sizin (köylülerin) emeğinize dayandığı halde en az bahtiyar ve


mesut olan yine sizlerdiniz. Bunun sebebi sizinle meşgul olunmamasıydı. Sizi


düşünen pek az kimse vardı. Siz çiftçiler o eski hükümette hemen hiç


düşünülmüyordunuz. Sizi ne zaman düşünürlerdi, bunu pek iyi bilirsiniz. Sizi ya


harp olunca ya hazinelerini doldurmak lazım gelince hatırlarlardı. Demek çalışan


sizdiniz, kazanan, ölen sizdiniz. Neticede siz sefalete mahkûm olurdunuz ve sizin


faaliyetinizden, fedakârlığınızdan başkaları istifade ederdi. Artık bundan sonra


böyle olmayacaktır. Artık her şeyden önce kendinizi düşünecek, kendi evinizi


mamur kılacak, ikinci derecede başkalarını düşüneceksiniz. Hepinizin malûmudur


ki, milletin çoğunluğu sizlersiniz.''


Sorarım size, bunca yıldır solcu diye kovuşturulan, bu fakir milletin milyonlarca


lirasına kıyılarak, tonlarca dosyaları tutulan aydınların bundan öteye giden


sözleri, düşünceleri nedir? Köy Enstitülerinde bu sözlerin gerektirdiği millet


seferberliğinin yüzde birini aşan nedir? Çalışmadan kazandığı parayı harcamak


üzere Avrupa'ya gidenleri güle güle diye insanca uğurlarken neden bunca yüzyıl


hakkını yediğimiz, Mustafa Kemal'in ardından gittiğini, Atatürk'ün dileklerini


gerçekleştirmek üzere köylerde çalıştığını gördüğümüz Türk köylüsünün kendi


yetiştirdiğimiz bilinçli çocuklarına, örneğin Mahmut Makal'a naylon çorap, samur


kürk falan getirmek üzere değil, düşünce getirmek üzere yurttan çıkmasına izin


vermiyoruz? Bu soruyu sormaktan maksadım Mahmut Makal'ın yurtdışına çıkabilmesini


sağlamak değil. Tanıdığım kadarıyla onu da asıl üzen kendi işinin olmayışı


değildir. Atatürk'ün, şu yukardaki sözleri söyleyecek kadar gerçeği görmüş, hakka


saygı göstermiş bir büyük insanın kurduğu bir devletten onun istediklerinin tam


tersinin yapılması ve en acıklısı, bunu çalışmadan kazananların değil, çalışanlar


adına kurulmuş bir devletten maaş alan memurların yapması, yapabilmesi.


Çoğunluğun haklarını korumak üzere kurulmuş bir devletin kadrolarında gerici bir


azınlığın buyruğuna girenlerin bulunması, sadece yazar, sanatçı olarak değil


canlarını dişlerine takmış öncüleri olarak çoğunluğun hizmetine girmişlerin solcu


molcu diye damgalanıp çalışamaz hale gelmeleri, öte yandan çalışmayanların ya da


insafsızca ve yalnız kendi çıkarına çalışanların Cumhuriyetin getirdiği bütün


kolaylıklardan yararlanıp, üstelik devlet memurlarından da saygı görmeleri hiçbir


politika bakımından haklı gösterilemez. Çalışanların en azından çalışmayanlar


kadar bu dünyada rahat etmeleri bir haksa, bu hakkı savunma değil, bu savunmayı


engellemektir memleketin zararına olan. Bu ise bizde hiç ceza görmeden, hatta


aferinler alınarak yapılagelmektedir.


Çalışmayan, babasından kalan tarlayı, konağı, hanı, hamamı değerlendirmek şöyle


dursun, görmek bile istemeden kiraya verip geliriyle bir köşede keyfine bakan bir


adama çamur atıldığını gördünüz mü hiç? Kötülükleri göre göre neme lazım deyip


ağzını kapayan sorumlu kişilere, her türlü devlet hizmetini angarya sayıp fırsat


buldukça yan çizen, askerlik hizmetini bile yapmamak için şeytanın aklına gelmez


hilelere, rapor mapor, rüşvet müşvet gibi yollara başvuranlara vatan haini, yurt


düşmanı, gomonist dendiğini duydunuz mu hiç? Daha fazla kira almak, hava parası


da alıp vergiden kaçmak için evinden beş çocuklu bir öğretmeni çıkarıp yerine,


hırsızlığı henüz ispat edilmemiş kerli ferli, kürklü mürklü bir hacıağayı, ya da


parası bol yabancıları koyan nice sayın yurttaşlarımıza gerici dergi ve


gazetelerin toz kondurduğu olmuş mudur? Bakıyorsunuz, okkanın altına giden,


başına dert açan, peşinde curnalcı dolaşan hep bu memlekette yeni bir şeyler


olsun isteyenler: En zengininden en fakirine, fabrika sahibinden koyun çobanına


kadar Doğulu alışkanlıklarımızdan çıkmayı, haklıya hakkını, işe değerini vermeyi


isteyen öncü, ileri yöncü yurttaşlar.


Benim görüşüme göre her zengin ister istemez kötü, her fakir ister istemez iyi


değildir. Dilenci zenginler, zengin dilenciler bir yana; zenginleri soyan


fakirler, fakirleri soyan zenginler bir yana; zenginleri soyan fakirlerden ya da


fakirleri soyan zenginlerden yanaymış gibi görünenler bir yana; halka talkın


verip kendileri salkım yutanlar bir yana, insanın insanı sömürmesine karşı olan


ve olmayan, bu haksızlığa duygu, akıl ya da bilimle karşı koyan ve komayan,


koyarmış ya da koyamazmış gibi görünen insanlar vardır. Birçok çeşitlerimizi


unutmuş olabilirim: Ama biz insanların ve her insanın içindeki değişik insaların


bence en iyisi kendinden çıkabileni, dünyaya açılabileni, başkasının halinden


anlayanı, bildiğinin yarın eskiyeceğine inananı, bir tek de olsa başka bir


insanla gerçekten dost olabilenidir.


Sokrates, Musa, Brahma, İsa, Muhammed, Dante, Montaigne, Galile, Shakespeare,


Descartes, Spinoza, Rousseau, Marx, Freud, Pasteur, Darwin, Einstein... gibi


insan büyüklerinin getirdikleri ortak gerçek, bütün gerçeklerin aşılması


gerektiği, kimsenin kimseyi ezmeye hakkı olmadığı, iyiliğin de, güzelliğin de,


doğruluğun da yalnız çalışan, arayan, zincirlerini kıran, sınırlarını aşan,


köleliklerin her türlüsünden, bir dinin bile köleliliğinden kurtulmasını bilen


insanlara vergi olduğudur. En büyük bilim ve sanat adamlarının, önünde sonunda en


çok değer verdikleri, özendikleri insan, çalıştığı ölçüde yükselen, yediğini hak


eden, kimsenin hakkını yemeyen insandır. Üst tarafı bir sürü değişecek


gerçeklerdir. Bin yıl sonra, tasarladığımız bütün düzenler kurulup eskidikten


sonra, sapasağlam kalacak gerçek budur olsa olsa.


Böyle iken niçin, emeğiyle geçinen aydınlarımız arasında bile, iş, işçi, işçinin


hakkı sözlerinin altında umacı arayanlar çıkıyor? Niçin Orhan Veli'nin aklına


''Hak deyince işçi'' gelmesinmiş? Niçin şairlerimiz, hikâyecilerimiz,


ressamlarımız iş görmeyenlere karşı iş görenlerden yana olamaz, canları isterse


hallerini anlatamaz, onlar adına konuşamazlarmış? Sanat, edebiyat ağaların,


beylerin övgülerini yapmak, evlerini süslemekle mi yetinecek? Hacının hocanın


elleri öpülmeye değer de yediğimiz ekmeği taştan çıkaranların elleri değmez mi?


Köy Enstitülerine en çok niçin çamur atıldı, bilir misiniz? Bu kurumlarda iş


ilkesi öne sürüldü, iş eğitimi yapıldı, öğrenciler duvar ördü, ağaç dikti,


işçilere benzedi diye. Ne demekmiş okulda işçilik? Okul efendi yetiştirirmiş, ter


kokulu, eli nasırlı işçi değil. İşçiyi köle sayan düşünüşün tepkisiydi bu. Okulun


üretici değil tüketici olmasını istiyordu. Ağaç dikme, aşı yapma karatahtada


öğretilebilirdi yalnız öğretmen olacak efendiye. Hasanoğlan gençlerinin su çıkmaz


denen kıraç dağlarda su bulup kendi döktükleri borularla bu suyu köye ve


enstitülerine getirmeleri, bu sudan elektrik çıkarmaları sevinç yaratacak yerde


kuşku yarattı. Aynı gençlerin elleriyle yaptıkları tohum atan köylü heykeli bir


umacıya benzetilip yıktırıldı. Çalışan köylüye heykel ha? Ne demekmiş bu?


Çalışıyor diye elin ayısını, kölemizi baş tacı mı edecektik?


Bu düşünüş kolay kolay kafalardan söküleceğe benzemiyor. Sökülmeyince de kırk bin


köyümüzü nasıl şenletiriz bilmem.


1962





EĞİTİMDE EŞİT ŞANS:



HALK ÇOCUKLARININ OKUTULMASI



DEVLET ve TEMEL EĞİTİM



Devlet önce büyük bilginler yetiştirmeliymiş; sonra bu bilginlerin göstereceği


yoldan halkımızı eğitip kalkındırmalıymış; yoksa boşuna imiş ilköğretimler, temel


eğitimler, yenileşme çabaları, evrimler, devrimler. Bilgisiz çoğunluk yarım


yamalak bir şeyler öğreneceğine hiçbir şey öğrenmesin, önce Batı'da sonra


İstanbul'da yüksek bilim katlarına çıkacak, köklü, yüklü, apaydın, upuzman


kişileri beklesinmiş.


Böylece düşünen aydınlarımız olmasına, hâlâ olmasına pek o kadar şaşmıyorum da,


böylelerini dinleyen devlet adamlarımızın çıkmasına şaşıyorum doğrusu. Bu düşünüş


bir bilim adamında, yıllar yılı Avrupa'larda İstanbul'larda elbebek, gülbebek


yetiştirdiğimiz, rütbeler, cüppeler giydirdiğimiz bir aydın kişiden de gelse,


kılık değiştirmiş bir ORTAÇAĞ düşünüşüdür: Batı'da da bizde de gerçek bilime


çelme takan, işkence eden, karanlığı sürdürmekte çıkarı olan sözde bilginlerin


düşünüşü. Böyle düşünen bilim adamları Batı'da bile var da bizde niçin olmasın?


Bilime insanlığın gözbebeği, tek mürşidi bilime saygısı olan devlet adamı


böylelerine şunu söylemeli artık, kendisi de onlar gibi bilim tekelcisi değilse:


''Bilgin yaratmak devletin ne haddine? Bilgin dediğin kendi kendini yetiştirir,


hem de çoğu zaman devletle, kurulu düzenle çatışarak. Senin, benim kuracağımız


camekânlarda bilgin yetişmez ya, yetişse bile, o camekânın dışında yaşayabilir


mi? İstanbul'da Batı'nın en seçkin bilginlerini bir araya getirip Ortadoğu'nun en


ileri üniversitelerini kursak (ki kurduk), bu üniversite yüzde yetmişi okuryazar


bile olmayan bir toplum ortamına kaç yıl karşı koyabilir (beş-altı yıl karşı


koyabildi). Siz devlete akıl vereceğinize bulunduğunuz küçük çevreye gerçek bilim


havasını getirmeye, bu fakir milletin size verebildiği, verebileceğinden


fazlasıyla verdiği rahatlıktan ve imkânlardan faydalanmaya bakın. Devletimiz


bugüne dek mutlu bir azınlığın çocuklarına bel bağlayıp milyarlarca yatırım yaptı


ve yapıyor. Bundan fazlasını istemeniz, hiçbir demokrasi anlamına girmedikten


başka, bilimsel hiçbir temele de dayanmaz. Biz bundan böyle yatırımlarımızı büyük


bilgin, büyük sanatçı namzetlerine değil, onları yaratıp besleyecek olan Ortam'a


yapacağız. Yetmiş iki devletin bir araya gelip yetiştiremeyeceği büyük kalfalar,


büyük yürekler, aydınlanan bereketli çoğunluğun içinden ister istemez ve


birbirleriyle yarışarak çıkacaktır.''


Gerçek aydınlar her yerde, her zaman mutlu (çok kez de mutsuz) bir azınlıktır,


orası doğru: Ama, bu azınlık bütün bir milletin içinden seçilip, yarışıp


gelmiyorsa kendi içinde kurur kalır, aydınlık imtiyazını yitirmemek için milletin


aydınlanmasına engel bile olur. Batı'nın eski, bizim yeni tarihimiz bu


mutsuzluğun örnekleriyle doludur. İnsanlığın bütün gerileme, yeniliklere karşı


direnme hareketlerinin başında ya da gizli gizli arkasında zamanın cüppeli,


rütbeli aydın kişileri vardır.


Bizde devletin büyük çoğunluğumuza çevrilen eğitim ve öğretim çabalarını


köstekleyen aydınlar Batı kültürünü mutlu azınlıkların, devletlerin, zenginlerin


beslediği dâhi teklerin yarattığını ileri sürerler: Kuyruklu yalan! Batı'nın


gerçek aydınları Rönesans'tan bu yana daha geniş kalabalıklara yayılan,


sarayların, kiliselerin kara aydınlığını yırtan Latince yerine kaba halk dilini


kullanan, her yerde her türlü kültür imtiyazlarıyla çelişen, kendilerini


devletlere yalnız değerlerinin zoruyla kabul ettiren, arkalarında uyuyan


kalabalıklar olmasa bir kaşık suda boğulacak olan halk adamları, ya da halktan


yana adamlar. Batı tarihi, gittikçe aydınlanan halk yığınlarının tarihidir. Yoksa


zor kurulurdu Batı demokrasisi, dünya halkları da zor kavuşurdu egemenliğe. Tarih


kitaplarında tek tek görüp birer mucize sandığımız Batılı bilim ve sanat adamları


yüzlerce, binlerce benzerleri arasından yetişmiş kalburüstü değerlerdir.


Shakespeare yüzlerce Shakespeare denemesinin sonucudur, Pasteur de öyle idi,


Einstein de öyle, Picasso da öyle, daracık kapalı bir çevre içinde nazlı nazlı


yetiştirilmiş hangi büyük bilgin var Batı'da?


Batı'da ilköğretimi (ama laik ilköğretimi) zor ve geç kanunlaştığı, daha on


dokuzuncu yüzyılda bu kanunun İngiliz Parlamentosu'nda dirençle karşılaştığı


hatta bir Lord'un halkı okutmayı, bindiğimiz atın bizim kadar bilgili olmasını


istemek kadar budalalık saydığı doğrudur. Ama Batı'da Rönesans'tan, hatta


hümanistlerden bu yana bir temel eğitim kendiliğinden başlamıştır. On yedinci


yüzyılda kontların, baronların uşakları arasında kendileri kadar bilgili uşaklar


vardı. Ana diline çevrilen din kitaplarıyla kiliseler, yenileşen sanatlar,


zanaatlar, basımevleri birer halk okuluydu. Dinsel kurumlar yaşayabilmek için


gelişen bilim ve sanatlara kapılarını açmak, bilim adamları, sanatçılar,


romancılar yetiştirmek, dünya işlerini engellemekten vazgeçmek zorunda


kalmışlardır. Üstelik de, halkın mutlu azınlıklar arasına girmesine karşı koymak


nice devletlerde kanlı devrimlere mal olmuştur. Kendi kendini binbir mihnetle


yetiştiren halk, doğmaktan başka zahmete girmeyen efendilerini er geç başından


atmıştır. Durum bu iken bizde temel eğitime karşı Batı tarihini kullanmaya


kalkanlara sadece pes diyebilir insan.


Cumhuriyetin, yani halk egemenliğinin kırkına basacağı sırada halk çoğunluğunun


zifir karanlığında yaşamasını bilim adına hoş görenler hiç değilse halk dostu


geçinmekten vazgeçsinler; açık açık biz halkçı değiliz desinler, kendilerini


alınteriyle besleyen halkı aldatmasınlar: Yalnız bu şerefi olsun, halka kırk yıl


önce verilen hakkı arayanlara bıraksınlar. Ama laf bu benimkisi: Bırakırlar mı


hiç? Elverir ki, devlet baba, daha doğrusu baba olası devlet dinlemesin artık bu


halkı binek atı bellemişleri. Bu umut belirdi yine bu günlerde; tabii


belirmesiyle birlikte çelmeler, çamur atmalar da başladı. Karanlığın bekçileri


nişan almaya başladılar ışıltılara. Onlarınki de kolay değil doğrusu: Hep


birlikte olmak, çağımız ilerledikçe, halk devlete, devlet halka yaklaştıkça. Bu


iki güç birleşti mi karanlığın bekçilerine ekmek yok artık. Bu birleşme oldu mu


yani gerçekten halkçı, halk gerçekten devletçi oldu mu (ki özlediğimiz buna


bağlıdır bence) çoğunluğun haklarını arayanlara pusu kurmak kimin haddine? Zor


durdururlar o zaman köyleri uyandırmak isteyen devleti; zor toplatır, yaktırırlar


devletin bastığı kitapları; zor orak çekiç resimleri yaptırırlar okul


duvarlarına; zor döverler Mehmetçiği kitap okuyor diye; zor aldatırlar halkı


dinimiz, ruhumuz, maneviyatımız elden gidiyor diye; bir arada okuyan kız erkek


çocuklar ahlaksız oluyor diye, halk çocuklarının işçi kılığı giymesi, duvar


örmesi, demir dövmesi, ağaç dikmesi, mandolin çalması komünistlik diye; köylü


yalnız dayaktan anlar, dayak yemedikçe adam olmaz, iş çıkarmaz, düzene girmez


diye.


Halkçı bir devletin temel eğitimi ne pahasına olursa olsun ve en kısa bir zamanda


sağlaması su götürmez bir zorunluluk olduğuna göre, eğitimle uzaktan yakından


ilgili bütün aydınlarımızı Tûbâ ağacı tartışmalarına son vererek, devletin bu


yönde çabalarını desteklemeleri gerekir. Önyargılardan sıyrılarak, masanın üstünü


temizleyerek, temel eğitim ve öğretim sorunlarımız üstüne düşünce alışverişleri


yapmalıyız.


Çok zaman yitirdiğimiz için kurduğumuz ve kuracağımız okulları çağımızın ve


yurdumuzun gerçeklerine uydurmak, çevrelerine getirecekleri aydınlık ve işgücünü


arttırmak için neler yapılabilir? İş ve üretim ilkelerini bütün okullarımızın


programlarına ne ölçüde sokabiliriz? Köy okullarının köylünün hayatına cami kadar


olsun girmesini sağlamak için nelere başvurulabilir? Okulların az çok birer


işletme, işletmelerin birer okul haline getirilmesi düşünülemez mi? Geniş bir


temel eğitim seferberliğinde ordumuzla nasıl bir işbirliği kurulabilir? Çağımızın


en verimli buluşturma, görüştürme araçları olan sinema, radyo ve televizyondan


temel eğitim ve öğretim için nasıl yararlanabiliriz? Bana sorarsanız, gerçek


bilim ve sanat adamlarının eliyle devletin bu üç yeni zaman devine gördüreceği


eğitim işi hayallerimizi aşacak, yitirdiğimiz zamanları umulmadık bir hızla


kazandıracak kadar büyük olabilir. Hele sinemayı, kendiliğinden kafaları ve


yürekleri gelişigüzel yoğuran bu en kalabalık okulu, tiyatro kadar bile ele


almamış olması şaşılacak şeydir gerçekten.


Kısaca şöyle diyebiliriz: Devletin ekonomik kalkınmamız için bulacağı çözüm ne


olursa olsun, en kestirme, en gerçekçi yoldan temel aydınlığımızı sağlamak, yani


Türkiye'nin en büyük insan tarlasına yeni dünya ve yurt görüşünü, yeni bilim,


sanat ve tekniğin tohumlarını götürmek, tutturmak zorundadır.


1962




KÖY KADINLIĞI VE EĞİTİM...



ANALARI YETİŞTİRMEK



1960 Haziran ayında, Ankara'nın diri ve keskin ışıklı bir sabahı, Tonguç,


Kanadalı bir halk eğitimi uzmanı ve ben Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gitmiştik.


Kanadalı uzman Tonguç'la orada, güçlü bir eğitim soluğunun yeşerttiği o bozkır


toprağı üstünde tanışıp konuşmak istemişti. Tonguç da, ben de on dört yıldır


gitmemiştik Hasanoğlan'a. Acı tatlı duygular içindeydik. Kuruluş yıllarının


anıları sığırcık sürüleri gibi havalanıyordu gözlerimizin önünden. Tren yoluyla


köy arasındaki yamaçta Tonguç'un soluğu, yeşil ve beyaz dona kalmış gibiydi. Tren


de, tabiat da unutmuştu çoktan buralarda bir destan rüzgârı estiğini, tutmaz


denen çamların tuttuğunu, gelmez denen suların geldiğini, yanmaz denen ışıkların


yandığını.


Eski enstitümüzün yeni yöneticileri anlayış ve sevgiyle karşıladılar bizi. Niçin,


nasıl geldiğimizi sormadılar bile. Hoyrat yeller esebildiği kadar esmiş, hınçlar,


kinler kendi kendilerini yemiş, Tonguç'un tertemiz yüreği yeni baştan


kucaklayıvermişti Hasanoğlan'ı. Ufukta kara bulutlar yığıladursun, Tonguç o gün


birkaç saat eski umutlarının hızını bulur ve buldurur gibi oldu. Meğer o gün son


bakışlarının pırıltısıymış gözlerindeki. Bir hafta sonra Tonguç yeşerttiği


topraklara, uyardığı yüreklere karışıp gidecekti.


İşte o gün Tonguç'la Kanadalı uzman arasında ilginç konuşmalar olmuştu. Bir ara


Tonguç, Türkiye'de halk ve köy eğitiminde en çok kadınlar üzerinde durulması


gerektiğini ileri sürdü. Kendi kendisini de eleştirerek dedi ki: Biz köy


okullarında ve enstitülerde kız öğrencilerin sayısını arttırmak için elimizden


geleni yapmadık, oysa Anadolu'da anaları yetiştirmenin, babaları yetiştirmeden,


uyarmadan daha önemli olduğunu sonraları daha iyi anladık. Köy kadınlarını


kazanmakla köy çocuklarının eğitiminde en kestirme yolu tutmuş olurduk. Çünkü köy


çocuğunun ilk eğitimini ister istemez ve yapabildiği kadar anası yapar. Baba


evde, hatta köyde değildir çoğu zaman. Çocuk üzerindeki etkisi, yalnız erkek


çocuğu üzerindeki etkisi çok geç başlar. Hele sağlık işlerinde seyircidir her


zaman.


Böylece Tonguç, köy gerçeğinin bir başka bamteline basmış oluyordu. Yeniden iş


başına gelseydi (ah, gelebilseydi!) en çok köy kadınlığı üzerinde duracaktı


besbelli. Bu kapalı dünyayı hangi yoldan, nasıl zorlayabileceğini de, düşünmüştü


herhalde, ama onu söylemesine vakit kalmadı. Belki son yazılarında, mektuplarında


bir ipucu bırakmıştır.


Anadolu insanı gerçekten dünyaya ananın eli, gözü ve sözüyle açılır. Duyarlığını,


alt bilincini ana besler. O ana ki, çok yerde hâlâ kölelikten kurtulmuş değildir,


babadan çok daha az açılmıştır dünyaya. Masalları, türküleri, öğütleri,


avutmaları, kışkırtmaları, yakınmaları, hınçları, özlemleriyle o emzirir çocuğun


ilk düşüncesini. Baba sözde başıdır ev halkının. Kaldı ki birçok köylerde


erkeklerin, muhtarın, imamın, hatta bazen ağaların sözlerini ağızlarına tıkayan


analar da vardır. Yaşar Kemal'in, Fakir Baykurt'un romanlarında köy gerçeğinin


gürbüz bir yanı, diri bir rengi olarak görüyoruz onları. Anadolu'nun ilk ana


Tanrıçalarının mutsuz kalıntılarını andıran bu kadınlar, yüzyıllardır birikmiş


dertlerin, öfkelerin sözcüsü olurlar zaman zaman ve köyde umulmadık yaşama


rüzgârı estiriverirler. Ama çok sürmez bu rüzgâr! Bir an yerinden oynattığı köy


yine erkeklerin sürdüğü uyuşuk düzene gömülür. Analar, kızlar yeniden, eli


tespihli babaların, dedelerin ardından, çocukları sırtlarında, gözleri önlerinde


düzülürler yola.


Benim görebileceğim kadarıyla bizim köy kadınlarımız, genel olarak erkeklerden


daha az uyanık da olsalar, hiç de daha az anlayışlı, yeniliklere daha az yatkın


değildir. Erkeklerden daha çok çalışmak, gündelik hayatın ocağını arasız


tüttürmek zorunda oldukları için daha gerçekçidirler belki de. Yanlarına zor


yaklaşılır, güvenlerini zor kazanırsınız, amma açtılar mı tam açarlar


yüreklerini, düşüncelerini. Daha az kandırırlar sizi, daha az gizlerler gerçeği.



"Kaltaklar girin içeri..."



Ürgüp köylerinden birinde dolaşıyorduk. Düz damların üstüne kadınlar, kızlar renk


renk meyveler seriyorlardı kurutmak için. Beyaz peribacalarının ortasında,


neredeyse taştan çıkarılıp güneşe serilen bu insan emeği mucizeleri ve onları


avuçlayan kadınlar, kızlar, Göreme bölgesini değerlendirmek için çekmekte


olduğumuz renkli bir filme çok uygun göründü bize. Uzaktan, resminizi çekebilir


miyiz, diye bağırdık. Bir yaşlı teyze bize gülerek baktı, ne bileyim der gibi


omuzlarını silkti. Bir başkası, çek istersen, dedi. İşe koyulduk. Kamera tam bu


insan ve tabiat kaynaşmasını sevine sevine içine alacakken acı bir ses allak


bullak etti ortalığı: Kaltaklar, girin içeri! Çabuk! Koşun içeri! Bir anda bütün


damların üstündeki kadınlar, kızlar, tüfek sesi duymuş güvercinler gibi


dağılıverdiler. Karşı evin penceresinde gözleri dönmüş bir sakallı, bütün


heybetiyle görünmüş ve bize bakmaktan bile tiksinir gibi karanlığında


kaybolmuştu.


Buna benzer çok olaylar görmüşüzdür Anadolu köylerinde ve yollarında. Softalık


kadınları sindirmiş, ama inandıramamıştır her dediğine. Bir kurtulsalar,


gerçekten erkekle eşit haklara kavuşsalar köyde çok şeylerin, çok daha çabuk


gelişebileceğine inanırım ben de. Ama zor, çok zor bir iştir bu! Çok savaşlar,


çok bilgiler, çok denemeler, erkek kadın çok Tonguçlar ister. Çünkü bunun da


arkasında, bütün devrimlere karşı koyan eski ve sinsi ortaçağımız ve hâlâ


sülüklerle dolu bulanık sularımız var. Köy kızlarının hayata karışıp yüksek sesle


konuşmaları değil, bir tek sesli gülüşleri bile eski düzeni sürdürmek isteyenleri


gocundurur. Köy kadınlığı alınan, satılan, en ağır işlere sürülen bir kol gücüdür


çok yerlerde. Onun uyanmasıyla milletimizin kalkınması iki kat hızlanır, ama nice


sömürgenlerin küçük çıkarları da allak bullak olur.


Köy Enstitülerinde genç kız ve erkeklerin eşit haklarla bir arada çalışmalarının


ne sevinçli, ne umutlu bir eğitim havası yarattığını görmemiş olanlar, hayal bile


edemezler. Enstitü yöneticileri kız erkek beraberliğinin şehirlerde rastlanan


cinsten aksamaların hiçbir türlüsüyle uğraşmak zorunda kalmamışlar, üstelik bu


beraberliğin kendiliğinden bir ahlak ve çalışma coşkunluğu düzeni sağladığını


sevinerek görmüşlerdi her yerde. Bunu anlata anlata bitiremezler ve bütün


enstitülerin disiplin tutanakları da bu bakımdan şaşırtıcı, sevindiricidir. Böyle


iken enstitülere bu yüzden atılmadık şamar kalmamış, sonunda gericiler kızlarla


erkekleri birbirlerinden ayırıp mutlu bir eğitim gelişmesini hoyratça, insafsızca


baltalamışlardır. Bu baltalamaya önayak ya da alet olanlar, bilerek bilmeyerek,


milletimizin çağdaşça, kardeşçe ve özgürce yaşama isteğine karşı durmuşlardır.


1962







İMECE DERGİSİ ÜZERİNE



Eyuboğlu başkanlığında bir ekip, Tonguç'un ölümünden sonra, enstitülerde


uygulanan çalışma yöntemiyle (imece) Tonguç'a kitabı hazırlamıştı. İş


bitirilince, "İmece"nin sürdürülmesi düşünülmüş, bu adla bir dergi çıkarılmaya


başlanmıştı.


Eyuboğlu, İmece'nin geniş tabandan, gerçekçi sesler getiren, Köy Enstitüleri


Dergisi gibi bir dergi olmasını istiyordu. Zaman zaman bu konuda imecilerle


yazışıyordu.


Aşağıdaki mektup, Ankara'daki başimeci Engin Tonguç'a yazılan mektuplardan


biridir.



22.9.1962



Engin Kardeş,



Önce sorduklarınıza sıra ile karşılık vereyim:


1. Bir dergi çıkarmanın, gönlümüzce yazıları bulmanın zorluklarını bildiğim için,


uzaktan gazel okuyanların durumuna düşmek istemem. Bununla beraber, İmece'de


yenilikler yapılması mümkün olursa, bunların daha çok gözlem ve deneylerden yana


olmasını dilerim. Köy gerçekleri üstüne imecileri daha açık, daha edebiyatsız


konuşmaya çağırmalıyız. Ayrıca öğretici yazılarımız daha çok olmalı derim.


İmecilerin seviyesini aşıyor, ağır geliyor, yadırganıyor diye çetrefil filozofi


ve bilim konularından kaçınmamalıyız. İmecilere hep bildikleri şeyleri


tekrarlayacak değiliz ya. Dursun Kut kardeş, benim belki fazla basite indirdiğim


Fransızca derslerini bile imeciler için ağır buldu. Öğretim fazla pratik olunca,


her şeyin fazla kolayına gidince, uyarıcı olmaktan çıkabilir. Ayrıca pratik


bilgiler de verilmesin demiyorum, ama onların yeri başka. Kafa kendini biraz


zorlamalı ki, genişlesin. Öğretimi kolaylaştırmak, 'armut piş ağzıma düş'e kadar


da gitmemeli.


Azra, yazılarının beklendiğini öğrenince, hemen harekete geçti. Bu yazılar


tamamlanınca ileride kitap halinde çıkarmayı düşünürüz. Ben de yakında bir yazı


yollayacağım. Yeniden ders hazırlamaya başladığım ve iki ayrı çeviriye çalıştığım


için fırsat bulamıyorum makale yazmaya. Tıpta Yenilikler dergisinde çıkacak Çocuk


ve Sanat adlı yazımı İmece'ye aktarın isterseniz. İmecilerin çok azı o dergiyi


okur.


Bazı sayıların İstanbul'da hazırlanması cazip olmakla beraber tehlikeli göründü


bana. Arkadaşlar çok dağınık burada. Bununla beraber Başaran, bu işi başardıktan,


yazıları topladıktan sonra size olgun halde gönderirse, mesele yok. Yakında


buradaki imecilerle bir toplantı yapmayı kuruyoruz. Başaran'dan başka İmece ile


ilgilenen kalmadı galiba.


2. Kirby'nin kitabından sonra Pestalozzi basılmalı hazırsa. Ben bu kitabı okumuş


değilim, ama Tonguç çok önem veriyordu bu kitaba: "Bu kitap düşüncemi,


dolayısıyla hayatımı kurtardı bu karanlık günlerde" cümlesini hatırlıyorum bir


mektubundan. İmece yayınları başkalarının basmayacağı kitapları basmalı bence.


Fakir'in romanını bezirgânlar kapışır nasıl olsa ve onlar bizden daha çok da


dağıtırlar. Ama kooperatif bir işletmeye başlayacak hale geldiyse, o başka.


(Kooperatife ben de yakında beş yüz lira ile katılacağım.) Ama ben derim ki,


bizim gönlümüzce kitaplar kendiliğinden yayılıyorsa, bir başka iş alanı arayalım.


3. Kadri Yörükoğlu kendini çoktan harcamış, emekli olmazdan çok önce emekli olmuş


eski bir dostumuzdur. Bir zamanlar, bakanlığın en uyanık insanları arasındaydı.


Yalnız memurluk yanı, bakanına bağlılığı ağır basardı her zaman. Dürüstlüğüne,


efendiliğine, mahrem konuşulduğu zaman anlayışına diyecek yoktur, ama en çok


inandığı, bağlandığı konularda bile bir bakanla çatışmak, onun için devletle,


dolayısıyla Tanrı ile çatışmak gibi bir şeydir. Onca memur, dairede bakanın


buyruklarını yerine getirir, evinde dilediği gibi düşünür; düşünmek, bir görüşe


bağlanmak dairedışı bir fonksiyondur. Bakan enstitüleri tutmuyorsa, dairede o da


tutmaz, ama evinde tutar, enstitüleri sever, onlara elinden gelen hiçbir yardımı


esirgememiştir de. Enstitülerin değilse bile, tek tek birçok enstitülünün daha


kötü budanmasını gizli yollardan önlemiştir.


Talim ve Terbiye'nin uyuşukluğuna çatmakta siz elbette haklısınız. İmece'nin


haberler kısmında, kişisel sempatileri fazla işe karıştıran dostlara takılmanız


da yerinde. Ama derginin başyazısını Yörükoğlu'na ayırmanız hiç iyi olmamış


bence. Olayın tuhaflığını belirtip geçmek en doğrusuydu. Kırk yıl eğitim


işlerinin memuru olmuş bir insanın ayrılış günlerinde, hele bizde, duygulu


muygulu anlar olması tabiidir. Böyle bir zamanda öfkelerimize veryansın etmek


yersiz, yararsız, üstelik zararlı da olabilir bence. Bir topluluk adına


konuştuğumuz zamanlarda ve baş sayfalarda, öfkemizi dizginlemek bazı sabırsız


dostlarımıza ne kadar sevimsiz de gözükse, davamız bakımından yararlı bir


ödevdir. Temizlik işinde de kabımıza zarar verecek bir öfke sirkesi var gibi


geliyor bana. Değişik huylu insanlarla çalışmak zorundayız. Çıkar sağlamayan


topluluğumuzda temizlik kendiliğinden olabilir şimdilik. Eleştirme, tartışma ve


uyarmalarla yetinmeli derim.


4. Tahir Alangu ukala dümbelekliği yapıyor sadece. Enstitüleri tutanlar ve


tutmayanlar arasında fink atıyor. Başaran'la arasında bir atışma olmuş Vatan


gazetesinde. Başaran, Kirby'nin kitabını göstererek, "Bunu okuyun, sonra


konuşuruz" demiş. Yüksek onuruna yedirememiş bu kitapla uyanmayı. Kuruluş


günlerinden beri enstitülerin bu çeşit eleştiricileri vardı. Ne yapılması


gerektiğini herkesten iyi bilirmiş gibi, her yapılanı, enstitü adına küçümser,


problemleri hep gerçeğin dışına, yapılanın ötesine kaydırırlardı. Yön'ün de,


Vatan'ın da yazıişleri dalga geçmiş. Başaran, Vatan'da çıkmak üzere bir cevap


hazırlıyor. Ben de yazmak istiyorum. Siz İmece'de dokunursunuz elbet, bu


kendilerini dokunulmaz sananlara (mümkünse okuyucuyu daha çok güldürerek)...





17 NİSAN KÖY ENSTİTÜLERİ BAYRAMI



17 Nisan'ı yıllardır sözle kutluyoruz yalnız. Bir zamanlar 17 Nisan biten ve


başlanan işlerin müjdesiydi. Yeşertilen topraklar, örülen duvarlar, ışığa


çevrilen sular, sevinçli horonlardı 17 Nisan. O da söz bayramı, sözde bayram oldu


birçok bayramlarımız gibi. Ama beterin beteri var: Susmak var. Susmamak için


konuşuyoruz.


Köy Enstitüleri üstüne söylenmedik, hem de tekrar tekrar söylenmedik ne kaldı ki


bilmem. Neyin, niçin, nasıl yapıldığı, niçin, nasıl yıkıldığı bir bir açıklandı.


Yalanlara, iftiralara, curnallara sabırla, belgesel rakamlarla, alın aklarıyla


cevap verildi. Kirby'nin kitabıyla gerçekler, objektif Batılı gözle de açıklandı.


Kös dinleyenler kös dinlemekte devam ededursun, aldatılmış iyi niyetli yurttaşlar


ayılmaya başladılar. Çok geç de olsa aydın gençlik, enstitülerle, bindiğimiz ne


yeşil, ne mutlu bir dalı kestiğimizi anladı. Bu arada gençlik, daha önemli olarak


şunu da anladı ki, Köy Enstitülerine oynanmış olan oyunun arkasında Atatürk


devrimlerine, çağdaş bir halk devleti olma çabalarımıza oynanan büyük oyun vardır


ve her iki oyunu oynayanlar, hangi partiden olursa olsunlar (ne yazık ki


böylelerinin olmadığı yer pek yok) aynı kafada olan, aynı çıkarları güden ve


gericilerle aynı pazarlığa giren kimselerdir. Köy Enstitülerine karşı girişilmiş


olan amansız savaş bu açıdan ele alınmalıdır. İstanbul'daki köşelerinden, köye


gerçekten giremeyen okullara değil, giren kara kitaplara, kara cüppelere de


değil, yalnız Köy Enstitülerine, köye gerçekten ve Atatürk ilkeleriyle giren Köy


Enstitülerine ateş püsküren Osmanlı uleması kalıntılarının durumu daha iyi


anlaşılır o zaman.


Sorarım size: Yirmi yıldır Köy Enstitüleriyle sinsice ya da açıkça savaşmış,


yıkıldıklarına sevinmiş, yeniden açılacak diye de ödleri kopanlar arasında


Atatürk'e, devrimlere gerçekten bağlı bir tek kişi gördünüz mü? Hangisi Köy


Enstitülerini istemez de köyleri daha kestirme daha akla yakın bir yoldan


uyaracak, bitlerini, pirelerini, softalarını ayıklayacak bin yıllardır aranmamış


haklarını arayacak, bir başka tip kurum ister? Hangisi köylerin yürekler acısı


halinin, yolunmuş soyulmuşluğunun, yanmış kavrulmuşluğunun açığa vurulmasından,


hastalığımızın adıyla, sanıyla söylenmesinden yanadır? Köy Enstitülerinin düşmanı


olup da yoksullardan, yani Türk milletinin büyük çoğunluğundan yana olan bir tek


insan gösteremezsiniz.


Daha ileri giderek şunu söyleyeceğim: Köy Enstitülerimizin vakitsiz kurulduğunu,


bu kurumların köylüye yük olduğunu, bilgisiz, saygısız, ukala birtakım gençler


yetiştirdiğini, Köy Enstitülerinin değerleri yanında kusurları da olduğunu ya da


bilimsel incelemelere dayanmadığını söyleyenler yok mu, onlar da göründükleri


kadar iyiniyetli değillerdir. Bir kurumun daha iyi olmasını gerçekten isteyen


kişi, o kurumun temelleri yıkılırken soyut, basma kalıp, gerçeküstü eleştiriler


yapmaya, öğütler vermeye kalkmaz. Bu tip eleştirmenler yeni Türkiye'nin ileri


atılışlarını tavsatmakta curnalcılardan aşağı kalmıyorlar aslında. Katılmadıkları


devrimleri sözde bilim adına küçümsemenin sorumsuz keyfi içinde oldukları


bellidir sözlerinde, yazılarında.


Türkiye'de Köy Enstitülerinin rahatsız ettiği insanlar, bütün devrimlerin


rahatsız ettiği insanlardır: Hacılar, hocalar, ağalar, para babaları, eski bey


paşa oğulları, medrese kalıntıları, ulema bozuntuları ve bunlara yaranan veya


kananlar. Atatürk, Anadolu halkıyla birlikte İstiklal Savaşı'nı yalnız dış


sömürgenlere karşı değil, bu iç sömürgenlere karşı da kazanmıştı. O sağken süt


dökmüş kedi gibiydi hepsi. Sonradan yoksul ve bilgisiz yurttaşlarımızın


dertleriyle güçlenip aslan kesilmeye başladılar. Din iman gitti, ahlak, Türklük


gitti, Türkçe gitti yaygaralarıyla oy avına çıktılar ve olanlar oldu. Halk,


dostunu düşmanını ayırt edemez oldu yeniden. Kendi adına kurulan parti de


devrimlerden ödün verme yolunu tutunca işler büsbütün karıştı. Kendilerini


kurtarmak için Köy Enstitülerini feda edenler bindikleri dalı kesmiş oldular.


Devrimleri, büyük çoğunluğun yaşadığı köyde tepkicilere karşı koruyabilecek öncü


güçler orada yetişiyordu. Yalnız olar karatahtadan kara toprağa inip, sözden işe


geçip devrim düşmanının, yani sömürgenin karşısında ayakta durabileceklerdi.


Atatürk devrimleriyle Köy Enstitülerinin kader birliği 27 Mayıs'tan sonra daha


iyi anlaşıldı. Ne var ki, bugünün politik ortamında Köy Enstitülerinin tepeden


inmesi beklenemez, inmesi doğru da olmaz. Beklenecek şey, sağlanmasına


çalışılacak şey, devrimler gibi Köy Enstitülerine de halkın sahip çıkmasıdır. Bu


da karamsarların sandığı kadar ham hayal değildir. Zamanın devrimlerinden ve Köy


Enstitülerinden yana çalışması bir yana, her ikisine karşı koyanların iplikleri


pazara çıkmak üzeredir. Halk aldanmasına aldanır, ama er geç de görür


aldatıldığını. Demokrasiye inanmak, halkın sağduyusuna inanmaktır. Bütün mesele


bu sağduyunun önüne gerçeklerin yalansız dolansız serilmesinde. Hükümetten bunu


yapmasını ya da aydınların bunu yapmasına engel olmamasını beklemeliyiz.


Doğrusunu isterseniz 27 Mayıs'tan bu yana hükümetler bu yola az çok girmişlerdir.


Sosyal gerçeğimiz ne zaman bugünkü kadar dökülebilmiştir ortaya? Ne var ki


devrimcilerin yayma ve duyurma imkânları gericilerinkinden çok daha azdır yine.


Köyün karanlığına gitmekte yarışı gericiler kazanıyor eskisi gibi. Yılmamak,


susmamak, halkı uyarmanın yollarını aradıkça aramak gerek. Halkın isteğiyle


yeniden açılacak olan Köy Enstitülerine selam.


1963





KÖYLÜLER BEKLEYE DURSUN...



Köy Enstitülü kardeşler, siz kaş yapalım derken ne gözler çıkarmışsınız meğer:


Bozkırı yeşertelim derken nice yüreklere kara kuşkular salmışsınız; düşmanları


dost etmeye çalışırken dostları düşman etmişsiniz kendinize; o toprağa vurduğunuz


kazmalar, o tuğla üstüne koyduğunuz tuğlalar, o kuruttuğunuz sıtmalı bataklıklar,


o dilsizlere öğrettiğiniz diller, o susuz yerlere getirdiğiniz sular, o ışıksız


yerlere getirdiğiniz ışıklar gücüne gidiyormuş meğer nice yurtsever, milletsever,


haksever kişilerin. Siz bizim köydeki çaresizliğin çarelerini ararken devletin,


sizi yetiştirip köye yollayan devletin bile nasırına basıyormuşsunuz. On beş


yıldır hallaç pamuğu gibi atıldınız, satıldınız, azarlandınız, damgalandınız,


köylere sahip çıktığınız için. Olur şey değil. Hâlâ kendi bakanlığınızda bile diş


bileyenler var size, Anadolu'ya yepyeni, dipdiri bir soluk, Amerikalarda,


Hindistanlarda sıcaklığı duyulan bir soluk getirdiniz diye. O soluğu yeniden


estirmek isteyenlerinizi istemiyor, tutmuyor büyükleriniz.


İşte bakanınız kesti attı sonunda: Köyde okul duvarlarının dışına el atmak yok.


Bakanlığın gönderdiği kitabı çocuklara ezberletip etliye sütlüye karışmadan yan


gelip yatacaksınız. Köyün hayatına karışmak, kıtlığa, susuzluğa, hastalığa


göklerden çare aramak, köylülere talkın vermek, çift çubuk sahibi olmak, köye kök


salmak din adamının hakkı. Hem karışık iş bunlar, nene lazım demek istiyor bakan:


Sen efendi efendi okuluna git, dersini ver, müettişin gözüne gir, terfi et, para


biriktir, bir büyük şehre kapağı atmanın yollarını ara; orada borç harç bir arsa


al, iki katlı bir ev yaptır; bir katını kiraya ver; müdürle anlaşıp bir ek görev


de alırsın; partilerde bir tanıdığın varsa yavaştan politikaya da girersin, oh,


gel keyfim gel. Bakanlıktakilerin çoğu böylesi olunca elbet sizin de bu yolda


yürümenizi isteyecekler. Rahatları kaçar, siz ille de köyümü kurtaracağım diye


diretirseniz. Siz rahatını kaçırıyorsunuz bakanlıktakilerin, başka türlü bir


mutluluk aramakla. Onlarca memleketi kalkındırmak, köyleri uyarmak Atatürklerin,


İnönülerin, Mendereslerin işidir. Eğitimci dersini verir, dairesine gider,


mevzuata, evet mevzuata, durun şu mevzuattan konuşalım biraz. Bu yapışkan, bu


Hacivat sakızımsı, bu softa pelesengi, bu beyati araban sesli, bu örümcek


bacaklı, bu küf saçaklı, bu pas renkli söz yok mu? Bu sözden iğrenmeyeni hiçbir


işin başına getirmemeli memleketimizde. Bu sözdedir bizi kurutan zehirli sıtmanın


mikrobu. Bu sözdür, bütün hızlarımızın iflahını, nur topu devrimlerimizin


soluğunu kesen. Ne demek mevzuat? Vaz edilmiş şeyler. Vaz edilmiş ne demek?..


(Karagöz, bas tokadı Hacivat'a). Vaz edilmiş konulmuş demek, yani kesinleşmiş,


katılaşmış bir karar, donmuş bir insan düşüncesi demek. İşte buna Arap grameri


gereği mevzu deniyor, bu mevzular hamam böcekleri gibi çoğalıp evi sarınca da


mevzuat oluyorlar: At soneki donmuş düşünceyi, bugünlerde Trakya köprülerini


tıkayan buzlar gibi çoğalıyor. Böylece bütün akışların önüne mevzuat diye bir


duvar, bir sağır, bir kör, bir vurdumduymaz duvar kuruluyor. Mevzuat dediniz mi


akan sular duruyor; şaka değil bu söylediğim, düpedüz duruyor: Yüz sene önce,


belli bir savaş, barış, yaşayış gereği konulmuş olan bir yasak, o yasağı


gerektiren bütün koşullar değiştikten sonra bütün heybetiyle yerli yerinde


duruyor: Müzede, mezarlıkta değil, değişen, gelişen taptaze, cıvıl cıvıl hayatın


önünde, hayata inat, hayata karşı. Yüzlerce, binlerce, on binlerce insan da bu


mevzuat akan suları durdursun diye ellerinden geleni yapmak zorundalar; bu iş


için maaş, ikramiye, madalya alıyorlar; bu işi gereğince yapmadılar mı işlerinden


atılıyor, ceza görüyor, hapse giriyorlar; Almanya'dan Ankara'ya, bizim


canlarımızı kurtarmaya gelen pilotun karşısına mevzuat adına çıkıp: Dur bakalım,


diyorlar. Elbette öyle diyecekler: Can kurtarmaya ''Mevzuat müsait değildir''


hiçbir zaman, hiçbir yerde. Ancak mevzuatı çiğneyerek can kurtarabilirsiniz;


çünkü mevzuat ölümün ta kendisidir.


Ne diyorduk? Bizim Eğitim Bakanlığı'na göre eğitimci dersini verir, maaşını alır


ve mevzuata bağlı kalır. Çevresindeki gerçekleri kurcalamaz; doğruyu söyleyip


kendini dokuz köyden kovdurmaz; eline kazma kürek almaz: Onun sadık yari kara


toprak değil karatahtadır. Ağacı dikerek değil çizerek öğretir: Bildiğini


açıklamaz ezberletir. İşlik, işletme, üretme, türetme, kurma, onarma, okul dışı


şeyler bunlar. Okul, adı üstünde, okuma yeridir, işyeri değil. İşi işçiler,


ırgatlar yapar: Öğrenciler onların efendisi ve kalem efendisi olmamak üzere


yetiştirilir.


Peki ama, devrimciliği nerde kaldı yeni Türkiye'nin? Bu muydu Atatürk'ün,


İnönü'nün özlediği yeni eğitim? Köy çocuklarını Osmanlı efendisi mi yapmak


istiyorlardı, köylüyü eğitmenin yollarını ararlarken? İşten kaçan, işten ürken


bir köy okulu nasıl yetiştirir bu toprakların özlediği yapıcı, aydın kolları?


Üretici olmayan bir okul hangi büyü ile köyün kör inançlarını sarsacak?


Uygulanmayan yeni bilgiler köyün hayatında neyi değişterecek? Köyü kalkındırma


sevincini duymayan bir öğretmen, şehir özleminden başka ne duyar ve ne


duyurabilir köy delikanlısına? Yalnız okuma yazma öğrenip de neyi okuyup neyi


yazsın Mehmet dağ başında? Boşuna dönen değirmenler kurmak için bunca paraya,


bunca emeğe yazık değil mi? İçine kapalı okullarda köy çocuklarının beş yılda


öğrendiklerini birkaç yılda toptan unuttuklarını aynı bakanlık yirmi beş yıl önce


görür de nasıl hâlâ öğretmenin okul dışına, hayata çıkmasını yasaklar, kendinin


açılan gözlerini kapayacak adamlar arar?


Arar, arıyor işte. Mutsuzluğumuz budur işte bizim. Yıllar yılı uğraşıp


karanlıktan çıkmanın yolunu bulur, sonra aydınlıktan ürkmüş gibi gerisin geri


döneriz. Özene bezene, dişimizden tırnağımızdan kese kese yetiştirdiğimiz


fidanları bir vuruşta keser atarız. Bizi uyarsın diye milyonlar harcayıp


okuttuğumuz, Avrupalara yolladığımız, yüzlerce fireden arda kalmış bilim, sanat,


hukuk adamlarımızı en verimli çağlarında kapı dışarı eder, ya da ellerini


kollarını bağlamak için kanunlar çıkarırız. Gül gibi devrimlerimizi mevzuata


boğar, bal arılarımız üstüne kara böcekleri saldırtırız. Milletin çoğunluğu


uyanıp, yarattığı değerlere sahip çıkmadıkça böyle gidecek bu iş: Karalar akları


kemirecek, ''pireler filleri yutacak'' Orhan Veli'nin dediği gibi.


1963




KÖY ENSTİTÜLERİNİ KURAN DÜŞÜNCE



Köy Enstitülerini kuranların ana düşünceleri, dünya görüşleri neydi, diye sordu


bana bir üniversiteli genç. On beş yıl önce üniversitelerimizde böyle bir soruyu


soracak gençler olsaydı, Köy Enstitüleri belki de yıkılmaz ve bugün aynı


kurumları yeniden nasıl kurabiliriz diye düşünmezdik.


Köy Enstitüleri İstiklal Savaşı'nın getirdiği yeni bir Türkiye görüşüne dayanır


her şeyden önce. Bu yeni Türkiye, topraklarını kesin olarak sınırlamış


İstanbul'daki sarayını, devasız dertlere düşmüş, ayağı yerden kesilmiş, dostunu


düşmanını bilemez olmuş sarayını kökünden yıkmış, ''imtiyazsız, sınıfsız''


olmasını dilediği bir halk devleti kurmuş, eski devletin bağlı kaldığı donmuş


Doğu kültürünü de bırakıp yaşayan, gelişen Batı kültürüne yönelmişti. Atatürk'ün


gerçekleştirdiği devrimlerin dayandığı inanç, Türkiye halkının, büyük çoğunluğu


köylü olan Türkiye halkının kendini yönetecek bağımsız bir devlet kurabileceği


inancıydı. Bu inanç olmasa bugün bizim dediğimiz Anadolu bizden başka herkesin


olurdu. Halka dayanan, halka güvenen bir yeni devletin yapacağı ilk iş, halkın


yaşadığı her yerde ve en çok köylerde bir tek sözcüsünü olsun bulundurmak,


barındırmak, desteklemekti. Köy Enstitüleri bu sözcüyü memleket ölçüsünde


yetiştirmek amacıyla kuruldu.


Yeni Türkiye sözcüsünün köyde kalabilmesi için en az imam kadar köylü olması,


köyün geçimine, yaşamına karışması, çifti çubuğu, çoluğu çocuğuyla köylünün


kaderini paylaşması ve değiştirebileceği kadar değiştirmesi gerekiyordu. Bu


sözcüyü yetiştirenler ülkücü oldukları kadar da gerçekçi olmak zorundaydılar:


Yoksa köyün gerçekleri üstüne bağdaş kurmuş olan imam, yeni Türkiye'nin soluğunu


bir üfürükle kesebilirdi. Köy Enstitüleri onun için yeni bir öğretmen tipi


yaratmaya çalıştılar, içine kapanık okul ve karatahta geleneklerini kırdılar, işe


dayanan bir eğitim ve öğretim yolu aradılar ve buldular. Hiçbir eğitim kurumumuz


Köy Enstitüleri kadar kendi gerçeklerimizden, sosyal, ekonomik koşullarımızdan


doğma, dolayısıyla onlar kadar özden, verimli ve yapıcı olmamıştır. Gördükleri


tepki de bu nitelikleri ölçüsünde büyük oldu.


Din ahlakı yerine iş ve bilim ahlakını getirmek, kelimenin tam anlamıyla laik bir


eğitimi gerçekleştirmek, kurucuların ana ilkelerinden biriydi. Türlü ırk, inanç,


dil ve geleneklerin kaynaştığı, çatıştığı Anadolu'da laiklik sadece çağdaş


düşünüşe ulaşmanın değil, bir millet olarak yaşamanın da şartıydı. Her bölgenin


özelliklerine uyan Köy Enstitülerinde iş saygısı ortak bir yeni din gibiydi.


Örülecek duvar kurutulacak batak, yeşertilecek toprak önünde, binbir öğütle


verilemeyecek birlik, dirlik, düzenlik sevgisi kendiliğinden doğuyor, birlikte iş


görmenin sevinci köy çocuklarının kapanık, kuşkulu, umutsuz yüreklerini dünyaya


açıyordu. Köy Enstitülerinin ve okullarının birer imece, işletme olmaları,


öğretmen ve öğrencilerinin aydın birer işçi niteliği kazanmaları böylece gerçekçi


olduğu kadar ahlakçı bir görüşe dayanıyordu. İşbirliğinin milli birliği


sağlayacağına inanılıyordu. Tatil aylarında Türkiye'nin dört bir yanından gelip


Hasanoğlan'da koca yapıları bir solukta bitiren enstitü ekiplerini görenler


Türkiye'nin hangi ahlaka susamış olduğunu elle tutulur bir açıklıkla


anlamışlardır. Bir arada okuyan, dağda bayırda çalışan binlerce kız erkek


gençlerin hemen hiçbir uygunsuzluğa düşmemiş olmaları bir mucize değil, iş


ahlakının önceden kestirilmiş sonucudur. Bu sonucu köylü ana babalar görmüş, ama


din ahlakına yapışmış nice aydınlar görmek istememişlerdir. Bu konuda iftiraya


sapanlar ve onlara alet olan bazı gazeteciler, aydınlığımızın yüzkarasıdır.


Böylelerinin hiçbir Tanrı'ya inanmadıkları da su götürmez. En çetin yurt


hizmetine hazırlanan tertemiz gençlere şeytanın aklına gelmeyecek karalar çalmak,


hangi din ahlakına sığar? En büyük ahlaksızlık, ahlak adına yapılanı değil midir?


Köy Enstitüsü kurucularının solculuğuna gelince:


Batılı ve gerçek anlamıyla solcu, mutlaka devrimci bile değil, sadece eski


düzenin değişmesini isteyendir. Kimi insan ataları, babası anası gibi yaşamak


ister, yenilikleri yadırgar, bilmediği her şeyden kuşkulanır, kimi insan da eski


yaşayışı beğenmez, yenilik ardına düşer, bilmediğini bilmek ister. Sebepleri ne


olursa olsun, sol, sağ ayrılığının özü budur. Her iki türlü insanın aşırıları,


ılımlıları, ortacıları olur elbet. Şimdi sorarım size: Padişahını, halifesini


kapı dışarı eden, yazısını, yasalarını, kılığını kıyafetini, düğününü derneğini


değiştiren yeni Türkiye'nin ataları gibi yaşamak isteyen sağcıya benzer bir yanı


var mıdır? Atatürk'e eski düzeni sürdürmek ya da yeniden kurmak isteyen bir insan


denebilir mi? Hem Atatürk'ten yana, hem de sağcı yani devrimcilere karşı olmak


mümkün müdür? Atatürkçü ancak yarının Türkiye'sinde daha ileri devrimlere karşı


koyduğu zaman sağa kayabilir.


Köy Enstitüleri, Atatürk ilkelerine harfi harfine bağlıydı ve bu bağlılığı


ölçüsünde de solcuydu. Bununla beraber Atatürk'ün çevresinde olduğu gibi Köy


Enstitülerinde de için için ya da açıkça sağcı olanlar da vardı. Hatta sonunda


ağır basanlar da onlar oldu. Çamur atmalar, kara çalmalar onlardan geldi.


Memleket ölçüsünde sağa kaymanın, Atatürk devrimlerini yıpratma hareketinin ilk


kurbanı Köy Enstitüleri oldu. Niçin ilk kurbanı? Çünkü bugün alıp yürüdüğüne


vahlandığımız gericiliğin karşısındaki ilk engel, yeni Türkiye'nin adsız öncüleri


olarak köylere dağılmaya başlayan Köy Enstitüsü mezunlarıydı. Üstelik kolaydı da


bu öncüleri vurmak. Kendilerini savunabilecek durumda değillerdi. Onları


savunabilecek aydınlarsa ya olan bitenden habersiz ya da aldatılmışlardı. Hâlâ


bugün bile Köy Ensittülerinin niçin, nasıl doğduklarını, niçin, nasıl


yıkıldıklarını bilenler çok azdır. Oysa bunları bilmek, yarınki mutlu Türkiye'yi


kurtarmanın koşulları arasındadır.


1964





EĞİTİM ÜSTÜNE



''Ezber bilmek, bilmek değildir.'' Montaigne baba, Batı düşüncesinin baş


kaynaklarından biri olan bu sözü söyleyeli dört yüz yıldan fazla zaman geçti.


Ortaçağın eğitim, öğretim sistemine karşı bir isyan bayrağıydı bu söz. Kara


kitapların yüzyıllarca tekrarlanan kalıplaşmış bilgilerinin yenileşmesini,


yaşayıp gelişmesini istiyordu Montaigne. İyi kafa dolu kafa değil, işleyen bir


kafaydı onun için. Eğitim ve öğretim bilgiç yetiştirmeyi bırakıp insan


yetiştirmeye bakmalıydı. İnsansa artık ne Tanrı'nın, ne kralın kuluydu: İnsan


kendini ve dünyayı kavrayan, alın yazısını değiştirebilen, tek kelimeyle,


düşünebilen insan demekti. Kitabın işi insanı belli bir düşüncenin kölesi, hamalı


yapmak değil, tam tersine özgürce düşündürmek olmalıydı.


Montaigne'in özlediği insanca eğitim ve öğretimin ne Batı'da, ne de dünyanın


hiçbir yerinde uluslar, devletler ölçüsünde gerçekleştiği ne yazık ki söylenemez.


Dünya okullarının büyük çoğunluğu ezbercilikten, dolayısıyla ortaçağ kafasından


kopmuş değillerdir. Kopmuş olsalardı bugün dünyamızı yönetenlerin çoğu hâlâ


kitap ağzıyla konuşmaz, bildiklerini bildik sayıp herkesi bir türlü düşünmeye


zorlamazlardı. Ama şunu söyleyebiliriz ki, bugün dünyamıza ışık tutan Batı


kültürünün büyük kafaları yalnız ezbercilikten kurtulmuş olanlarıdır.


Montaigne'den bu yana Avrupa'nın yetiştirdiği yaratıcı bilim ve sanat adamlarını


bir gözden geçirin: Hepsinin, her şeyden önce ezbercilikle savaştığını hemen


görürsünüz. Doğu kültürü nasıl ezberciliğe gittiği ölçüde kısırlaştıysa, Batı


kültürü ezbercilikten kurtulduğu ölçüde gelişmiştir diyebiliriz. Günümüzün Shaw,


Russell, Sartre gibi düşünürleri ne ile savaşıyorlar hâlâ ve her şeyden önce?


Ezbercilikle, bana sorarsanız. Hepsinin hiç şaşmadan insan ve toplum sorunlarına


önem vermesi de bundan ötürüdür. Ezbercilikten kurtuldukça, insanlaşıyor ve


insanlığın dertlerini benimsiyorlar.


Peki, böyleyken nasıl oluyor da bunca uyanık Avrupa bile ezberci öğretimden


kurtulamıyor bir türlü? Nasıl oluyor da bir yandan yıldızlara gitti gidecek


insanlar öte yandan okullarını gün ışığına, açık havaya, yaşanan gerçeğe


çıkaramıyorlar bir türlü? Bu kadar devrimcilikle böylesine tutuculuk nasıl bir


arada olabiliyor? Kolay çözülecek bir sorun değil bu: Ama çok kaba olarak


diyebiliriz ki Batı'da eğitim ve öğretim kurumları, genel olarak, tutucu


sınıfların elinde ya da emrindedir. Değiştirilmesi zaten çok zor olan eğitim ve


öğretim alışkanlıkları devrimleri yadırgatan bir kadroyla da besleniyorsa


sarsılmazlar kolay kolay, kılık değiştirmekle kalırlar. Nice Batı okulları eski


geleneklere bağlı kalmak, atom çağına inat manastır havasını az çok sürdürmekle


övünürler bile.


Bize gelince, biz yepyeni bir Türkiye kurarken, medreseleri, dili, yazısı,


kitapları ve sarıklarıyla geçmişte bırakırken, ezberci okuldan kurtulma fırsatını


kaçırdık. Kendi ezberciliğimizden kurtulmuşken Batı'nın ezberci okuluna yeni diye


sarıldık. Oysa Batı ta Rousseau'dan, Pestallozzi'den beri kendi okullarını


değiştirmenin yollarını arıyor, bulduğu yenilikleri ancak yer yer


uygulayabiliyordu. Biz onun özlediği okulu getirecek yerde, isteyip de bir türlü


kurtulamadığı okula özendik. Bu yüzden kurduğumuz okullar ne tam anlamıyla Batılı


olabildi, ne de yurdumuzun ve çağımızın gerçeklerine uyabildi. Kendi kendilerini


yetiştirmiş olanlarımız, onun için çok kez, okullarda yıllar yılı dirsek çürütüp


imtihan denilen işkencenin türlü türlüsüne katlananlarımızdan daha uyanık


oluyorlar. Onun için sınıf birincilerimiz çok kez değil dünyayı, kendi


kendilerini de bilmez oluyor, bir çeşit uyur-gezere dönüyorlar, okuldan sonra.


Liseyi, üniversiteyi başarıyla bitiren bir gencin, bir tek gencin bile, bir


yandan Atatürkçüyüm deyip, bir yandan da Türkiye'nin din yoluyla


kalkınabileceğine inananlara katılması eğitim sisteminde kökten bir sakatlık


olduğunu göstermeye yeter. Böylesi gençler sayılamayacak kadar çoğalınca,


okuttuğumuz tarih, biyoloji, sosyoloji derslerinin neye yaradığını sormak gerekir


Bakanlığa.


Geçenlerde İstanbul'da Kültür Özgürlüğü Kongresi'nin bir toplantısı oldu. Bu


toplantıda kadroların yetiştirilmesi ve yerleştirilmesi üstünde uzun uzun


konuşuldu. Önemli gerçekler ortaya kondu. Bu arada insan yetiştirme konusunun can


damarına basabilenlerden biri de bence Prof. Vehbi Eralp oldu. Okulların genel


olarak daha ezberci, kitapta kalmasından yakınan Eralp, Bergson'un bir


düşüncesini pek yerinde olarak hatırlattı. Klasik kültürün çağımızdaki belli


başlı temsilcilerinden biri olan bu filozof bile lafazan insan yetiştiren ezberci


eğitime çatıyor, okullarda elle çalışmanın, iş eğitiminin daha önemli bir yer


tutmasını istiyor ve şunları söylüyor: ''Elle çalışma bir eğlence sayılıyor


yalnız. Unutuluyor ki, zekâ, özünden, madde ile oynama gücüdür, hiç değilse, öyle


başlamıştır, tabiat da onu bu iş için yaratmıştır. Böyle olunca zekâ nasıl olur


da eğitiminden yararlanmaz? Daha ileri gidelim. Çocuğun eli kendiliğinden bir


şeyler kurmaya yeltenir. Ona bu kuruculuğunda yardım etmekle, hiç değilse ona


kurma fırsatları vermekle çok daha verimli bir insan olması sağlanabilir. Çocuğun


bu kurucu yanını beslemekle insanlığın yaratma, bulma gücü şaşırtıcı ölçüde


artabilir dünyada. Hemen kitapla başlayan bilgi insanın serpilmeye hazır nice


yapıcı çabalarını körletip yok eder. Çocuğu işe alıştıralım ve bu iş eğitimini


herhangi bir işçiye bırakmayarak gerçek bir ustaya verdirelim ki, çocuğun maddeye


dokunuşu hoyratça değil usturupluca olsun: Zekâ o zaman elden kafaya doğru


çıkacaktır. Ama fazla durmayacağım bunun üzerinde. Doğrusu, fende olsun,


edebiyatta olsun, bizim öğrettiğimiz sözel (verbal) kalıyor. Oysa, bugün artık


zaman insanın kibar çevrelerde parlamakla, her şeyi güzel konuşmakla


yetinebileceği zaman değildir. Okullarda bilim alanında yapılan nedir? Her şeyden


çok bilimin vardığı sonuçları öğretiyoruz. Oysa gençleri metotlara alıştırmak


daha iyi olmaz mı? Hemen uygulamaya geçersiniz, gençleri gözleme, denemeye,


yeniden bulmaya çağırırsınız. Bakın nasıl can kulağıyla dinlerler o zaman sizi,


nasıl anlarlar ne istediğinizi! Çünkü çocuk, arayıcı ve bulucudur, hep yeniliğin


peşindedir.


Kurallar sıkar onu. Kısacası çocuk yetişkin insandan daha yakındır doğaya.


Yetişkin insansa doğadan çok toplumdan yanadır, öğretme işi de onun elindedir.


İster istemez, öğretimde, topluma miras kalan ve kendisinin de haklı olarak


övündüğü bilgi kazançlarına, varılımş bütün sonuçlarına en büyük önemi


verecektir. Oysa öğretim programlarını istediğiniz kadar geniş tutun, öğrencinin


benimseyebileceği hazır lop bilim pek sınırlı olacak, hiç de seve seve


öğrenilmeyecek ve hep çabuk unutulacaktır.''


Hiç de büyük bir devrimci sayılamayacak olan Bergson'un bu düşüncesi aslında


Fransız milli eğitimini temelinden sarsmakta, sarsmaya yeltenmektedir. Ama


dünyamızı filozoflardan çok politikacıların yönettiğini, politikacılarınsa ne


kadar ilerici olurlarsa olsunlar, eğitim ve öğretim konularında eski


alışkanlıklara bağlı kaldıklarını ya da bağlı kalmamakla oy sağladıklarını


unutmayalım. Fransa'nın yetiştirdiği büyük kafalar ezberci eğitimi ne kadar


yererlerse yersinler, en ilerici parti başkanları bile ezberci eğitim


papazlarından sadece politik davranış ve birakç kitap değişikliği istemekle


yetineceklerdir. Oysa değişmesi gereken eğitim ve öğretimin müfredatı değil,


temel ilkeleri ve metotlarıdır. Yeni dünyanın özlemi söz eğitimi değil, iş


eğitimidir ve bu eğitim çok az yerde uygulanma fırsatını bulabilmektedir.


Yeni Türkiye Batılı filozofların etkilerinden çok, hızlı kalkınma zorunluğunun


dürtüsüyle bir iş eğitimi denemesi yapmış ve destanı yazılmaya değer sonuçlar


elde etmiştir. Bu denemenin adı Köy Enstitüleridir. Nice aydınlarımızın uzaktan


bakıp göremedikleri ya da yanlış gördükleri bu denemede sözden çok işe dayanan


eğitimin çok kısa bir zamanda ve türlü baskılara karşın kazandığı başarı


Bergson'a hak verdirir niteliktedir. Okulunun duvarlarını kendi yapan, kendi


ektiğini kendi biçen Anadolu köylüsü Köy Enstitülerinde beş yıl içinde yepyeni ve


üstelik üretici bir insan olabilmiştir. 1940-1946 yılları arasında yetişen Köy


Enstitüleri iş eğitiminin acıyı tatlı, güçsüzü güçlü, sıkıntıyı eğlence,


öğretmeni dost, dostu öğretmen, karatahtayı toprak, toprağı karatahta yaptığını


görmüşlerdir. Bugün Türkiye'nin dört bir yanında güler yüzle savaşanların çoğu


onlardır.


Köy Enstitüleri bizim için biçilmiş kaftandı, iş eğitimiyse dünyanın er geç


gideceği yoldu. Beş altı yıl içinde alınmış sonuçlara bakılacak olursa enstitüler


bugüne dek milletçe okuryazarlığımızı sağlamakla kalmayacak, belki ezberci


eğitimin bütün okullarımızdan kalkmasına da yol açacaktı. Üstelik üretici de olan


iş eğitimi, kafaya yük olmadığı gibi, devlete de yük olmayacaktı. Yetiştirdiğimiz


kadroları yerleştirmek, işlerine ve çevrenin hayatına alıştırmak bir sorun


olmayacaktı.


1965





TÜRKİYE'DE KÖY ENSTİTÜLERİ



Kadroların yetiştirilmesi ve yerleştirilmesi konusunda Türkiye'nin girişmiş


olduğu en ilginç deneme kuşkusuz 1939-1946 yılları arasında Köy Enstitüsü


denemesidir. Üniversiteyi Batılı ölçülere uydurma amacını güden köklü üniversite


reformundan sonra Kemal Atatürk nihayet Türk halkının dörtte üçünün yaşadığı ve


devletin tahsildar ve askere alınacakları toplayacak subaydan başka kimseyi


göndermediği 40.000 köyün eğitilmesi gibi büyük bir sorun üzerine eğilebiliyordu.


Bu köylerin ancak birkaç bininde, büyük kentlerdeki öğretmen okullarında iyi kötü


yetişmiş ilkokul öğretmenleri, her türlü güçlüğü yenerek görevlerini yerine


getirebiliyorlardı.


Atatürk tarafından köylerdeki koşulları incelemekle görevlendirilmiş bir inceleme


komisyonu Ankara'ya iki basit gözlemle dönüyordu, bunlardan biri şaşırtıcı, öbürü


düşündürücüydü:


1- Bazı köylerde köy çocukları okulda öğrenmiş olduklarını hemen hemen bütünüyle


unutmuşlardı ve yaşantılarında hiçbir şey değişmiş değildi: Okuma yazmayı bile


bilmiyorlardı artık.


2- Okul bulunmayan bir ya da iki köyde, bazı çocukcuklar yalnız okuma yazma


bilmekle kalmıyorlar, Türkiye tarihi, yeni makineler, sağlık, aritmetik üzerinde


de yeter bilgilere sahip bulunuyorlardı. Bu mucize, köylüyle nasıl konuşulacağını


bilen, köylerine dönen onbaşı ya da çavuşlar tarafından gönüllü olarak


gerçekleştirilmişti.


İlerde İlköğretim Genel Müdürü olacak İsmail Hakkı Tonguç tarafından


değerlendirilen bu iki gözlem önce Eskişehir'deki köy eğitmeni yetiştirme


kurslarının, sonra da Köy Enstitülerinin temelini teşkil etmiştir; bu


enstitülerde gönüllü olarak köy öğretmeni olan erbaşların yerini ilkokul


mezunları alacak ve bunlar altı aylık basit bir kurs yerine beş yıllık düzenli


bir eğitim ve öğretim göreceklerdir. Bu iki öğretmen yetiştirme yönteminde ortak


nokta istihdam şekliydi: Okumuş, aydınlanmış köylü, köyüne dönüp hayatını orada


kazanacak, buraya kendisiyle yeni fikir ve bilgiler getirecek.


İsmail Hakkı Tonguç tarafından düşünülen ve bir 1940 yasasında yer alan Köy


Enstitüsü yalnız bir okul değil aynı zamanda modern bir çiftlik ve öğrencilerin


kendi binalarını bizzat kendileri yapmayı, toprağı işlemeyi öğrendikleri,


başlangıçta lise derslerinden çok farklı olmayan derslerini bir yandan izlerken,


bir yandan da yaşantılarını düzenledikleri bir yatılı kurumdur. Öğretim elden


geldiğince yeni bir dünyanın kuruluşuna yardım etmeliydi. Ortak ve üretici


çalışma bu yetiştirmenin temel ilkesiydi ve Anadolu köylüsü bunu binlerce yıldan


beri imece adı altında bildiği için bu çalışmaya çok kolay ayak uyduruyordu.


Frigya'da doğmuş klasik ozan Ezop da masallarında bu tür ortak çalışmadan söz


eder.


Geleceğin öncüsü, köyünde yolunu şaşırmasın diye her enstitünün belirli bir


bölgenin koşullarına uyması, özel kolaylıkları olmayan bir yere kurulması,


önceden dikkatle hazırlanmış bir tasarıya göre yapılması, pahalı ve bakımı güç


tesislerden kaçınması, acil ihtiyaçlarını bir an önce hazırlayacak duruma gelmesi


gerekiyordu.


Tutucu pedagogların karamsarlık ve bozgunculuğuna karşın atölyeleri, meyve


bahçeleri, ekin tarlaları, kooperatifleri, kendilerinin ürettikleri elektrik


enerjisiyle yirmi enstitünün tam bir üretici etkinlik içinde bulunduğu 1946'ya


kadar her şey çok iyi yürüdü. Birbirlerine yardım ekipleri gönderen bu


enstitülerin hepsinde öğrenci sayısı maksimum olan 1000'e erişecekti. Ankara


yakınında 1943'te kurulan Yüksek Köy Enstitüsü, Köy Enstitüleri için yeni tipte


öğretmenler yetiştirmişti bile, yine öğretmenlerin köylere yerleştirilmelerini


kolaylaştırmak amacını güden araştırma merkezleri hemen hemen kendiliklerinden


doğmuştu. İlk yetişen köy öğretmenleri enstitü tarafından sağlanan hayvan, araç


ve gereçleriyle okul- çiftliklerine yerleşmişlerdi. Köy öğretmeni ayda yalnız 20


lira alıyordu (O zamanın parasıyla aşağı yukarı 4 dolar), ama işlenmemiş


tarlaları ekebilirdi, kendisinini ilişkilerini sürdürmek zorunluluğunda bulunduğu


enstitüsünün gözetimi altında bu tarlaları işleme olanağı vardı.


Ne var ki, bu deneme ilk meyvelerini vermeye başlamışken, bir gericilik hareketi


hortlayıp birdenbire bu atılımı durdurdu. Ama fikir yine bütün canlılığıyla


ayakta durmaktadır ve denilebilir ki Türkiye öğretmen yetiştirme ve kullanmada


şimdiye dek böylesine özgün, böylesine etkili bir yol bulamamıştır henüz. Bir


kişiyi ancak doğup büyüdüğü bir köye yerleştirmek amacıyla okuyup yetiştirdiğimiz


tek kurumumuz bu Köy Enstitüleridir. Burada kültürle teknik, ülküyle gerçek


bilinci aynı amaçta birleşiyordu: Halkın seviyesini yükseltmek.


1965



(İstanbul'da yapılan ''Kadroların Yetiştirilmesi'' konulu kollokyuma sunulan


bildiriden)



17 NİSAN:


BİR GURBET BAYRAMI



Sene 1922. Mustafa Kemal konuşuyor, bu memleketi gerçekten seven ve bu memleketin


gerçekten sevdiği güzel insan, dünyaya bir yeni renk, bir yeni ses getirmiş,


yaşamaya değer bir yaşantısı olmuş, doğru bildiğine kellesini koymuş,


herkeslerden önce en güçsüz Doğu devletlerinden biri olarak en güçlü Batı


devletlerine karşı savaşmış, saraya karşı halktan, geriliğe karşı ilerilikten, 


karanlığa karşı ışıktan yana bayrak açmış, verdiği sözü tutmuş, tuttuğunu 


koparmış, sahipsiz Türk'e sahip çıkmış Atatürk konuşuyor. Az ve öz söyleyecek,


dinleyin; söylediklerinin en küçük sesi üstünde uzun uzun düşünün; o zamanki


dilini kendisinin de sevmeyip değiştirdiğini düşünerek sözünün özüne varın:


''Efendiler, asırlardan beri milletimizi idare eden hükümetler, tamim-i maarif


arzusunu izhar edememişlerdir. Ancak, bu arzularına vusul için şarkı ve garbı


taklitten kurtulamadıklarından, bu netice milletin cehilden kurtulamamasına


müncer olmuştur. Bu hazin hakikat karşısında, bizim takibe mecbur olduğumuz


maarif siyasetimizin hudut-u esasiyesi şu olmalıdır:


Demiştim ki, bu memleketin sahib-i aslisi ve heyet-i içtimaiyemizin unsur-u


esasisi köylüdür. İşte bu köylü, bugüne kadar, nur-u maariften mahrum


bırakılmıştır. Binaenaleyh bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli


evvela mevcut cehli izale etmektir. Teferruata girmekten içtinaben bu fikrimi


birkaç kelime ile tavzih etmek için diyebilirim ki, alelıtlak umum köylüye


okumak, yazmak ve vatanını, milletini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafi, tarihi,


ve ahlaki malumat vermek ve âmal-i erbaayı öğretmek maarif programımızın ilk


hedefidir.''


Mustafa Kemalimizin bu sözlerini mahsus onun özlediği, yarattığı, onsuz da


gelecek, ama çok gecikebilecek yeni Türkçeye çevirmiyorum. Mahsus çevirmiyorum


ki, sayın okuyucularım, bu sözleri anlamak için sağa sola başvurup anlamaya


çalışsın, yeni Türkiye'yi kuranlar nerden gelmiş, nereye gitmek istemişler bilin.


Bu acayip Türkçe üstünde kafa yormakla şunu anlayacaksınız ki Atatürk sevmekte


haklı olduğumuz, düşmanlarıyla haklı olarak savaşacağımız bir insanoğlu insandır


ve kendi kendisini aşmasını bilmiştir. Atatürk konuştuğu dille özlediği


Türkiye'nin uzlaşamayacağını anlayıp yeni bir Türkiye için yeni bir Türkçe


gerektiğini anlamış, anlamakla da kalmayıp, dilini bile, değiştirilmesi en zor


dilini bile değiştirmiş, daha doğrusu milletini kendisi gibi konuşmaya


çağırmıştır. En ileri insanlık bunu gerektirir işte: Gereğinde dilini bile


değiştirebilmek. Atatürk değişmenin gerekli olduğunu bilmiş, bilmekle kalmayıp


canını değişme ülküsüne vermiş ve herkesin değişmez sandığını değiştirmiş


insandır. Atatürk yaşamanın değişme olduğunu bilen ve bu bilgisini uygulayan


binde bir insanlardan biridir. İşte, Köy Enstitüleri bu insanın, bu söylediği


sözlerden, yaşanmış düşüncelerden doğmuştur.


Köy Enstitüleri, yeni bir Türkiye kurmak, Türkiye çoğunluğunu Atatürk'ün


özlediği, Çanakkale'de, Dumlupınar'da savaşırken tasarladığı bir dünya için, bir


ülkü, bir düş için kurulmuş ve Atatürk'ün düşmanları eliyle kösteklenmiş bir


kurumdur. Bunu böyle bilesiniz ey Atatürk'ü sevenler!


Bugün Köy Enstitülerinin kurulduğu, Türkiye'de hakları yenmiş insanların


haklarının tanındığı ve demokrasinin sözünden önce özünün, adlı adsız


kahramanlarca gerçekleştirilmeye başlandığı gündür. Yirmi yıl önce 17 Nisan'ın


anıldığı bir gecede bir köylü çocuğu Hasanoğlan'da Anadolu'nun tam ortasında bir


akşamüstü, kendi eliyle diktiği bir Atatürk heykelinin önünde şunu söylüyordu:


"Anadolu köylüsü, Anadolu'yu açlıktan, susuzluktan, hastalıktan, gericilikten


kurtaracaktır."


Bu sözleri söyleyen genç, benim sevgili öğrencilerimden biri, bugün nerdedir


bilmiyorum. O gece söylediklerini unutmuş da olabilir bugün; çünkü insanlar


arasında Atatürk gibi, İnönü gibi sözlerinin eri olanlar binde birdir. Ama gerçek


değişmiş değildir: Türkiye, Atatürk'ün dediği gibi, çoğunluğu köylü olan ve


geleceği bu köylünün uyanmasına bağlı bir millettir. Bu milleti emperyalizm


canavarının ağzından kurtaran Atatürk ve İnönü gibi gerçekten yürekli, kafalı ve


sabırlı insanların karşısında bu memleketi bin yıllardır sömüren, sömürmesini


bilen, güç karşısında sinip fırsat bekleyen, paranın büyülerden büyülü gücünü


kullanan sinsi insanlar vardır. Bu insanlar yeni Türkiye'nin mutsuz ve bilgisiz


çoğunluğunu gerçek dostlarına karşı çıkarmanın yolunu bulmuş ve Köy Enstitüleri


gibi, Atatürk'ün yukarıdaki sözlerini gerçekleştirmek için kurulmuş ve gerçek


demokrasinin bir yuvası olmaya yönelmiş bir kurumu çiçek açarken budamışlardır.


Köy Enstitüleri bu memlekette kurulmuş, kurulacak halkçı, gerçekçi, ilerici,


kelimenin tam anlamıyla milli eğitim kurumlarının başında gelir. İlkin bu


kurumlarda taklitçilikten kurtulup çağdaş dünya görüşüyle kendi koşullarımıza


uygun, varlığımızın köklerine giden bir yol bulmuşuz. Tüketici okuldan üretici


okula geçmişiz, ezberciliğin yerine yaşayan, yaşatan bilgiyi koymuşuz;


insanoğlunun seve seve, sevine sevine de çalışacağını, işe koşacağını


kanıtlamışız; işçilikle öğrenciliği birleştirerek her ikisini de angarya olmaktan


kurtarmışız; yeşermez bozkırları yeşertmeye başlamışız. Sonra? Sonra kendi


yaptığımızı düşmanımız gibi yıkmışız.


Köy Enstitülerinin kuruluş yıllarında olumlu, verimli bir eğitimin ne mucizeler


yaratabileceğini gören bizler şaşarak soruyorduk birbirimize: Bu kadar kestirme,


bu kadar bize göre, bize giden bir yola girmekte neden bu kadar geç kalmışız,


diye. Meğer, tam tersine, erken girmişiz o güzelim yola. Daha doldurulacak


çileleri varmış Anadolu'nun. Gecenin rotasında öten horozlar, vakitsiz açan


kayısı çiçekleriymiş meğer Köy Enstitüleri. Daha sürüyle karanlık örücüleri,


düşünce buzulları varmış içimizde, dışımızda. Genç üniversitelerimiz bile hazır


değilmiş henüz bu Kolomb yumurtasına, kendi buluşumuza, bin dereden su getirip


kavuştuğumuz ışığa. İmam-hatip okulları açmayı, yoksul Anadolu çocuklarının


beyinlerini, gözlerini karartmayı, okullara din dersleri sokmayı milletimize daha


uygun (yahut milletimizi ancak bunlara layık) görenler varmış Atatürk'ün partisi


içinde, Atatürk'ün bilim getirsinler diye Batı'da yıllar yılı okuttuğu gençler


arasında. Mehmetçiğin kanı, alınteri, gözyaşıyla rütbeler, cüppeler giyinip


Mehmetçiğin başına çorap, örümcek ağı örecekler çokmuş henüz bu güzelim


memlekette, bu cennete benzer cehennemde.


Bir vahlanma değil bu söylediklerim, ne kadar öyle gibi görünse de. Yıpratılan


devrimler karşısında yazıklar olsun demenin bir yararı olmadığını çoktan


görmüşlerdenim ben de. Bir acı gerçeği dile getirmek istiyorum, her şeyin ne


kadar acı da olsa gerçeklere dayanılarak düzeleceğine inanarak. Mutsuz olmasına


mutsuz bu kutladığımız bayram, bu kışla ilk yaz arası 17 Nisan. Ama az bayram


onun kadar candan, için için yaşayan umutlarla kutlanır. Tonguç Baba dirilir her


yıl bugün ve haber sorar er geç yeniden kurulacak enstitülerden. Ölümünden birkaç


yıl önce enstitülerin, sosyal reformların gecikmesine kurban gittiğini çok iyi


anlamış ve enstitüleri diriltecek olan sosyal reformları beklemeye başlamıştı.


Nitekim 27 Mayıs sosyal devlet kavramıyla birlikte enstitüler umudunu da


getirmişti. Ama kara güç pusudaydı hâlâ. Kesti yine köylerin yolunu. Ama yol da


çok daha iyi biliniyor artık, yolu kesen de. Görünen köy kılavuz istemeyecek


artık.


1966





KÖY ENSTİTÜLERİNİ ANARKEN



Köy Enstitülerini halk adına aydınlar kurdu, halk adına yine aydınlar yıktı.


Halk, Köy Entitülerini istiyordu da aydınlar onun için kurdu demek gerçeğe ne


kadar aykırıysa, halk istemiyordu da aydınlar onun için yıktı demek de o kadar


aykırıdır. Ama kuranlar mı gerçekten halktan yanaydılar, yıkanlar mı? Bu sorunun


karşılığını vermek biz enstitülülere düşmez; ama merak edenlere şöyle bir yol


gösterebiliriz: Baksınlar, kuranlar mı, yıkanlar mı daha çok çıkar peşindeydiler,


kuranların kişisel kazancı ne oldu, yıkanlarınki ne?



c



Köy Enstitüleri elbet ortanın solunda bir eylemdi, onları yıkanlar da elbet


ortanın sağındaydılar. O yıllarda CHP iktidarda olduğuna göre demek CHP ortanın


hem solunda, hem sağında, ya da bir sağında, bir solundaydı. İşte CHP ile


birlikte Köy Enstitülerinin başını yiyen bu ikilik oldu. Ortanın sağındakiler


Celâl Bayar'la birlikte CHP'den ayrılmış olsaydılar, CHP kendine gelmek, yani


ortanın solunda diretmek için bunca yenilgilere uğramak zorunda kalmazdı.



c



Bugün CHP'yi iktidarda düşünün: Bir partinin aydınlarından hangisi Köy


Enstitülerini kurar ve hangisi yıkar? Elbet Bülent Ecevit kurar ve elbet Turan


Feyzioğlu yıkar. Biri ne kadar kaçamaksız konuşuyor, öteki ne kadar kaçamaklı.


Besbelli hangisinin halktan yana, hangisinin kapalıca para babalarından yana


olduğu. Dert belli, deva belli artık CHP için: Kurduklarını yıkanlarla birlikte


iktidara gelemez, gelse de yararlı olamaz.


c



Her devrimci kurum gibi Köy Enstitülerini de dışarıdan ve içeriden yıkanlar oldu.


Dışarıdan yıkanlar, bilerek bilmeyerek, paranın uşaklarıydı; içeriden yıkanlar,


bilerek bilmeyerek, paranın uşaklarının uşakları oldular.



c



Köy Enstitüleri yalnız köylüyü uyarmanın en kestirme yolunu buldukları için


değil, kentlerde ve başkentteki eğitim ve öğretim sistemini temelinden


sarstıkları için kapatılmışlardır. Köy Enstitüleri on yıl hızlarını sürdürebilmiş


olsalardı, Türkiye'de orta ve yüksek öğretmenlerin çoğu öğrencilerinden ders


almak zorunda kalabilirlerdi.



c


Köy Enstitüleri, fakir Türkiye'de, öğrencinin, öğretmenin, okulun üretici


olmasını istiyordu. Batı'da, ezberci okula karşı öne sürülen iş eğitimi ilkesi,


Türkiye'de yarınki dünyanın eğitim yolu olmakla kalmayıp, bağımsız bir milli


ekonomi kurmanın yolu, yollarından biri olmak üzereydi. Kurulabilmiş yirmi Köy


Enstitüsü'nden her biri on yıl sonra kendi kendisini beslemek, hatta bazı


bölgelerde devlete kazanç sağlamak inancı, hiç değilse umuduyla kurulmuştu.


Arifiye Köy Enstitüsü'nün balık işletme kurumu birkaç yıl içinde umutları aşmış


bir duruma gelmişti bile.



c



Kendini herkesten akıllı saymak, akılsızlığın en kesin belirtisidir. Kendini


herkesten daha akıllı sananlar da en çok politikacılar, en az da bilim adamları


arasında görülür, görülmesi gerekir. Bir bilim adamı kendini herkesten daha


akıllı sayıyorsa, siz de onu bilim adamı olamamış bir politikacı ya da politikacı


olamamış bir bilim adamı sayabilirsiniz. Bizde böyleleri öteden beri çoktur.


Bunlardan biri rütbesinin, cüppesinin gösterişine dayanarak ve kendi benzerlerine


katılarak Köy Enstitülerinin bir ütopya olduğu fetvasını verdi. Bu fetva hiçbir


Köy Enstitüsünün semtine uğramadan, kuruculardan hiçbiriyle görüşmeden yıkıcı


politikacıları bilim adına desteklemek için verilmişti. Birkaç yıl içinde


Türkiye'nin dört bir yanında gelmez denen suları getiren, yetişmez denen


bitkileri, insanları umutlar ötesinde yetiştiren, bozkırlar ortasında on binlerce


ışıklı pencere açan ve -hepsinden önemlisi- bunca yılgın köy delikanlısına bir


ülkücülük aşılamış, güven vermiş, kapatıldıktan yirmi yıl sonra bile kuruluş


bayramı kutlanan bir kuruma bir bilim adamı ütopya değil, gerçekleşmiş bir ütopya


diyebilir olsa olsa, yurdunda ummadığı bir başarı sağlamış olduğunu görmenin


sevinciyle.



c



Coşku yaratmak eğitim ve öğretim kurumlarının ulaşabileceği en büyük başarıdır ve


Köy Enstitüleri bu başarıya ulaşmıştır. Ortak coşku kötüye de kullanılabilir,


diyebilirsiniz; doğru, kullanılabilir; dünyada bütün gericiler coşkuyu kötüye


kullanmanın yolunu bulmuşlardır; ama hiçbir bilim adamı, hatta Köy Enstitülerine


ütopya diyen sayın profesör bile bu kuruma gerici diyemez, çünkü bütün ütopyalar


ileriye çevriktir ve Köy Enstitülerinde kötüye kullanılmış bir tek kazma, bir tek


kürek bile yoktur. Bulana aşk olsun!



c



Köy Enstitülerinin gerçekleşmesine İnönü'nün bütün ağırlığını koyduğu da bir


gerçektir, bu kurumun İnönü'nün Cumhurbaşkanı olduğu bir zamanda yıkıldığı,


kurucuların ve benim gibi kurucu yardımcılarının kapı dışarı edildiği de bir


gerçektir. Bu iki gerçek arasındaki tutarsızlığın nedenleri üzerinde duygulara


kapılmadan, önyargılara saplanmadan düşünülürse son yirmi yıl içinde olup


bitenler daha iyi anlaşılır. Köy Enstitülerini İnönü'nün kurtarabilecekken


kurtarmadığını sananlara karşı Tonguç'un verdiği karşılık şu olmuştur: Siz ne Köy


Enstitülerini biliyorsunuz, ne İnönü'yü.



c


Köy Enstitülerini yıkan güçle Amerika'da Kenndy'yi öldüren güç arasındaki


ilişkiyi görmeyen çağdaş dünyada olup bitenleri görmüyor, göremez demektir.


Kennedy, Köy Enstitülerini kuranların, Johnson, Köy Enstitülerini yıkanların


adamıdır.



c



Bugünkü iktidarın Köy Enstitülerini kurmasını istemek, kurdun kuzuya hak


vermesini istemek demektir. Köy Enstitülerinin yeniden kurulabilmesi için halkın


bugünkü iktidarı haksız görmesinden başka çare yoktur. Şimdi artık Köy


Enstitülerinin yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya bir güçle kurulmasını


istemeli, özlemeliyiz. Atatürk bile dirilse bugün artık ancak aşağıdan yukarıya


gelebilir Türkiye'de. Kaldı ki Atatürk dün bile, hiç değilse başlangıçta,


aşağıdan yukarı gelmek zorunda kalmıştır.



c



Tonguç Baba kendine ütopyacı dedirtecek kadar ülkücü, baba köylü dedirtecek kadar


da gerçekçiyidi. Düşüncesi hem yarınlara çevrikti, hem de birçok Anadolu


köylerinin tarih öncesi durumuna. Tasarılarında küçük hesaplardan kurtulur,


uygulamalarında en küçük hesaplara inerdi. Düşüncesi koşulların hem ötesinde hem


içinde, daha doğrusu bir ötesinde, bir içindeydi. Bir ömür boyu ülküyle gerçek,


gökle yer arasında mekik dokudu Tonguç.



c


Tonguç Baba Batılı olduğu kadar yerliydi. Kafasında kurduğu yapının planı Batılı,


taşı toprağı yerliydi. İzlediği eğitimciler Batılı, özlediği aydın insanlar


yerliydi. Köy ve Enstitü kavramlarını bir araya getirmesi bundandır.



c



Bütün kurucular gibi Tonguç da yumuşaklıktan sertliğe, çekingenlikten


atılganlığa, kararsızlıktan karara çok çabuk geçiverdi. Bu özelliği az çok bütün


Köy Enstitülülerde görülmüş, gelenekçi çevrelerde yadırganmış, yanlış yorumlara


ve bazen sert tepkilere yol açmıştı. Hiç unutmam kaymakam olmuş bir okul


arkadaşım bana bir Köy Enstitülü öğretmenden şöyle dert yandı: "Ben onlardan


yanayım, kendilerine yardım etmek istiyorum. Bu öğretmen süklüm püklüm odama


geldi; bir köylü gibi gereğinden fazla saygılı. Kalktım, yanıma oturttum, kahve


ısmarladım. Güzel güzel konuşurken birden bana: "Ben buraya öğüt dinlemeye değil


sizi ödeve çağırmaya geldim" demez mi! Şu küstahlığa bak sen; bir köy öğretmeni


bir kaymakama, hem de kendisini korumak isteyen bir kaymakama söylüyor bunu."


Okurlar kaymakamla öğretmen arasındaki çatışmanın neden olduğunu anlamışlardır;


ama ben yine de anlatayım kısaca: Köy Enstitülü öğretmen ağanın ve imamın okul


yapımına engel olduklarını söyledikçe kaymakam onlarla iyi geçinmesini, yoksa


köyde tutunamayacağını söylüyormuş kendisine.



c



Tonguç anlatmıştı bana övünerek: Adana'nın bilmem unuttum hangi kazasında bir


eğitim müdürlüğüne beş Köy Enstitülü gitmiş. Müdürle konuşurlarken bir yangın


çıkmış. Koca hükümet konağında enstitülülerden başka kimse kalmamış ve


enstitülüler yangını söndürdükten sonra kaymakamın evinde çay içmeye


çağrılmışlar.


Sene 1944. Bir cip Kastamonu'dan Ankara'ya getiriyor bizi Tonguç'la. Köylere


uğrayıp geç kalmışız. Sabahın dördünde yoldayız güle söyleye. Ankara'ya beş on


kilometre kala cip durdu. Benzin bitti dedi şoför. Tonguç tek kelime söylemedi


şoföre; yürüyelim, dedi bize. İki saat yürüdük yakınmadan ve yorulmadan.


Yakınmak, yorulmak nedir bilmezdi Tonguç, bu bilgisizliğini yanında yürüyenlere


de aşılardı. Türkü söylemek gibi bir şeydi onunla yürümek doğan güne karşı.



c



Bizim yurdumuzun hemen her yerinde nisan ayı kutsal bilinir. Nisan ayında toprak


umutla ürperir çünkü, umutlar sonradan savrulup gitse de. Hele on yedi Nisan'da


bir uğultu gelir toprağın derinlerinden. Masallardaki yeşil yaprak çıkar gibi


olur yeryüzüne karanlık kuyulardan, kabaran sularla. Yeşil toprağı görünce


korkmayacaksın, der masal: Korktun mu taş kesilirsin. On yedi Nisan'da bir müjde


şimşeği parlayıp söner; mutsuzlar mutlu düşler görür toprak uğrunda ölen, üstünde


çalışan yoksullara gülümser; yılanlar, çıyanlar, sülükler, keneler yoktur o gün


görünürlerde. On yedi Nisan'da yer demir, gök bakır değildir henüz; Yaşar


Kemal'in, Fakir Baykurt'un köy anaları acı karamsarlıklarından sıyrılıp ağayı,


muhtarı, imamı ve kaderi bir başka gözle ve daha az kuşkuyla görürler. On yedi


Nisan'da insan insanı sömürmez oluverir birden; özgürlük soyut bir ülkü, bir


palavra olmaktan çıkıp büyük çoğunluğun yaşama, okuma hakkı, kömürü topraktan


çıkaranların kömürle ısınma hakkı olur; eşitlik Sıvas'ın Sivrialan köyündeki Âşık


Veysel'in belki çok akıllı kızıyla, İstanbul'un büyük adasındaki tüccar Veysel'in


belki çok akılsız kızının aynı yükselme olanaklarını bulmaları anlamına gelir o


gün. Mevlana ve Yunus, Baki ile Karacaoğlan, Şeyh Galip'le Muhyi, Orhan Veli'yle


Başaran kol kola girerler, köylü kentli bir uğurda savaşır on yedi nisanda. Bir


yaman imece kurulur ki o gün Edirne'yle Erzurum ilk kez el ele verir; horon,


halay, bar, zeybek yeni Türkiye'nin ortak harman yerinde oynanır; yalnız o gün


türkülerin her türlüsü hep birlikte ve alaturkaya düşmeden söylenir. Ruhi Su koro


başı olmuş gibi.


1967








 17 NİSAN



On yedi Nisan Türk köylüsünün er geç sömürülmekten, kahır çekmekten


kurtulacağına, köyler karanlıkta kaldıkça Türkiye'nin kutlu aydınlıklara


eremeyeceğine, Türk köylüsünün yüreğinde tepilmiş, saklı kalmış yaratma güçleri


olduğuna inananların bayrakları yarı yarı indirerek de olsa kutlamakta


direttikleri, yeni adı Atatürk olan pir aşkına ve fakir aşkına direttikleri bir


bayram günüdür. O gün tomur tomur umut gülleri açmıştı bozkırın ortasında. Yol


bulunmuş, iş yürümeye kalmıştı. Bir yürüyüş eylendi ki bir günde on günlük yol


alındı; her atılan adım çorak topraktan bir telli kavak çıkardı; Enstitü


kurucularının yürekleri, kafaları yediveren güllere döndü. Bilmeyenlere,


görmeyenlere nasıl gelir, bu söylediklerim. Değil kardeşim, masal değil, insanda


çok keramet olduğunu; enstitülerin bu kerameti işleyiş ot bitmez denen yerlerde


bağlar, bahçeler yaptıklarını, su gelmez denen yerlere su getirip o sudan da ışık


çıkardıklarını ben gözlerimle gördüm.


On yedi Nisan, emeğin Tanrısal bir güç olduğuna ve Âşık Veysel'in dediği gibi,


Tanrı ne kadar cömert de olsa tembeli tutmayacağına, işgücüne ve üretime


dayanmayan eğitim ve öğretimin efendi-köle düzenini sürdüreceğine, kısa zamanda


kalkınmak için paradan puldan çok insan yüreğini ve elini işletmek gerektiğine,


bilimi tek mürşit saymakla birlikte en büyük bilim düşmanlarının bilim cüppesi


giyenler arasında bulunabileceğine, bilimin özgürlük gibi her gün yeniden


kazanılması gerektiğine inananların bayramıdır.


On yedi Nisan elbet Türk solunun, yani Atatürk gibi, İnönü gibi laik ve sınıfsız


bir yeni türkiye özleyenlerin bayramıdır. O gün Türk köylüsü kendisini hor


görmeyecek, derdine derman arayacak, yanı başında çalışacak, halinden anlayacak


hem yerli hem ilerici bir eğitim kurumuna kavuşuyordu. Bu kurumda köylü, yani


Türkiye halkının büyük çoğunluğu tarihte ilk kez kendi yöneticisini kendisi


yetiştirecek ve kendi kendini yöneten halkın, yani gerçek demokrasinin yepyeni


bir örneğini verecekti.


On yedi Nisan dünya eğitim tarihine Tonguç adında bir Türk'ün değeri gittikçe


daha iyi anlaşılacak bir fidan diktiği gündür. Bizim budadığımız bu fidan,


özgürlük savaşımız gibi, dünyanın birçok ülkelerinde, özellikle Hindistan'da,


Türkiye'den getirildiği saklanmayarak dikilmiş ve yüzlerce Hint Köy Enstitüsü


doğurmuştur. Bu fidanın kısaca tanımlanması ÜRETİCİ EĞİTİM'dir. Bu eğitim yolu


kısa zamanda öyle beklenmedik başarılar sağladı ki, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet


Halk Partisi içindeki sözde köylü dostları maskelerini çıkarıp Köy Enstitülerinin


karşısına dikildiler: Ünlü generaller, ünlü profesörler, ünlü politikacılar,


ünsüz ama memlekette sözü geçen eşraf, ağalar ve imamlarla birlikte: Yooo,


köylünün köylü kalması, devlet işlerine karışmaması, efendilerine boyun eğmesi


gerek, dediler. Koca İnönü kendi partisine, kendi kurduğu orduya, savunduğu


devlet yöneticilerine karşı, kurulmasını candan istediği, desteklediği Köy


Enstitülerini koruyamadı. Günün koşulları da, enstitüleri içinden de sarsmaya


başlayan tepkiyi zorla önlemeye elverişli değildi. Savaş yıllarının İnönü'ye


verdiği olanaklar elinden çıkmış, sonuçlarını bildiğimiz politika dolapları


dönmeye başlamıştı. Köy Enstitüleriyse devlet ve toplum güçlerinin çatışmasız


elbirliğiyle yürütülebilecek yurt çapında devrimci bir kurumdu. Girdiğimiz çok


partili düzende bu kurumu ancak, halkın desteğiyle devlet başına gelecek sol


güçler kurabilecektir, er geç de kuracaklardır.


On yedi Nisan, kısa bir süre için de olsa, coşkun bir imecede el ele vermenin


sevincini tatmış insanların bayramıdır. Neydi o mutlu, o mutlu günlerde,


yediklerini hak eden, aldıklarından çoğunu veren, emeklerinin boşa ve sömürücüye


gitmediğini gören gençlerin elleriyle yeşerttikleri topraklar üstünde


kutladıkları on yedi Nisanlar? Bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selam olsun!


1968






YİTİKLER ÜZERİNE



TONGUÇ



Devletimiz halka hizmet etmek zorunda mıdır? Evet. Halkımızın çoğunluğu köylü


müdür? Evet. Köylümüzün büyük çoğunluğu kara cahil midir? Evet. Anayasamızda


ilköğretim mecburi olduğuna göre, devletçe, milletçe ilköğretimi bütün köylülere


ulaştırmak zorunda mıyız? Evet. Ne duruyoruz öyleyse? Kafa, yürek, para gücümüzü


bu işe yöneltmek, bir ilköğretim seferberliği yapmak için ne bekliyoruz?


Tonguç Baba'nın sesi, 23 Haziran sabahı kaybettiğimiz gürbüz ses, 1936'larda bu


çağrıyla yüklüydü. Aynı ses, bu su götürmez mantık örgüsüne şu gerçeği ekliyordu:


Türk köyünün şartları bilinmeden, Ankara'nın yanı başındaki köylere gönderdiğimiz


öğretmenler bile görevlerini gereğince başaramamakta, Cumhuriyet'in elçisi


olamamakta, öğrettikleri okuma yazma da birkaç yıl sonra silinip gitmektedir.


Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğunun, kendi dünya görüşünü, isteklerini


benimsetmek üzere köylere yerleştirmiş olduğu medreseli kalıntıları bile köyün


şartlarına uydukları, köylünün dertlerine kendilerince deva aradıkları için hâlâ


etkin olmaktadırlar. Köyde yerleşecek, devletçe desteklenecek, işini sevecek,


köyde sözü geçecek bir yeni köy öğretmeni tipi yaratmak zorundayız. Bu tipi


yetiştirecek okul, şehir şartlarına göre kurulmuş eski öğretmen okulu olamaz.


Sözden çok işe bakan köylüler için işle eğitimi uzlaştıran bir yeni okul kurmak


gerekir. Kaldı ki ta Pestalozzi'den beri Batı'da kendini kabul ettirmeye çalışan


ve son yıllarda değerlenen bir iş okulu vardır. Kurabileceğimiz bu yeni okulun


ipucunu bir çavuş verdi bize. Atatürk'ün istediği ilköğretim raporunu hazırlamak


üzere çıktığımız bir köy gezisinde hiç öğretmen girmemiş bir köyde okuryazar


çocuklar bulduk. Birkaç yıl önce ordudan dönen bu çavuş çocuklara kendiliğinden


tarlada, değirmende okuma yazma öğretmiş. ''Cumhuriyetin padişahlık olmadığını,


Atatürk'ün neler yaptığını, hastalıkların mikroptan geldiğini, trenin su


buharıyla işlediğini anlatmış...''


Bu sözlerde de Tonguç'un idealist sesinin gerçekçi yanı beliriyordu. İdealizm de,


gerçekçilik de Atatürk - İnönü Türkiyesi'nde eksik değildi: Ama eğitim ve hele


ilköğretim işlerinde bu iki değeri en verimli şekilde birleştiren ilk eğitimcimiz


Tonguç oldu. Köy Enstitülerinin yurt ve dünya ölçüsünde bir başarı olmasının,


bütün budanmalara karşı hâlâ ayakta kalmasının sırrını bu mutlu birleşmede, bu


ülkücü gerçekçilikte aramak gerekir. Tonguç okuduğu kadar gezen, sevdiği kadar


bilen, yeni dünyaya açık olduğu kadar eski kalmış Anadolu'ya çevrik, coşkun


olduğu kadar soğukkanlıydı. Düşündüğünü hemen kurmak, yaşamak, işler hale


getirmek ister, yapıcı olmayan, şartları hesaba katmayan, gerçekleşmesi


başkalarına bırakılan düşünceleri hoş görse bile benimsemez, çevresinde


barındırmazdı. Düşünceden işe, ya da işten düşünceye: Köy Enstitülerinin


programlarını hazırlarken de, gündelik hayatını yaşarken de Tonguç'un desturu


buydu. 1936-1946 yıllarında Tonguç'un pazarı, bayramı, gecesi, gündüzü, ekmeği,


sigarası, sevgisi, rüyaları - rüya görecek kadar uyuyabildiyse - teker teker her


birinin kuruluşunu iş edindiği Köy Enstitüleriyle doludur. Hasanoğlan Köy


Enstitüsü'nün kuruluş günlerinde onunla aynı odada yattığımız bir geceyi


hatırlıyorum. Nedense birden uyanmış, karanlıkta parlayıp sönen ufacık bir kızıl


ışık görmüştüm. Yıldız mı, uzaklarda bir çoban ateşi mi, bir acayip ateşböceği mi


derken uyku sersemliğim dağılınca, Tonguç'un sigara içtiğini anladım. Sessizce


seyrettim. Bu sönüp parlayan ışıltıda ne kaygılar, ne özlemler, ne öfkeler


sezinliyordum. O gece belki de bir başka bozkırda bir başka enstitü kuruluyordu.


Birbirini yakan birkaç sigarayı nerdeyse söz gibi dinledikten sonra uyuya kalmış,


gün doğarken uyanınca Tonguç'un ciple Ankara'ya döndüğünü öğrenmiştim.


Köy Enstitülerinin doğması, kanunlaşması, kurulması, yaşaması şüphesiz, başta


İnönü olmak üzere devlet adamlarımızdan, Saffet Arıkan, Hasan Âli Yücel gibi


bakanlarımızın önderliği, sayısız öğretmen ve öğrencilerin destanı yazılmaya


değer çalışmalarıyla mümkün olmuştur; ama en ağır yükü Tonguç seve seve kendi


geniş omuzlarına yüklenmişti. Bu okulların bize göreliğini, köye göreliğini, yeni


pedagoji ilkelerine göreliğini iş üstünde, masa başında, şûralarda, köy


kahvelerinde, şoför uyumadıkça durmayan ciplerde sağlayan oydu. İş eğitimi


ilkelerini on binlerce insana yazıyla, sözle tükenmez inancı, sevgisiyle


benimseten o oldu. Kimin nerde, nasıl ve ne yaptığını, nelere muhtaç, nelere tok


olduğunu o bilirdi.


Adı, resimleri gazetelerde çıkmayan, iş gerektirmedikçe nutuk söylemeyen, her


türlü övünmeden, övülmeden kaçınan, gördüğü işin keyfiyle yetinen, kendinden yüz


çevirenlere bile kolay kolay küsmeyen de oydu. Onunla ve onsuz Köy Enstitülerinin


farkını bu destanı yaşamış olanlar bilir ve herhalde yazacaklardır.


1960





3. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE



TONGUÇ



İsmail Hakkı Tonguç yeni bir Türkiye'nin özlemi içinde yaşlı bir genç, bir eğitim


delikanlısı olarak öldü. Öldüğü gün her işe yeniden başlayacak durumdaydı. Bütün


gerçek ülkücüler gibi ölümü hesaba katmadan, yaptıklarından çok yapacaklarına


çevrilerek yaşıyordu. Dünya eğitim tarihine Köy Enstitüleri sayfasını eklemiş


olan bu yaman kişi, ölürken şanlar, şerefler beklemek şöyle dursun, kendi eserini


eleştirmekle uğraşıyordu: ''Enstitülere daha çok kız öğrenci almalıydık'',


''Fırsat varken İnönü'yü dinleyip daha çok enstitü açmalıydık'', ''Eğitimde


sinemadan yararlanmalıydık'' diyordu. En haklı dava uğruna gördüğü en acı


haksızlıklar, nankörlükler, kalleşlikler onu ne yıldırmış, ne işinde soğutmuş, ne


de yurduna küstürmüştü. Kendini yakmadan köylerin karanlığına ışık


götürülmeyeceğini biliyordu çoktan.


Köy Enstitülerinin gerçekleşmesinde İnönü, Yücel ve Tonguç adları birbirinden


ayrılmaz, ama bu işte en büyük yükü ve sorumluluğu Tonguç'un sırtlamış olduğu da


su götürmez. Devletin verdiği harcı yoğuran odur. Bu kurumları dünya eğitim


tarihinde bir yenilik yapan onun düşüncesi, enstitülü gençleri bunca yıkım ve


kırımlara inat ülkülerine bağlı tutan onun gürbüz yüreğidir. Devletin verdiği


imkânların tek damlasını boşa harcamayan Tonguç, her örülen duvarın, her kazılan


toprağın yanı başında durur gibiydi. Ama gözetlemek, çalışmaya zorlamak için


değil, güven, umut ve sevinç vermek için! Tonguç'la birlikte taş taşımak, türkü


söylemek gibi tatlı gelirdi insana. Ne mutlu Tonguç'la çalışmış olanlara!


Okulu bir eğitim işletmesi haline getirmek sadece Türkiye'nin ekonomik


koşullarına ve hızlı kalkınma gereğine uygun bir buluş değildi; bu buluş, dünya


okullarını ortaçağ alışkanlıklarından biraz daha kurtarmak için her yerde


atılmaya başlayan ileri adımlardan biriydi. Ortaçağ kalıntısı okul, her bakımdan


tüketerek öğreten okuldur. Tonguç'un ve devrimci Batı eğitimcilerinin öne


sürdükleri okulsa üreterek öğreten okuldur. Bu okulda iş sözden önce gelir;


öğrenciye bilgi verilmez, öğrenci bilgiyi alır. Çocuk yıllar yılı boşuna işleyen


bir öğrenme makinesi olmakla kalmaz, okula geldiği gün kendi kaderini yoğurmaya


başlar. Ağacı dikip büyüterek, suyu arayıp bularak, her şeyi kendi gözleriyle


görerek, kendi hayatını ve dünyasını kazanan, taştan ekmeğini ve bilgisini


çıkaran bir işçi! Eski okulda öğretme çocuğa zorla ya da yalvara yakara hap


yutturma gibidir; yeni okulun aradığı ise, çocukta kendiliğinden var olan kurma,


türetme, üretme gücünü bilimle uzlaştırmanın yoludur. Bu yol bulunduğu gün, okul,


öğrenciler ve öğretmenler için bir zorlama ve zorlanma yeri olmaktan çıkıp,


okuldan kaçmakla bulduğumuz yaşama sevincinin ta kendisi olacak. Ne imtihan


kalacak o zaman, ne yoklama, ne azar, ne özür, ne çatık kaş, ne sınıf


birinciliği, ne öğretmene saygısızlık ya da dalkavukluk, ne de müdürlere


curnalcılık. Yaratıcı iş, ahlakı da kendiliğinden getirecek okula.


Tonguç böylesi bir okulu hayal etmekle kalmadı. Eski alışkanlıkların, karşı


komaların, çelmelerin ortasında Köy Enstitülerine bu okulun tohumlarını ekti.


Kısa zamanda aldığı sonuçlar yer yer kendi umutlarını da aşan birer eğitim


mucizesini andırıyordu. Eski okullarda yetişmiş öğretmenlerle iş eğitimini


uygulamak deveye hendeği atlatmaktı: Deveye hendeği atlattı Tonguç. Yüksek Köy


Enstitüsü kapatılmasaydı deveye hendek atlatmaya da lüzum kalmayacaktı.


Tasarlayıcı olduğu kadar da uygulayıcı bir düşüncesi vardı Tonguç'un. Gerçekçi


düşler gören ve düşlerini gerçekleştirmesini bilen bir eğitimciydi Tonguç.


Batılılar onun için Türklerin Pestalozzi'si dediler kendisine. Bununla beraber


başarısı yalnız düşüncesiyle açıklanamaz. Bu başarıda insanlara güvenmenin payı


büyüktür. Atatürk gibi, İnönü gibi Tonguç da halka, Mehmetçiğe güveniyordu. İş


arkadaşlarına, en acı ihanetler bahasına da olsa güveniyordu. Zorla


yaptırılamayacak işleri köy çocuklarına sevinçle yaptıran, İstanbul çocuklarına


dağ başlarında, bozkırlarda İstanbul'u aratmayan bu güven oldu. Yapabilirsiniz


dedi herkese ve herkes yaptı.


Tonguç'un, İstiklal Savaşı'nı kazanan ve devrimleri başaranlarla ortak bir başka


özelliği de, kafasıyla Batı'ya, yüreğiyle halka bağlı olması, Batı'yı bildiği


kadar Anadolu'yu da bilmesiydi. Bu iki taraflı bilgisi onu Batı züppeliğine


düşmekten de korumuştur, köy romantizmine de. En ileri eğitim ilkelerini en geri


çevrelere uygulaması bu bilgiyle mümkün olmuştur. Batılı kalarak yerli koşullara


uyma: Tonguç'un değişmez taktiği buydu. Onun için yarattığı yeni okulu Batılı


bilginler de yadırgamadı, Türk köylüsü de. Yadırgayanlar yalnız bizim kara


cüppeli ya da fraklı yarı aydınlarımız, halk dayaktan anlar diyen idarecilerimiz,


iş sözünden, işçi kılığından gocunan sömürgenlerimiz, Batı'yı da, memleketi de


yarım yamalak bilen kendini beğenmiş sözde bilginlerimiz oldu. Böyle okul olmaz,


olsa da bize gelmez dediler. Onlar diye dursunlar, Tonguç'un düşüncesi Anadolu


topraklarına sökülmez kökler salmıştır. Bu kökler onun özledği okulu er geç


yaratacak. Enstitüler konusunda aldatıldığını anlamaya başlayan halk, büyük dostu


Tonguç'un hakkını arayacak, ülküsünü yeşertecek, göreceksiniz. Ta Hindistan'da


filiz vermiş olan bir düşünceyi bizde baltalayan mutsuz, nursuz kişilerin varsa


er geç kızaracaktır yüzleri. Onların yıkıcı emekleridir boşa gidecek olan: Tonguç


gibilerin emekleri boşa gitmez. Bozkırda, yemyşil umutlar içinde yatıyor Tonguç.


Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde koskoca bir heykel vardı, tohum saçan bir köylü


heykeli. Her sabah ilkin o çıkardı karanlıklardan. Yamacı dönen trenlere merhaba


derdi. Köylü çocukları, Hasanoğlan'a pir aşkına gelmiş bir cömert sanatçıyla,


Nusret Suman'la birlikte çamura biçim vermesini, kalıp çıkarmasını, beton


dökmesini öğrene öğrene yapıvermişlerdi bu heykeli. Yıkanların nasıl elleri vardı


yıkmaya o heykeli? Ne hakla, ne kafayla? O heykeli düşündüm bugün, Tonguç'u


anarken. Tohum atanların sembolü, tohum kıranların da sembolü oldu. Yarının mutlu


Türkiye'si tohum atanlarındır, tohum kıranların değil!


1963





YÜCEL



Memleketçi insan. Memleketi de, insanı da Yeni Türkiye'nin gerçeklerine uygun


olarak düşünürseniz, bu iki kelime size erken yitirdiğimiz, kadrini birçok


değerlerimiz gibi sonradan bileceğimiz Hasan Âli Yücel'in kişiliğini özetler.


Yücel, çağdaş aydının bütün sorunlarını memleket açısından ele alır, her


düşünceye memleketinde uygulanabildiği ölçüde değer verir, bu yüzden dünya


açısından düşünen dostlarıyla çatışır, dar görüşlü sayılmaya razı olurdu.


Gündelik yaşayışında bile Yücel, ayağının memleket gerçeklerinden, yurttaşlarının


zevk ikliminden, kesilmesin istemezdi. Her düşüncesi, her savaşı yeni ve umutlu


bir Türkiye'ye çevrikti. İnsan olaraksa dünyaya, hiçbir sınır tanımayacak kadar


açıktı: Her türlü insana hepimizden daha çabuk yaklaşmasını, hemen sıcak bir


anlaşma ortamı sağlamasını bilirdi. İnsanlığın sözünü etmek kolay ama her insanla


halleşmek zordur; Yücel, ayağı kaydırılmak, arkasından vurulmak bahasına, daha


kötüsü, gerçek dostlarını yitirmek bahasına her insanın düşünce sofrasında


içebiliyordu. O kadar ki Yücel, en sağcı ve en solcu düşünceleri bile memleketçi


olmak şartıyla, hoşgörürlükle karşılar, nice aydınlarımızın düştüğü yersiz,


memleket için yararsız bağnazlıklara, parlak da olsa verimsiz aşırılıklara


düşmezdi.


Yücel bu memlekette, kelimenin cömert, su götürmez anlamıyla iş görmüş adamdır.


Koşulların gönlümüzce olmadığı, koyunun kurttan ayrılmadığı, derdin de devanın da


alacakaranlıkta göründüğü bir yerde iş görmenin, gereğince öğretmen, müfettiş,


eğitim bakanı, yazar olmanın zorluğunu bilmeyen bilmez, anlatmaya çalışmak da


boştur, anlamak istemeyene. Geri kalmış bir memlekette hiçbir başarı dünyanın


gözünü doyuramayacağı için orada işgörenlerin kadrini yalnız insafı olanlar


bilecektir: Yücel'in kadrini de yalnız insafı olanlar bilmiş, olmayanlarsa


zamanla ister istemez bileceklerdir.


Bizim gömlek değiştiren yurdumuzda iş görmenin ilk şartı kendi kabuklarını


kırmaktır. Kabuklarını Yücel'den daha çok kıran, ondan daha yeni düşüncelere


ulaşanlarımız vardır; ama kendi kabuklarını kırmak başka, kendisiyle birlikte on


binlerin, yüz binlerin kabuklarını kırmak başkadır. Yücel köşesinden konuştuğu


zaman bile, bir köşe adamı değildi: Orta insana, ortanın insanına seslenmek,


onunla yan yana ilerlemek istiyordu. Bir kişinin atabileceği dev adımından çok,


bin kişinin atacağı insan adımlarını istiyordu Yücel. Herkes de aynı şeyi mi


istemeli? Hayır. İş görmenin tek yolu bu mudur? Hayır. Toplumla bağlarını koparıp


engine seslenmek de güzeldir, önünde sonunda toplumun yararınadır: Ama yalnız


tepelerden seslenen insanlardan kurulu bir toplum düşünün: Nasıl yürür o toplum?


Kaldı ki biz Yücel'i ortalarda iş görmeye bile bırakmadık: Kimimiz sağcı dedik


Yücel'e, kimimiz solcu . Kendi partisi bile Yücel'i yolunda yalnız bırakıp, onun


yaptığını yıkacak iş görmez insanlara başvurdu. Nice aydınlarsa Yücel-Kenan Öner


davasında seyirci kalmakla bile yetinmeyip için için ya da açıkça Kenan Öner'den


yana oldular. Politika her yerde bindiği dalı keser böylesine.


Yücel'in büyük küçük bütün çabalarının yöneldiği hedef neydi? Memleketine Batı


kültürünün, kendi deyimiyle Garp kafasının girmesi. Yücel bu uğurda sevmediği,


çatıştığı insanlarla bile işbirliği etmek büyüklüğünü göstermiştir.


Memleketindeki aydın kıtlığını bildiği için eli kalem tutan insanı, düşmanı da


olsa, harcamaktan çekinirdi. Kendini hoş görmeyecek kimseleri hoş görmesi doğru


muydu? Dostluğun ancak düşünce birliğiyle mümkün olduğu bir çağda kapısını her


kafadaki insana bir dergâh gibi açık tutması yerinde miydi? Hoş görürlüğün bu


derecesi onun özlediği Garp kafasıyla uzlaşabilir miydi? Bunlar su götürür; ama


Yücel'in açık, yürekli, kin tutmaz, herkese karşı iyi niyetli bir insan olduğu su


götürmez.


Yücel'in iyimserliği de sınır bilmez. Bütün yüzlerin asıldığı günlerde onun yüzü


güler. Savaşta tek başına kalmanın bile acı yanını görmez, tadını çıkarmaya


çalışırdı. Hep hayata, umuda, mutluluğa çevrik gürbüz bir sağduyusu vardı


Yücel'in. Bu yüzden sanatta, edebiyatta, felsefede aşırı acılığı, "zehir


yeşilini", zifiri karanlığı, bunalmışlığı tadamaz, bunlardaki insan derinliğini


görse de yadırgardı.


Yücel öldüğüne inanılmayan insanlardandır: Çünkü sağken ölmüşlerden değildi.


Derdinden çok sevincini yüceltir, yayar; hiç ölmeyecekmiş gibi yaşardı. Değişmese


bile değişmeye, yorgunsa bile çalışmaya, mahzunken bile gülmeye hazır bir hali


vardı. Onunla konuşurken, çalışırken hiç akla gelmeyen bir şey varsa o da ölümdü.


Yüz yıl da yaşasa ölüm düşüncesini semtine uğratmayacak gibi görünürdü. Kim


bilir, belki de ölümden çok korktuğu için ölüm yokmuş gibi yaşıyordu. Bize


kendini ölümün yenemeyeceği bir insan gibi tanıtmıştı. Taşkın diriliği, gürbüz


kahkahası ve hele yalın, keskin bakışlı, sağlam renkli gözleri ölümü kovar


gibiydi çevresinden. Ölümün bir fiskeyle yıktığı Yücel gürül gürül yaşayan bir


insandı.


Eğitimci olarak İnönü'ye yaranarak değil inanarak tuttuğu yol açık ve seçik


düşüncesiyle belirttiği, savunduğu, gerçekleştirdiği görüş şuydu: Bir yandan


Türkiye'nin insan kaynaklarına, daha kısacası, bir yandan hümanizmaya, bir yandan


köylüye gitmek. Karanlıklar içinde bir çoğunluk ve yarım yamalak bir Tanzimat


aydınlığıyla Yeni Türkiye'nin kurulabileceğine inanmıyor, eğitim ve öğretim


ilkelerinin bu iki acı gerçeğe çevrilmesini istiyordu. Köy Enstitüleri ve Dünya


Klasikleri için yıllarca, geceli gündüzlü, cenkleşe tartışa, Büyük Millet


Meclisi'nden köy kahvelerine kadar her yerde giriştiği savaşın özü sözü buydu.


Ona çatanlar düşüncelerini açıkça söylemiyor, hangi ilkelere dayandıklarını


açıklamıyor, sadece çelme atıyorlardı. Ne kazandık bu iki seferberliğin


gevşetilmesinden? Bir başka Yücel, bir başka Tonguç'la eğitim ve öğretim


işlerimize daha ışıklı, daha umutlu, daha hızlı bir akış mı kazandırdı? Kimin


dili varsa söylesin, kazandırdı diye.


Yücel yine de küsmüş değildi. Yeniden onarmaya, Sokrates'le Türk köylüsünü


buluşturmaya hazırdı. Ölmüşken bile yine hazırmış gibi geliyor bana.


1961





YÜCEL'İ ANARKEN



Hasan Âli Yücel insanı politikadan iğrendirmeyen sayılı insanlardan biriydi.


Kelimenin kötü anlamında politikacı olmadığı için de, bütün iyi niyetine karşın


belki de iyi niyetli kalmasından ötürü, politikadan ve ne yazık ki devlet


işlerinden uzaklaşmak zorunda kalarak, yeniden hizmete girmenin, sağduyusunu


eğitim işlerimize getirmenin özlemiyle bir köşede öldü.


Hasan Âli Yücel, kendi kuyusunu kazanları yanı başındaki koltuklara oturtacak,


yüreğinin ve evinin kapısını düşanmanlarına açacak bir insandı. İkiyüzlü


olmaktansa zevksiz, dobra dobra, hatta kaba görünmeye razı olurdu. Türkiye'ye


yararlı belli bir iş için çalıştığınız sürece onun dostluğunu, yardımını hemen


kazanabilirdiniz. İş arkadaşları arasında hiç hoşlanmadığı kimseler


bulunabilirdi. Hiç kimseye kin beslemiş olduğunu sanmıyorum.


Yücel kumanda etmekten hoşlanır, saklamazdı da hoşlandığını. Tepilmiş, acılaşmış


duyguları yoktu. İşini bilmenin, kendine güvenmenin rahatlığı içinde iyimser ve


gülümserdi her zaman. Kendinde ve başkalarında hiç çekemediği şey asık yüzdü.


Çalışmanın bir sevinci olmasını ister, en zor işleri güle söyleye başarırdı.


Vehim, kuşku nedir bilmezdi. Engeller karşısında şaşırmaz, duraksamazdı. Belalar


karşısında kayıtsız değildi, ama ezilip kalmazdı da belaların altında. Kaygıları


gürbüz bir kahkahayla dağıtıvermesini bilirdi. Sanatçı yanını köreltecek kadar


bulutsuz, gölgesiz bir iç rahatlığı, dolambalçı yollara, alacakaranlıklara pek


girmeyen kendinden emin bir sağduyusu vardı. Düşünce ayrılıklarını hoş görür, ama


kendisi orta yoldan şaşmazdı. Aşırı gitme, onun yaradılışına aykırı bir


davranıştı. Her çeşit insanı anlayışla dinleyebilirdi. Hayatın her türlüsünü


tanımış, memlekette ve dünyada çok dolaşmış olmak, insanları geniş bir açıdan


görme gücünü kazandırmıştı ona.


Yücel bütün bu özellikleriyle, bizim koşullarımız içinde, yapıcı bir devlet adamı


olmaya namzetti ve oldu da. Yıllar yılı, eğitim tarihimizde görülmedik bir hız ve


verimlilikle çalıştı da; Atatürk'ün, İnönü'nün dilediği halktan yana birçok


eğitim ve öğretim işlerine ayak oldu da. Büyük Millet Meclisi'nde, kasabalarda,


köylerde, okullarda, sokaklarda, her aydının göstermeyeceği sabır, ustalık ve


keyifle, yüz binlerce yurttaşa Yeni Türkiye'nin, demokrasinin ana kurallarını


benimsetti de. Böyle iken nasıl oldu da Yeni Türkiye, kendi yarattığı, kendine


hizmet eden bu adamı, para pul kazanmaktan çok bir yapıcılık ünü kazanmak isteyen


bu eğitimciyi bir kenara atıverdi ve yerine, iyi niyetli, iyi yürekli olmakla


beraber, onun da dost olarak tuttuğu, ama her insan elini sıktıktan sonra mikrop


kaptım vehimine kapılarak gizl gizli odasında ellerini ispirtoyla yıkayan Reşat


Şemsettin Sirer'i getirdi? O Reşat Şemsettin Sirer ki, İnönü'ye kendini


beğendirmek için Çankaya'da hümanizma üstüne konferanslar verirken bir yandan da


Yeni Türkiye'nin bilerek bilmeyerek kuyusunu kazan ırkçılar ve ırkçıların,


bilerek bilmeyerek kendilerinden saydıkları ağalar, beylerle İnönü'ye karşı,


bilerek bilmeyerek, işbirliği yapıyordu. Neden Atatürk'ün kurduğu Halk Partisi,


dünyanın en ilerisinde olmamakla beraber en gerisinde de olmayan Hasan Âli Yücel


gibi bir eğitim bakanını bırakıp, daha ileri görünmekle beraber en geri


güçlerimizle anlaşan sol görünüp sağcı olan, daha açıkçası Nazizme, Faşizme kayan


Reşat Şemsettin Sirer'den yana gitti? İşte, Demokrat Parti, Menderes'in asılması,


27 Mayıs, koalisyon, 22 Şubat dahil bütün sorunlarımız bu soruya vereceğimiz


karşılıkla ilgilidir.


Hasan Âli Yücel'in var gücüyle sözcülüğünü, işçiliğini yaptığı parti günün


birinde, kendi düşmanlarıyla işbirliği yapmak zorunda kaldı. Bu düşmanlar,


kendilerine gülümseyen Reşat Şemsettin gibi saf yürekli politikacılara katılacak


yerde, kendi çocuklarını bile bile aldatan şeytan politikacıların yolunu tutup,


zavallı Anadolu'nun bin yıllardır çektiği sıkıntıyı ve devlet düşmanlığını


sömürüp, Yeni Türkiye'yi kuran Atatürk-İnönü politikasına karşı kodular. Yücel


kendi partisindeki gerilemenin kurbanı oldu. Bu gerilemenin İnönü'den geldiğini


sanmak, Türk aydınlarından birçoklarının üstünde durulmaya değer gafletlerinden


biridir. Çünkü İsmet İnönü, Hasan Âli Yücel'in eğitim alanında yaptığı bütün


değişikliklerle candan ve yakından ilgiliydi. Onun da, Tonguç'un da en verimli


zamanlarında işlerinden ayrılmalarına en çok üzülen yurttaşlarımızdan biri de


İnönü olsa gerektir. Ama birçoklarına göre İnönü istese onları da tutar,


partisinden ve memleketten gericileri de atar, Türkiye'yi bütün mikroplarından,


sömürücülerinden, ruh hastalarından kurtarırdı. Onlara sorarsanız bugün bile


İnönü istese huzuru da getirebilir, kendi partisini de, öteki partileri de


temizleyebilir, Köy Enstitülerini şıp diye eski durumlarına sokabilir, aklımızdan


her geçeni yapabilir. Oysa İnönü öteden beri neyi ne zaman yapabileceğini


düşünen, her adımını elindeki güçleri hesaplayarak atan gerçekçi bir devlet


adamıdır. Türkiye'de Yücel gibileri tutacak bir ortamın gelişmesine çalışmak,


onun için Yücel'i tutmaktan daha önemliydi: Kaldı ki Yücel'i, demokratik


gelişmenin zorunlu tepkilerine karşı da tutabildiği kadar tutmuştu.


Köşesine çekilen Yücel, memleketine de, dünyasına da küsmüş, karamsarlığa düşmüş


değildi. Aslında Atatürkçülüğe saldıran Kenan Öner'e karşı kendini, dolayısıyla


Atatürkçülüğü, partisinin devrimci yanını savunduktan sonra söz, yazı ve işle,


düşüncesinin yönünü değiştirmeden, yurttaş Yücel olarak çalıştı ve umudunu


yitirmeden güzel ömrünü bitirdi. Son yıllarında Yücel'in yazılarında belki yalnız


dinle ilgili olanlar, bazı okurlarını şaşırtmış olabilir. Bu konuda önce Halk


Partisi'nin Demokrat Parti'yi önlemek kaygısıyla, sonra Demokrat Parti'nin oy


sağlamak tutkusuyla yol açtığı çorap söküğüne benzer gerilemeler, Yücel'in, içten


de olsa, Allah bir demesi, bir çeşit zamana uyma gibi görülebilir. Ben, Yücel'in


din üstüne konuşmalarında kişisel bir politika olduğunu sanmıyorum. Öyle olsa,


Tanrı ile ilgili şiirlerini kendi sağlığında çıkarırdı. Yücel sadece, gerçekten


laik olduğunu, insanın Tanrı ile politika dışı ilişkileri olabileceğini, Köy


Enstitülerinden, dünyaya açılmanın ille de dine karşı, gerçekten inananlara karşı


olmayı gerektirmediğini anlatmak istiyordu bence. Onun gibi duymak ve düşünmek,


din karşısındaki davranışını paylaşmak zorunda da değiliz, ama dinden söz etti


diye onu da din bezirgânlarıyla karıştırmaya hakkımız yoktur. Asıl önemli olan


Yücel'in devlet adamı olarak, yazar olarak, yurttaş olarak insan düşüncesinin


özgürlüğünden, insan haklarının kutsallığından yana çıkmış, çıkarcı gericilikle


savaşmış olmasıdır.


1962



YÜCEL'İ ANARKEN



Otuz yıl kadar önce bir yazımda Türk sanatçısının Batılı okulunda yetişmesi, ama


yurt gerçekleri ve değerlerinden kopmaması gerektiğini ileri sürmüş, bunu


gerçekleştiren bir şair örneği olarak da, ''Ben Paris'e alafranga gittim,


alaturka döndüm'' diyen Yahya Kemal'i göstermiştim. Yücel bu yazıma bir doçentin


gafleti diye sert bir karşılık vermiş, dediklerimden çok da verdiğim örneğe


çatmıştı. Daha tanışmıyorduk kendisiyle. Kendisi tanışmak, konuşmak istedi


benimle. Tepebaşında bir yerde buluştuk, tartıştık; örneğin dışında anlaştık da


az çok. Derken söz Nurullah Ataç'a geçti. Araları açıkmış, bilmiyordum. Nesini


beğenirsiniz bu adamın, diye sorunca Yücel, her şeyden önce kimseye dalkavukluk


etmeyişini, dedim ben de. Meğer bilmeyerek, istemeyerek o günlerde Yücel'e


söylenebilecek en acı sözü söylemişim: Ataç onun Atatürk'e dalkavukluk ettiğini


söylemiş bir yerde. Yücel bunu bildiğimi sanıp bana ne kadar kızsa haklı olurdu.


Kızmadı, daha doğrusu öfkesini yendi ve işte benim kendisine sevgim, saygım da


böyle başladı. Böyle bir durumda az kişinin gösterebileceği bir olgunlukla, her


hayranlığı dalkavukluk saymanın kolay olduğunu, Atatürk'e iktidarda olduğu için


değil Atatürk olduğu için ve gösterdiğinden daha da fazla bağlı olduğunu,


Atatürk'ü gerçekten sevenlerle sevmeyenleri benim gibi Atatürk'ün kurduğu


üniversitede çalışanların ayırt etmesi gerektiğini, Ataç'ın kendisine haksızlık


ettiğini günün birinde anlayacağımı uzun uzadıya anlattı.


Aradan aylar, yıllar geçti. Bu arada Atatürk öldü. Yücel, bakan oldu. Şu oldu, bu


oldu. Derken, bir gün ben de üniversiteden (o zaman kendi isteğimle) ayrılıp


Yücel'in yakın iş arkadaşları arasına katıldım. Talim ve Terbiye'de, tercüme


bürosunda, Köy Enstitülerinde çalıştım ve Yücel'in özü sözü bir, hoşgörür, kin


tutmaz, kişisel hınçlara kapılmaz bir insan olduğunu türlü örnekleriyle yakından


gördüm. Ataç'ın Tercüme Bürosu'na gelmesi gerektiğini söylediğim zaman: Keşke


gelse dedi ve Ataç geldi.


Yücel bütün iş arkadaşlarına saygılı olmakla kalmaz, hepsini var gücüyle


çalıştırmanın yollarını bilirdi. Onun bakanlığa getirdiği çalışma hızının


şevkinin olağanüstü olduğunu sonraki yıllar gösterdi. İşleri yürütmek için kaş


çatıp surat asmanın şart olmadığını, işte ciddiliğin, titizliğin güler yüzle de


sağlanabileceğini ispatlamış nadir yöneticilerdendi Yücel. Birçoklarının


yadırgadığı laubaliliği, şakacılığı aslında iş gördürme gücünün bir yanıydı onun.


Bu yanıyla çok insan kazandığını, işleri hızlandırdığını gördüm. Yücel gülen,


söyleyen, ama güler söylerken işini, bir an önce başarmak istediği işi aklından


çıkarmayan bir bakandı. Bir işin yürümesi için nereye, ne zaman, nasıl


başvurulacağını bilir, çözülmez sandığımız düğümleri bir anda çözüverirdi.


Yücel'in bu kişisel özelliklerini andıktan sonra biraz da politik serüvenine


değinmek isterim. Yücel, Atatürk'ün kurduğu Halk Partisi'nde, bugün ortanın solu


adını alan devrimci kanadın birkaç gerçek temsilcisinden biriydi. Ortanın o kadar


içtenlikle solundaydı ki, partisinin türlü nedenlerle sağa çarketmesini


beceremiyordu. Halk Partisi onu feda etmekle bindiği dalı kesmiş olduğunu şimdi


anlamaya başlıyor, başlayabilir. Başlamalıdır. Yücel partisine küskün olarak


öldü. Yaşasaydı ortanın solu onu partisiyle barıştırabilirdi ve Yücel bugün de


partisinin bulabileceği en iyi eğitim bakanı olurdu. Ne varki Halk Partisi'nde


bindiği dalı kesecek, Yücel'e yapılanı Ecevit'e de yapabilecek, yapmak için


fırsat kollayan tümenle insan var diyorlar.1968






KİTAPLAR ÜZERİNE



SÜLEYMAN EDİP BALKIR'IN ANILARI



Arifiye!


Şoför durdu, Enstitü Mektebi, dedi


Süleyman Edip bey müdürün adı


Bir yol da burada duralım


Ellerinde nasır, yüzlerinde nur


Yarına umutla yürüyenlere


Bir selam uçuralım



Orhan Veli


(Destan Gibi 1946)



Süleyman Edip Balkır'ın Eski Bir Öğretmenin Anıları diye yayımladığı güzel kitabı


okurlarıma, öğrencilerime salık verirken Orhan Veli'nin dizelerinden daha iyi bir


giriş bulamazdım. Orhan Veli gibi kimselere yaranmak istememiş, kişiliği ve


şairliğiyle çıkarcılığın, gericiliğin karşısına dikilmiş bir insanın bir okula,


hele bir müdüre selam uçurması üstünde durulmaya değer bir olaydır. Bu dizelerde


devrimci Türk şiirleriyle devrimci Türk eğitimi mutlu bir rastlantıyla


kucaklaşıyorlar.


Destan Gibi'nin çıktığı 1946 yılı ne yazık ki umutlu yürüyüşlerin birden


durakladığı yıl oldu. Orhan Veli'nin uçurduğu selam daha yerine ulaşmadan, elleri


nasırlıların gözlerindeki nur donuklaşıverdi. Etkinin tepkisi sandığımızdan daha


erken geldi. Kendi devleti bir kez daha Anadolu'nun soluğunu kesti. Kırk bin


köyümüz, yüzde seksenimiz, Kurtuluş Savaşı'nı kazananlarımız bir kez daha elleri


böğründe garip kalıverdiler. Padişahlar padişahı, krallar kralı PARA sen misin


eli nasırlılara selam uçuran dedi Orhan Veli'ye, ve Enstitü Mektebi Süleyman Edip


Bey'le birlikte şoförün de, şairin de durup bakamayacakları bir yer oluverdi.


Gelelim kitabımıza. Günü gününe tutulmuş anılara dayansaydı Balkır'ın kitabı son


elli yıllık ilköğretim çabalarımızın en zengin destanı olurdu. Çünkü, Kurtuluş


Savaşı sırasında köy öğretmenliğini ancak müezzinlikle birleştirip yürütebilen


Balkır, yaman bir iş ve diretiş gücüne eklenen mutlu rastlantılarla yeni


Türkiye'nin, Cumhuriyet Türkiyesi'nin bütün ilköğretim seferberliklerine


katılmış, türlü sorumluluk basamaklarında yer almış, en büyük yetkililerle senli


benli olmuş, en yoksul yurttaşlarımızla en seçkin devlet adamları arasında mekik


dokumuş bir meslek eri, bir kültür seferberidir. İlköğretimin işçiliğini


bırakmadan, yöneticileri arasına girmiş bir insandır.


S. E. Balkır'ın anlattığı yıllar, Türkiye'nin özgürlük savaşıyla başlayan diriliş


ve yeniden kuruluş yıllarıdır. Yazar bu yılları acı ve tatlı gerçekleriyle


anlatırken daha çok kendi iş alanına bağlı kalıyor. Hep ilköğretim çabalarına


çevrilen anılar bize yeni Türkiye'nin bir ilk eğitimcisinin nasıl yetiştiğini,


işe nereden başlayıp ne yollardan geçtiğini, neleri özleyip ne kadarını


başarabildiğini açık seçik örnekleriyle gösteriyor. Ayrıca Atatürk ve İnönü'nün


ilk eğitim çabalarını da adım adım izleyebiliyoruz; ve şunu görüyoruz ki,


Cumhuriyet'in ilk otuz yılı içinde ülkücü, ilerici, devrimci öğretmenler


yetişmiş, devleti arkalarında bildikleri için köyde, kentte zorlukların,


yoksullukların her türlüsüne seve seve katlanmışlardır. S. E. Balkır ve ona


benzeyen yüzlerce devrimci eğitim savaşçısının, memleketin her köşesinde aynı


inanç ve coşkunlukla çalışmasını her devlet ve her hükümet kolay kolay


sağlayamaz. Bir hava eser, insanı, hele Balkır gibi tuttuğunu koparan bir insanı


mutlu azınlığın rahatlığından koparıp karanlık çamurlar içinde cenkleşmeye


yollar; bir hava eser ki, mutsuz çoğunluğun insanlarını bile yurtlarından kaçıp


Amerika'lara sığınmaya sürükler.


Balkır'ın anlattığı yıllar, öğretmenlerin kafasında Atatürk yelleri estiği


yıllardır. O yılların adsız eğitim kahramanları kolayca sağlayabilecekleri


rahatlıklar ve çok kez de canları bahasına karanlıklarla, bugün İstanbul'un


Taksim Meydanı'nda Atatürk'e ve İnönü'ye açıkça saldırma fırsatını bulan sinsi


kara güçlerle nasıl savaştılar kimbilir! Ne var ki o yıllarda öğretmen devleti


arkasında biliyor, bir halk türküsündeki gibi: ''Ben ölürsem, benden daha genci


var'', diyebiliyordu. Köylüyle aydın, aydınla köylü arasında özgürlük savaşında


gerçekleşen bir kaynaşma, ilk eğitimde her gün biraz daha olağan görünüyordu.


Balkır'ın anlattığı yıllar, ayrıca, ağalar ve imamların devrimler karşısında sus


pus olup pusuya yattıkları yıllardı. Ülkücü öğretmenin karşısında çıkan bugünkü


gibi gerici, imam, hatip, Necip Fazıl, Orhan Seyfi, Falih Rıfkı, Bedii Faik,


Mümtaz Faik Fenik vb. gibi iktidar yardakçıları değil, devletin, Atatürk'ün ve


İnönü'nün isteyip de yenemedikleri, sosyalizme gitmeden yenemeyecekleri


kadrosuzluk, araçsızlık, parasızlık, adamsızlık, sesini duyurmamazlık gibi


zorluklardı. Dikkat ederseniz Balkır'ın kitabında yakınma, şuna buna çatma,


yoktur: Öğretmen her gittiği yerde yapabileceğinin en çoğunu yapar ve susar.


Yıllarca çalışıp gerçekleştirdiğinin yıkılması karşısında da ''Yazık oldu''


demekle yetinir.


Balkır'ın kısaca ''Yazık oldu'' demekle yetindiği yıkılmış kurumlardan biri


eğitmenlerdir. Bu kurum eğitim tarihinde katıksız bir Türk buluşu ve Balkır'ın


Eskişehir ve Kastamonu'da canla başla uygulamasını sağladığı bir kurumdur.


Ordu'dan köyüne dönen askeri milli eğitim seferberliği için kazanmak basit olduğu


ölçüde zengin ve gericileri ürküttüğü ölçüde yerinde bir yerli buluştu. Eğitmen


hiçbir öğretmenin gitmediği, kolay kolay da gidemeyeceğini bilerek gidiyordu. En


az bilgi edinmiş eğitmen bile köye elbet imamdan daha fazla ışık götürüyordu.


Üstelik kendiliğinden bir iş eğitimcisi, bir üretici eğitim uygulayacısı


oluyordu. Daha da üstelik devlet bu yoldan Mehmetçiğe: ''Sana güveniyorum'',


demiş oluyor, savaştaki işbirliğini barışta sağlıyordu.


Kendisine güvenilen, işgücü depreştirilen Mehmetçiğin neler yapabileceğine


Balkır'ın anılarında birçok örnekler bulacaksınız. Bunlar arasında en güzeli


Gölköy'deki tuğla destanıdır. Evet, bir destandır gerçekten, kurs binalarının üç


yüz elli bin tuğlasını yapıvermeleri. Bu destanı yaşayanlar hangi okulda dava


yaratıcı bir eğitim görebilirlerdi? Tonguç ve onun Balkır türünden kurucu


arkadaşları iş eğitimi ilkesine ve Köy Enstitülerine, memleket gerçekleri,


koşulları, zorunlulukları içinde pişerek varmışlardır. Eğitmen kursları ve


onların başarılarında dayanılarak kurulan Köy Enstitüleri, Atatürk'ün HAYATTA EN


HAKİKİ MÜRŞİT BİLİMDİR sözünü ve Türk köylüsünü karanlıktan ve kulluktan kurtarma


istemini ciddiye alan eğitimcilerimizin kenarda köşede cömertçe harcadıkları


gösterişsiz bilim çabalarının sonuçlarıdır. Balkır'ın anıları, ne yazık ki, Köy


Enstitülerinin kurulmasıyla sona eriyor. Arifiye Köy Enstitüsü müdürlüğündeki


anılarını bir başka kitaba bıraktığını kendisinden öğrendim. Kardeşim Mustafa


Eyüboğlu ile eşinin de katıldığı Arifiye destanını yakından bilirim. Yirmi beş


yıl önce orada çok başka rüzgârlar esiyordu. O güzelim yurt köşesi semtine


uğranmaz bir sivrisinek yatağı iken birkaç yıl içinde Orhan Veli'nin önünde durup


selam uçuracağı bir yer oluvermişti: Derslikleri, işlikleri, öğretmen evleri,


meyve ve balık işletme kurumları ile. Arifiye'ye her uğrayanın içi umutlarla


doluyordu. Ben ilk gittiğimde, enstitünün ne kadar çabuk geliştiğine şaşarken,


Balkır, işlerin türlü nedenlerle ağır gittiğinden yakınıyordu. Balkır, birçok iş


arkadaşları gibi, en verimli çağında, en verimli olduğu işten ayrılıp, işgücünün


yüzde birini harcayarak rahat yaşamak zorunda bırakıldı. Ve olanlar yine Türk


köylüsüne oldu.


1968





ŞAİR BAŞARAN



İnsanlığın yıldızlı saatleri, yahut mutlu demleri diye bir kitabı vardır Stefan


Zweig'in. Kitap belki isminin vaat ettiğini vermiyor, ama yalnız bu isim bir


kitap kadar yüklü geliyor insana. tarih birden, beklenmedik bir ışıkla


aydınlanıyor; mucizelerin, ama insan gücünün yarattığı mucizelerin diriltici


havasıyla doluyor.


Tek insanın hayatını bile bir hatırlayışta abâd eden, manalandıran gücü kolay,


ırağı yakın, samanlığı seyran eden günleri vardır. Bir de insanlığın öyle


günlerini, hep beraber tadılan mutlu demleri düşünün. O zaman dünya bizim için


kurulmuş bir sofradır. Tanrı bizden yanadır o zaman. Ölü canlar dirilir. Gurbet


sılaya döner. Bozkır çayır çimen, gelen geçen kardeş gibi gelir insana.


İşte ben Başaran'ı böylesine yıldızlı bir demde Hasanoğlan Yüksek Köy


Enstitüsü'nde tanıdım. Birkaç yıl önce tabiat anadan yeni doğma çıplak halini


görmüş olduğum bozkırda seksen bin fidan yeşermeye, memleketin dört bir yanından


gelen enstitülerin kendi elleriyle kurdukları ocaklar tütmeye başlamıştı. Gelmez


denen sular gelmiş, tutmaz denen çamlar tutmuştu. Bağ için kazılan topraklardan


Roma imparatorlarına şarap gönderen asmaların kökleri çıkıyordu. Tren sesi bir


sevinç çığlığı olmuştu. Açık hava tiyatrosunda geçen hafta yatak çarşafından


kostümlerle ''Julius Caesar'' oynanmış, bu hafta enstitülerin yazdığı ''Bizim


Köy'' piyesi oynanıyordu. Yeni Türkiye'nin insanını, bitkisini, hayvanını,


folklorunu yeni baştan ve yerli yerinde görmeye başlayacak bilim merkezlerinin


temelleri atılmıştı. Kış geceleri dağlardan Hasanoğlan'a inen aç tilkilerin


fosforlu gözleri enstitüye yeni gelenlerin gözleri kadar ışıklı değildi. Sabah


şafakla, İstiklal Marşı'ndan sonra, kız erkek, büyük küçük bin kişinin birden


çevirdiği horonda silinmedik kötülük, savrulmadık hayal, dirilmedik gönül


kalmıyodu. Bu horonu kuran yapıcı ellerin bir çifti de Başaran'ındı.


Kırk bin köyün en yoksullarının birinden geliyordu Başaran. Kendi yağıyla


kavrulmuş insanların sabırlı sessizliği hâlâ üzerindeydi. Sin sin, için için


bakışları, yakalanması güç, ama yakalanınca da insanı birden ısıtan bakışları


vardı. Köylünün bahtı gibi kolay kolay açılmaz, ama açıldı mı yaman açılır,


birden sözün en acısı veya en tatlısıyla boşanıverirdi.


Başaran'ı tanıdığım zaman daha büyük şehir görmemişti. Hâlâ da görmüş sayılır mı


bilmem. Ama bir yeniden doğuşun tozu toprağı... köylü Başaran bir yandan duvar


örmüş, bir yandan düşüncesini dünyaya açmıştı. İlk konuşmamızda kendimi uyanık ve


işlek bir zekâ karşısında bulmuştum. İstanbul'da, Ankara'da düşüncenin ve sanatın


ne sularda olduğunu biliyordu. Başaran şiire dersten kaçıp gelenlerden değildi.


Bu tatlı belayı başına ne zaman sarmıştı bilmem; ama kısa zamanda, Almancayı


söktürdüğü kadar kısa bir zamanda çıraklık devresini geçirmiş, sorumsuz


şairânelikten, dumanlı edebiyattan kurtulmuştu. Daha yeni şairleri tanımadan,


yeni şiirin aradığı yalın sözü sezinlemişti.


Okuyordu çünkü Başaran, zorlanmadan, nazlanmadan, davarın peşinde zeytin ekmek


yer gibi okuyordu. Hoş bu okuma iştahasının enstitüde kimseyi şaşırttığı yoktu. O


zamanlar enstitülerde eksik olan bu iştaha değil, adeta kendiliğinden ve


alabildiğine açılan bu iştahayı doyurabilecek kitaplardı. Tonguç baba,


diriltilecek topraklar üstüne topladığı köy çocuklarına öğretmen, hekim, ekmek,


tuğla ararken karşısına doymak bilmeyen, kitapları ne zaman, nerde, nasıl


kemirdiği anlaşılamayan yeni bir devle, okuma deviyle karşılaşmıştı. Enstitüye


kız gibi gelen klasikler bir hafta içinde yıllanmış köylü çarığına dönüşüyordu.


Okul kitaplarını kapalı dolaplarda, her dem taze ebedi bakireler halinde görmeye


alışanlar için Hasanoğlan'ın kitaplığı vandalların hücumuna uğramış bir yerdi.


Okumak, Başaran'ın düşüncesini şehre indirdi, ama gönlünü köyden ayırmadı. Daha


nice enstitülünün içindeki bu iki köklülük Başaran'ın hayatında kim bilir nelere


mal oldu. Bunda bir ikilik, şehre karşı köylülük yahut köye karşı şehirlilik


nasıl dert anlatır bilmem. İkilik yapmak şöyle dursun Başaran mevcut ve yürekler


acısı bir ikiliği ortadan kaldırmak isteyen Cumhuriyet neslinin ön safındadır.


Köyün şehirde, şehrin köyde eriyebileceğini ve bu erimeden en lezzetli fikir


meyvelerimizin doğacağını insan Başaran ve Başaran gibileri gördükçe anlıyor.


Ahlat ağacı iki köklü ağacın ta kendisidir.


1953




PİRAMİDİN TABANI (*)



Piramit biçimlerin en oturaklısı, en kolay kurulup en zor bozulanı, yan


yatırmakla bile yuvarlanmak, yürümek bilmeyeni, zamana, dış etkilere en dayanıklı


olanıdır. Olduğu gibi kalmasını istediğimiz anıtın piramidimsi olması doğanın ve


aklın kanunlarına uygundur. Ama, değişmesini istediğimiz bir toplum düzeni


piramid biçimindeyse, doğanın ve aklın ilk buyruğu bu biçimi değiştirmek


olacaktır. Bu biçimin en büyük özelliği tabanın genişliği ve dört yanına dağılan


ağırlık altında yere yapışıklığıdır. Bu yüzden biçimlerin en çok statik, en az


dinamik olanı denebilir ona. Öyleyse, tabansız ya da yere yapışmaz, yürür tabanlı


bir biçim aramak gerekir toplum yapısı için. Hangi biçim olabilir, bu geometrinin


bütün biçimleri arasında? Silindir, evet, dönen ve yürüyen tabanlı dinamik


silindir...


Neredeyse kırk yıl önce, Cumhuriyetimin bugün artık unutulmaya başlayan yoksulluk


yıllarında, bir öğretmen okulu öğrencisi böylesi devrimsel biçimler ya da


biçimsel devrimler yoğuruyormuş kafasında. Sonradan somut olarak görmüş piramidi


ve kırk bin köyü kapsayan tabanını. Bu tabanı, yüzyıllardır taşıdığı ağırlıktan


kurtarmak için kurulmuştu Türkiye Cumhuriyeti. Mustafa Kemal bu tabanı


kımıldatmak için girişmişti üst-yapı devrimlerine ve şöyle anlatmıştı piramidin


tabanını ve özlediği yeni toplum biçimini: ''Türkiye'nin sahibi ve efendisi


kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiye'nin hakiki sahibi ve


efendisi, hakiki üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, saadet


ve servete hak kazanan ve layık olan köylüdür. Binaenaleyh, Türkiye Büyük Millet


Meclisi Hükümeti'nin iktisat siyaseti bu temel gayeyi gerçekleştirmeye


yönelmiştir.


Efendiler! Diyebilirim ki, bugünkü felaket ve sefaletin biricik sebebi bu


hakikatın gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi yüz yıldan beri dünyanın


dört bucağına sevkederek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında


bıraktığımız ve yedi yüz yıldan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz


ve buna karşılık daima tahkir ve tezlil ile mukabele ettiğimiz ve bunca


fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak


menzilesine indirmek istediğimiz bu asil sahibin huzurunda bugün utanç ve


saygıyla hakiki yerimizi alalım.'' (1 Mart 1922)


Bu bir sosyal devrime çağrıydı elbet, ama Mustafa Kemal bir sınıf adına dikta


yolunu tutmadı, tutamazdı. Sınıfsız bir toplum özlemiyle yeni bir devlet, millet


ve anayurt kurmaktı işi. Sosyal yapıya yeni biçimini gittikçe uyanacak taban


verecekti; bu uyanışı engelleyen üst-yapı kurumlarını toptan değiştirecekti.


Sözde bilimsel kimi sosyalistlerin biçimsel diye hor gördüğü dil, tarih, yazı,


din, yasa, töre, kılık, eğitim, öğretim, yönetim reformlarının her biri sınıf


ayrıcalıkarına karşı ve sosyal devrimden yana atılımlardır. Atatürk tabandan


gelecek devrime, tepeden inme ışıklar ve tutamaklar getirmiştir. Bir başka türlü


söylersek, Atatürk sosyal devrimin öncüsü olmaktan çok yardımcısı olmak


istiyordu. Taban bilinçlenerek tabanlıktan kendi istemiyle çıkmalıydı. Yoksa


piramidi yerinden oynatmaya hiçbir kadronun gücü yetmez, boşuna kan dökmekle


kalırdı.


İşte Köy Enstitüleri, Atatürk'ün tabanı bilinçlendirme çabalarının en


verimlilerinden biri olarak ve türlü nedenlerden gecikerek ölümünden hemen sonra


yurt ölçüsünde gelişmeye başlamıştı. Piramidi silindire çevirip yürütmeyi


tasarlayan gencin yeri elbet Köy Enstitüleri olacaktı; öyle de oldu. Ben


kendisini Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde müdürüm olarak tanıdığım zaman


Hürrem Arman bu büyük eğitim seferberliğine çoktan katılmış, tabanın Karadeniz


kıyısında Beşikdüzü Köy Enstitüsü'nü kurmuştu. Tonguç Baba'nın en güvendiği


müdürlerden biriydi. Birkaç yıl içinde köylü öğrencilerinin emeğiyle bir balık


işletmesini kendi kendine yürüyecek hale getirmişti. O işletme daha birçokları


gibi işletilmez olalı yirmi yıl geçti gitti. Ama Hürrem Arman'ın yeni çıkan


''Piramid'in Tabanı'' adlı kitabında bir daha yaşıyoruz o coşkun günleri.


Bu kitap, ikinci yarısı da çıkınca, Köy Enstitülerinin ne olup ne olmadıklarını


anlatmakla kalmayacak, sosyal devrim için taban eğitiminin ne ölçüde önemli ve ne


cömertçe verimli olduğunu gösterecektir. Ayrıca sağdan ve ne yazık ki soldan Köy


Enstitülerini bir ütopya sayanlar bu kitaptan alabilirlerse, yaman bir


gerçekçilik dersi alacaklardır.


Er geç uyanacak tabanın silip süpüreceği sağcıların Köy Enstitüleri üstüne


söyledikleri abuk sabuk sözlerle ilgilenmesek de olur. Ama insanlığın geleceğine


çevrik olan solcuların Köy Enstitüleri üstüne söyledikleri kalburdan geçirilmeli


ve abuk sabuk konuşmaları karşılıksız kalmamalıdır. Kimi solculara göre sosyal


devrimi olmayan Atatürk ve İnönü'nün yönettiği Türkiye'de kurulmuş olan Köy


Enstitüleri ancak faşist olabilecekleri için hiç kurulmamalıydılar. Bunlara,


Hürrem Arman'ın kitabından kanıtlar çıkarılarak verilecek karşılık şudur: Toptan


aldanmanız bir yana Köy Enstitüleri faşist eğilimli gençleri bile sosyal


devrimciliğe çevirmiş oldukları gibi, Köy Enstitülerini yıkan yöneticilerin de


faşist eğilimli olduklarıdır. Kimi solcularımıza göre de Köy Enstitüleri her ne


kadar sosyal devrime çevrik değerli kurumlarsa da, vakitsiz ve boşuna


kurulmuşlardır. Önce sosyal devrim yapılıp sonra bu yola engelsizce girilmeliydi.


Bunlara verilecek karşılık da, yine Hürrem Arman'ın kitabına dayanarak şu


olabilir: Türkiye'de tabandan gelmeyen bir sosyal devrim dayanak bulamaz;


tabandan gelmeyenlerin yapacakları sosyal devrim boşuna kan dökmekle kalır;


birikim sağlayacak her kurum bir gün yaşayacak da olsa kurulmalı, birikimsiz ve


bilinçsiz sosyal devrimlerden yalnız sağcıların yararlanacağı düşünülmelidir.


Kimi solcularımıza göreyse sosyal devrim köyden değil şehir işçilerinden çıkacağı


için Köy Enstitüleri ha olmuş ha olmamış. Bunlara verilecek karşılık da şudur:


Türkiye şehirlerinde işçilerin büyük çoğunluğu köyden gelmedir ve sömürülenlerden


çok sömürücülerden yana olmak eğilimindedir, daha doğrusu bu eğilimde oldukça


ekmeğini kazanabilmektedir. Bu durum ancak işçi yoğunluğunun büyük ölçüde arttığı


zaman değişeceğine göre devrimci çabanın her olanaktan yararlanıp köye yönelmesi


gerekti. Köy Enstitülerini boşuna harcanmış bir çaba sayanlar gerçeklerimize çok


uzaktan, çok yukardan bakanlardır.



DEVRİM AÇISINDAN KÖY ENSTİTÜLERİ (*)



Aylar güzeli nisan bu yıl güzel bir kitapla geldi: Engin Tonguç'un ''Devrim


Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç'' kitabıyla. Her yıl on yedi Nisan'da


kuruluşlarını yıkıcılara inat ve yeniden kurulacaklarına inanarak kutladığımız


Köy Enstitüleri niçin, nasıl kuruldu, niçin, nasıl yıkıldı? Bu kurumlar sağdan ve


soldan nasıl eleştirildi, nasıl savunuldu? Bu soruları eşine az rastlanır bir


araştırma ve belgeleme çabasıyla cevaplandırıyor Engin Tonguç. Babasının eseriyle


birlikte savunmak değil yalnız gördüğü iş: Devrim açısından yurt gerçeklerimize


ve yakın tarihimize yaman bir ışık tutuyor. Gerçek ve gerçekçi devrimcilerimizin


can gözüyle okumaları gereken bir kitap bu; girişecekleri her işte karşılarına


nelerin nasıl çıkacağını, sözde devrimle işte devrimin nerde, nasıl çatışacağını


görürler bu kitapta.


Sözde devrimciler, ki asıl ütopyacılar onlardır, hâlâ ütopya deyip durmadalar Köy


Enstitüleri için. Hemen şunu söyleyeyim ki, biz Vedat Günyol kardeşimle birlikte


ütopyaları sevip saymakla kalmadık, devrimcilerimize ışık tutarlar diye onları


Türkçeye çevirdik de. Ama bizim, yine Günyol kardeşle gördüğümüz ve birisinde,


karınca kaderince çalıştığımız Köy Enstitüleri gerçekleşmiş, meyveleri umutları


aşmış, yurdun dört bir yanında elle tutulur, gözle görülür bereketli başaklarla


donanmış kurumlardı. Gerçeğin ta kendisiydi yoğrulan taşı, toprağı ve insanıyla


birlikte, Hacı Bayram Veli'nin kurulduğunu gördüğü şehir gibi:



Gezerken bir şarı gördüm


Ol şarı yapılur gördüm


Ben dahi bile yapıldum


Taş-u toprak arasında.



Ne biçim ütopya ki bu, uygulanmakla kalmayıp yıkıldı bile: Gerçekleşemez olduğu


için değil, çarçabuk gerçekleştiği, gerçeğe dayandığı için değil, gerçeğin


bamteline bastığı için yıkıldı hem de. Kaldı ki Enstitülerin yeşerttiği topraklar


ve insanlar, ördüğü duvarlar, susuzluğa getirdiği sular, karanlığa getirdiği


ışıklar gözlere şenlik ortadalar hâlâ. Yıkılan daha çok Enstitülerin yapacak


oldukları, bugüne dek yapmış olacaklarıdır.


Köy Enstitülerinin tutunamayacağını kestirip kurulmaması gerektiğini


söyleyenlerse, alt-yapı, üst-yapı teorilerini bilmenin devrimci olmaya yettiğini


sananlardır. Ütopyalar gibi teoriler de güzel şeylerdir; kurabildiğimiz kadar


kurmalıyız onları, uyabildiğimiz kadar uymalıyız onlara. Ama teoriye uymuyor diye


elimize geçmiş bir devrim fırsatını kaçırmak hangi akla sığar? Teoriye uymuyor


diye Atatürk yapmasa mıydı devrimlerini? Başarılı bir devrimi teori yönünden


yanlış sayanlar ya kendilerinin ya da teorinin eksik yanını görmeyen, görmek de


istemeyenlerdir.


Ama, gelin biz şimdi ütopya kurmaktan ve teoriye aykırı düşmekten korkmayarak ve


Köy Enstitüleri denemesinin başarılı sonuçlarına dayanarak şöyle bir eğitim ve


öğretim devrimi düşünelim: İlkinden yükseğine, sivil asker, bütün okullar yüz


binler ve yakında milyonlarca kız erkek öğrencisi ve öğretmeniyle üreterek eğitip


öğreten, eğitim öğreterek üreten birer işletme, birer imece olacaklar. Her


birinde, her şey derslikten çok işlikte, şantiyede, tarlada, gezide, pazarda, en


azından tükettiği kadarını üretme ve değerlendirme çabası ve sevinciyle birlikte


öğrenilecek, öğrenciler yönetim sorumluluğunu öğretmenlerle paylaşacak, başarı ve


başarısızlık ölçülerini hep birlikte bulacaklar, yurt ve dünya sorunlarını


tartışacaklar.


Okulun bir işletme, bir imece haline gelmesi bugünkü dünya gençliğinin


isteklerine uygun olmaktan başka bizim en soylu geleneklerimize aykırı da


değildir. Anadolu'da İslamlıktan önce ve sonra eğitim imeceleri diyebileceğimiz


kurumlar yaşamış ve kimi köylerimizde izleri kalmıştır. İlk Osmanlı çağındaki Ahi


kuruluşları, loncalar, tekkeler, hatta belki ilk medreseler öğretimle üretimi bir


arada yürütüyorlardı. Okulun hayattan, halktan, işlikten ve topraktan kopması,


üreticilikten tüketiciliğe geçmesi, okuryazarlık ayrıcalığını yaratması, sömürü


düzeninin buyruğuna girmesiyle başlar. Kendi kendini besleyen okulların besleme


okul haline gelmesi Osmanlı imparatorlarının işine gelmiş ve bilerek bilmeyerek,


ülkelerindeki insan kafalarını kısırlaştırmıştır. Bizim eski dünyamızda gerçek


aydınlar, bilginler, sanatçılar, devrimciler besleme okullardan değil, kendini


besleyen okullardan yetişmedir daha çok.


Ezbercilik hayattan kopan okulun düştüğü, düşürüldüğü bir karanlık çıkmazdı.


Tutucu güçlerin okulu ezberci olmak, düşünceyi dondurmak zorundaydı. Laik okul bu


medrese alışkanlığından ne dereceye kadar kurtulabildi? Hayata ve halka dönük


eğitimi ne kadar sağlayabildiyse o kadar. Medreseden Darülfünuna, Darülfünundan


üniversiteye geçiş çok şeylerden kurtardı elbet bizi, ama ezbercilikten


dolayısıyla besleme okuryazar ayrıcalığından kurtaramadı. Yaratıcı kafalarımız


ezberci öğretime kafa tutanlar arasından çıkıyor hâlâ. İş eğitiminin girmediği


okula er geç kara kaplı kitap giriyor ve sınıf birincileri Kapı-Kulu oluyor ister


istemez.


Gerçekten halkçı olan devrimcilerimizin kurduğu ve tutucu aydınlarımızın yıktığı


Köy Enstitülerinin başarısını ve unutulmasını sağlayan büyülü anahtar, kördüğümü


kesen kılıç iş eğitim ilkesidir. Bu ilkeyi bulmak değil (çünkü insanlığın çoktan


bulup dile getirdiği bir buluştu bu), ama büyük ölçüde ve devlet gücüyle


uygulamak, bağımsızlık savaşımız kadar önemli bir katkımızdır yeni dünyaya.


Tonguç, o kadrini bilmediğimiz büyük eğitimci, yalnız Türkiye için değil, bütün


dünya için geçerli, Paris Üniversitesi'ni basan gençlerin isteklerine de uygun


bir okulu Anadolu'nun bozkırında gerçekleştirmiş insandır. Türk köylerini


canlandırmak isterken, dünya gençlerinin özlediği yeni okulun, üretici okulun bir


örneğini vermiş, mutluluğu mutsuzluğu, cenneti cehennemi böylesi bir okulu kurma


çabaları içinde yaşamıştır.


Bir dostumun dediği gibi bugün bize düşen Köy Enstitülerinin yıkılmasına


vahlanmak değil, er geç, ister istemez yeniden kurulacak olan devrimci


okullarımızı hazırlamaktır. Ama Köy Enstitülerinin nasıl kurulup, nasıl


yıkıldığını bilmek, üstünkörü değil bütün gerçekliğiyle bilmek yeni girişimlere


girecek olanın boynunun borcudur. Benim görebildiğim kadarıyla Köy Enstitüleri


Türkiye'de Millî Şeflik zamanında gerçekleşmiş ve Millî Şefliğin bitmesiyle de


yıkılmıştır. İnönü, Millî Şef olduğu, olabildiği sürece Köy Enstitülerini var


gücüyle ve bütün içtenliğiyle desteklemiş, çok partili düzenin Cumhurbaşkanı


olmak yolunu seçtiği ya da seçmek zorunda kaldığı andan sonra, Köy Enstitülerinin


yıkılışına şaşarak, vahlanarak da olsa seyirci kalmıştır. Köy Enstitülerinin


kurulması Millî Şefin, Tonguç'u ve Tonguç'un Millî Şefi bulmasıyla başarılmış;


yıkılış ikisinin birden yıkılışı olmuştur. Bundan sonra artık Köy Enstitüleri ve


iş eğitimi ilkesine dayanacak daha devrimci kurumlar halkın isteği ve desteğiyle


tutunabilir ancak. Bu isteğin ve desteğin sağlanması da sanıldığı kadar zor


değildir. Karşı koyma yine yukarıdan sinsice gelecektir, devrimci aydınları


bölerek, yıpratarak. Onun için devrimci aydınların bir eğitim politikaları olması


gerekir. Millî Şef tutuyor diye Köy Enstitülerini tutmamış, semtine uğramamış,


halka boşuna eziyet diye baltalamışlar arasında ne yazık ki devrimcilerimiz de


vardı. Sonradan Millî Şef yıktı diye tutanlar da oldu. Daha garibi yeni Köy


Enstitüleri kuracak yeni millî şef özleyenler de var.


Köy Enstitüleri Türkiye'nin gerçeklerine, olanaklarına, kısa zamanda halkına


özlemine uygun bir yeni okul örneği verebilmiş midir? Bu okul devrimci bir eğitim


politikasının çıkış noktası olabilir mi? Bütün okulların üretici yola sokulması


gerekli ve mümkün müdür? Böyle bir devrimi tutacak ve tutmayacak güçler


hangileridir? Üniversite gençliğinde üretici eğitim isteyecekler çoğunluk


sağlayabilirler mi? Hangi partiler, ne ölçüde bu devrimi destekleyebilirler?


Biraz da bunları düşünmek devrimciliğimize toz mu kondurur dersiniz? Hep


başkalarını ve birbirimizi suçlamakla mı geçecek ömrümüz? Nisan aylarında olsun


yapıcı yönde işletelim düşüncemizi, kaşlarımızı daha az çatıp daha az kesip


atarak.